29 Ekim 2011 Cumartesi

BİZE NE OLDU?

Çocuk saflığımızla ve doğallığımızla öğrendik Cumhuriyete bekçi olmayı. Göstermelik değildi, gösteriş bilmezdik.

Yürektendi sevgimiz, sahiciydi.

Taze beyinlerimize ilk giren en birinci ilkeydi:

Türk’tük.. Doğruyduk.. Çalışkandık.

Küçücüktük; ilk sözümüzü vermiş ant içmiştik.

Boğazımız yırtılırcasına bağırışırdık:

Yurdumuzu ve birbirimizi özümüzden çok sevecektik.

Taa o zamandan armağan etmiştik varlıklarımızı vatana ve millete.

Samimiydik,..Yeminimiz sahiciydi.


Bizler ilk gün okula kurbanlık kuzular gibi teslim edilirdik. Büyüklerimiz ‘eti senin öğretmen’ derlerdi. Adam gibi adam olsun. Ülkesine hayrı dokunsun.

Gururlar da beklentiler de sahiciydi.

Ne oldu da bu hallere düştük?

Bizim aynı kırık dökük sıralarımız, hiç ısıtmayan okul sobalarımız,

Aynı beyaz yaka-siyah önlüklerimiz, bölüştüğümüz ekmeklerimiz yok muydu?

Sen bendin. Ben sendim.

Biz, ‘BİZ’ dik.

Sen - Ben mi bilirdik?

Kanlarımızı değişmiş,

Kankardeşi olmuştuk

Yoksa onun eldiveni,

Cebimize koyup bir eli

Bir tekini verirdik.

Biz Ermeni gavur Kürt mü bilirdik?

Ne oldu bize de bu hallere düştük?

Bir düğmeye basmayı ülkeye hizmet sayan,

Aramayı sormayı, sevmeyi unutan

Bir mesajı kırk kişiye gönderip de,

Bayram kutlayanlardan olduk

Aydın olmak yeter mi, hani verilen emek?

Marifet mi kendin gibi düşüneni eğitmek

Bakmadan kendi kalıbına, ayıbına

Birbirine sırt dönüp suçlayanlardan olduk.

Haniydi ganiydi yüreklerimiz?

Cumhuriyetti emanetimiz?

Uçuştu, kalmadı mangalda küller

Laf’la peynir gemisi yürütenlerden olduk.

Yolgeçen hanı yaptık Atamızın kabrini,

 Çözmek varken kendimizin derdini

 Başımızı eğip de, mezarında yatana;

 Akıl soran aptallardan olduk.

 Mitinglere gitmişsin neye yarar?

Yakandaki siyah bant mı tüm yas’ın?

Şekilci değilsen gerçekse acın,

Git bir şehit anası, başını sana yaslasın.

                     ****

Sorarsa ziyaretine gidene:

‘Sen ne yaptın bu ülke için sana özel?’

Deriz ki;

- Elimiz boş geldik. Kusura kalma Ata’m.

 Remide Arsan 29 Ekim 2011



16 Ekim 2011 Pazar

YAŞASIN OKULUMUZ : CUMHURİYET ORMANI


ACL E-POSTA GRUBUNA ATTIĞIM BİR MESAJ -1 Aralık 2010


Sahnede yoktan var ediyormuş, vardan yok ediyormuş gibi duran sihirbazları her zaman hayranlıkla izlemişimdir. Neyi nasıl yaptıklarını hiç bir zaman anlayamasam da yine de her seferinde bu sefer bir şeyler yakalayabilecekmişim gibi, gözlerimi ayırmadan takip ederim, bu eli çabuk insanları. Çocukluğumdan bu yana David Copperfield'da dahil bir çok sihirbazı televizyondan da olsa izleme fırsatı bulmuş olmama rağmen, hayatımda ilk kez bir sihirbazın yoktan orman var ettiğine şahit oluyorum, uzaktan da olsa.. Dünyada bir örneği daha olmadığına inandığım bu sihirbazlık gösterisi "sonu olmayan bir gösteri" olarak başarıyla devam ediyor.


15 Ekim 2011 Cumartesi

GÜN BATTI, TAVUK YATTI!

Geçtiğimiz günlerde yönettiği bakanlık nedeniyle olsa gerek doğal olmaya özen gösteren ve medeniyetin zincirlerini kırarak saç sakaldan simasını seçemediğimiz Taner Yıldız düşüncesini dile getirdi hatırlarsanız.

"Yaz saati uygulaması ile alakalı saatlerimizi ayarlayacağız. Ülkenin geneliyle alakalı enerji sektörü açısından baktığımızda fotoğraf nasıl gözüküyor bunu arkadaşlarımla paylaştım. Bu tartışmaya açık bir fikir. Sanayicimiz, esnafımız, tüccarımız şuanda zaten uyguluyorlar. Hatta bir kısmı batılı ülkelerde gün ışığıyla beraber saat 6 ise 6, 7 ise 7, her ülkenin kendisine has gün ışığı var. Kuzey'e gittikçe değişiyor, Güney'e gittikçe değişiyor. Bizim ülkemizin bir meridyeni, bir paraleli var.


YAŞASIN OKULUMUZ : Neden bu gruptasınız?

Biz liseden mezun olduğumuzda, elektronik posta adreslerimiz ya da cep telefonlarımız yoktu. Ev telefonlarımız ise enflasyona uğramadığından henüz altı haneli idi, yine de birbirimize ulaşmamız gerektiğinde iş görüyordu elbette. Aynı sınıfı, aynı sıraları paylaştığımız sürece..

O yıllarda mezun olduktan sonra birbirimizi kaybedeceğimiz düşüncesi hiç mi hiç aklımızda yoktu sanırım ki, bir çoğumuz birbirimizin ev telefonlarını bile almamıştık. Aldıklarımızda yedi haneli numaralara geçtiğimizde anlamsız bir sayı dizisi olarak kaldılar rehberlerde.. Bir çoğunu vakitsizlikten, bir çoğunu ilgisizlikten aramamıştım oysa o ben numaraların.. Hiç aklıma gelmemişti hepsinin birden değişebileceği... Birkaçını başına uygun olduğunu düşündüğüm numaralar ekleyerek çevirmeyi denesemde bir sonuç elde edememiştim sonrasında. Bir kez kayıp gitmişlerdi boylece elimden.. Oysa o zamana kadar rehberde bir numaraydılar, tıpkı yıllıkta birer resim oldukları gibi..

14 Ekim 2011 Cuma

YAŞASIN OKULUMUZ : BİR NİSAN ŞAKASI

Lise sonda 1 Nisan (1963) günü sınıftaki bütün sıraları ters çevirdik. Kara tahta arkamızda kaldı. Zannedersem biyoloji hocamız sınıfa girdi. Hocamızdan şakamıza olumlu bir yanıt beklerken o çok bozuldu. Derhal sıraları düzeltin dedi. Kağıt kalem çıkartın yazılı yapacağım!!


Mehmet Hamurkâroğlu

13 Ekim 2011 Perşembe

YAŞASIN OKULUMUZ : Herkesin bir Renkli Sinema anısı vardır değil mi?

Günlerden bir gün..Hiç olmaz ya...Hayatım boyunca hiç olmadı ya.. Annemin okula , müdür Hacıbaloğlu'na telefon edeceği tutar.


Müdürümüz aynı zamanda benim velim ve annemim çok yakın arkadaşı.. Bir dönem annemin görevi gereği Gazi Eğitimde lojmanda kalıyoruz.Körler Okulu ile ilgili bir konu ve benim bir şey getirmem veya götürmem gerekiyor

 

Mehmet Hacıbaloğlu bir taraftan annemle telefonda konuşurken , bir tarftan da öğrenciyi göndererek , sınıfından 284 Remide'yi çağırtır.

O tarihte ben Lise 1 deyim. Eski okuldayız..Fizik yazılısı var..


YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 15

ACL ünlüleri mi ? Ne yalan söyleyeyim, herbiri ayrı ayr, tam bir hayal kırıklığı oldu. Önce uzun bir ACL ÜNLÜLERİ listesi çıkarttım. Sonra da üyesi olduğum Back – Up aracılığı ile adres ve telefonlarına ulaşıp, herbirine ikişer kez ileti gönderdikten sonra telefonla da ulaşmaya çalıştım ama, hiçbir dönmedi. Menajerleri ya da sekreterleri ulaşma çabalarımı hasır altı etmemişse, mutlaka çok yoğun çalışma temposu içinde olduklarındandır. Onların ACL’li olduklarından en küçük bir kuşkumuz yok ! Ben gene de kendilerini burada bir kez daha anıp, en az 48 TL bağışta bulunmaya davet edeyim.


12 Ekim 2011 Çarşamba

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 9

Kenya'da Safarideyiz. Bölge Masai Mara. Lodge denilen, vadilerin ortasında yer alan vahşi hayvanlara karşı elektrikli tellerle korumalı otelimizdeyiz. Bu elektrikli teller Nairobi’de hırsız girmesin diye evlerin çitlerinde de kullanılıyor. Otel odası ise tam korumalı, klimalı lüks bir çadır. Tek derdi, gık desen komşular duyar. Hani diyeceğim şudur; balayı çiftleri için uygun bir mekan değil.




YAŞASIN OKULUMUZ : EYLÜL 2009 ANILARIMIZ CANLANDI

Değerli Remide Arsan o dönemde gruba aşağıdaki mesajı göndermişti.
Canım arkadaşım, ve (okumak isteyen diğer can arkadaşlarım )


Önce hakkımdaki güzel ve destekleyici düşüncelerine çok teşekkür ederim. Nobel aldım sayılır.Hiçbir jüri, bu anıların anlamını, derinliğini bilemez, anlayamaz ki..O yüzden senin ve sizin oylarınız önemli..



YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 14

Bugün, kampanyamızın 11’inci ayını geride bıraktık. Yaklaşık 3600 fidanlık bir nakit bağışı ve 9000 fidanlık taahhüdü, ACL Platformlarında iletişim halinde olduğumuz mezun arkadaşlarımız ile onların yakın arkadaşlarından oluşan birinci ve ikinci gruplardan aldık. Kampanyamızın bundan sonraki hedefi üçüncü grubu oluşturan iletişim halinde olmadığımız mezun arkadaşlarımız ile dördüncü grubu oluşturan öğretmenlerimiz olacak. Bu arkadaşlarımıza ulaşmak için agresif pazarlama tekniklerinin yöntemlerinden biri olan birebir iletişim yöntemini uygulamaya koyacak, doğrudan isimlere (tek tek) telefon ve e-posta yolu ile ulaşmaya çalışacağız. Bu yöntemde, bağışçı adayı olarak gördüğümüz bu arkadaşımıza, ismen ve yakın birkaç arkadaşı kanalı ile hitap edecek şekilde internet üzerinden ulaşmayı da hedefliyoruz. .


11 Ekim 2011 Salı

BEN BİR KLAVYE DELİKANLISIYIM!

Ben bir klavye delikanlısıyım.Klavye ve bilgisayarım karşımda,çerezim,viskim veya 1 bardak demli çayım yanımda iş başındayım. Klavyede harikalar yaratırım. Asarım,keserim,dünyayı kurtarırım, felsefe yaparım,tarih ve politika bilgimi konuştururum, kadın ruhundan anlarım, adamım ben, adamım!! Ben bir klavye delikanlısıyım; yeri geldiğinde bekar, yeri geldiğinde sorunlu bir evliliği olan, yeri geldiğinde ise sadece kendime hesap veren savaşçıyım. Durumlara göre davranır, sürekli koku almaya çalışırım. İmitasyon erkeğim ben, hatta fason üretim,yazdıkça komikleşir, değerimi azaltırım. İtinayla ayar verir, sonunda kendi ipimi yine kendim çekerim. Ezikliğin dışa vurumuyum ben. Reel hayatta asla veremeyeceğim sözleri, bilgisayar karşısında en cesur eda ve nidalarla haykırır, iş ciddiye bindi mi ürkek tavşanlar gibi kaçarım. Lafla peynir-ekmek gemisi yaparım,dünyayı kurtarırım, sevgiye ve güzelliklere övgüler yağdırırım,kadın arkadaşlarıma asılırım,e ne de olsa ben klavye aslanıyım!

YAŞASIN OKULUMUZ : ACL İNTERNET DERGİSİ (50. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ)

Değerli Mehmet Hamurkaroğlu okulumuzun 50. Kuruluş Yıldönümü için hazırlanan İnternet Dergisini arşivinden çıkartarak bizimle paylaştı.. Kendisine çok teşekkür ediyoruz.

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 13

Böylece, 23 Ekim 2010 günü, doya doya ve hep birlikte paylaştığımız benzersiz mutlulukları ile her birimizin yaşamındaki en unutulmaz anıların (üst kısımlarında ! bir yerde) yerini aldı. Bu harika günü ölümsüzleştiren mutlu yüzler ile dolu fotoğraf kareleri günlerce, başta facebook olmak üzere bütün ortak platformlarda günlerce paylaşıldı, her karenin altına onlarca yorum da yapıldı.
ACL ORMANI açılış törenimiz ve Sardunya Bar’daki kutlamalarımızı basına bildirmiştik. Özellikle Gönül saray Doğan Haber Ajansı’muhabiri bir arkadaşından ricada bulunmuştu.. Bu etkinliklere ilişkin haberler, aradan bir hafta kadar geçtikten sonra Ege Tv ile başladı ve ardı ardına hemen bütün gazetelerde yer aldı. İnternette de pek çok site, aynı haberlere yer verdi. Bu haberleri ACL gmail grubuna ve FACEBOOK’daki sayfama geçtim. Daha önce aynı platformlarda yayımlanan fotoğraflarda olduğu gibi, bu haberler ile ilgili gazete küpürlerinin altında da çok sayıda renkli yorumlar yer aldı. Bu haberlerin bir bölümünü de aşağıya aktarıyorum..   


ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 8

Kalabalık bir grup Phuket’teyiz. Henüz ilk günümüz. Aldık havlularımızı indik otelin dışında ki plaja. Hocam ilk bulduğu direğe astı havlusunu ve attı kendisini bembeyaz kumların, palmiyelerin kavuştuğu cam göbeği renkli sulara. Ardından da biz. Muhabbet futbol olunca ayaklar yerden kesildi. Ancak dalga bizi derinden alıyor ve açığa atıyor. İlk hocam uyandı. Cem dedi çok açıldık. Döndüm baktım ki kıyıdan bayağı uzaklaşmışız. Hocama döndüm. Hoca sırt üstü yatmış. Hafif panik halindeyiz. Filmlerde görmüşüm. Hocam dedim sen merak etme ben seni kıyıya çekerim. Doladım kolumu boynuna, flika gibi çekeceğim hocayı kıyıya. Ama hoca flika milika değil tanker!. Bir metre kıyıya gidiyorsak 3 metre geri gidiyoruz. Hocam anladı benden bir cacık olmayacağını. "Ben sırtüstü dengede kalmaya çalışacağım. Fazla da hareket etmeyeceğim yoksa kramp girer. Sen dedi yavaş yavaş kıyıya yüz ve cankurtaranı çağır".

O esnada gruptan bir kız arkadaş Erman Hocamın yanına geldi. Ben hocayı kıza “emanet” edip başladım kıyıya doğru yüzmeye. Sesimi cankurtarana duyurabileceğimi hissettiğim bir mesafeden bağırmaya çalıştım. Heeeelp! Bir yandan da Hocamı işaret ediyorum cankurtarana ki yardıma koşsun. Cankurtaran kulağını tutuyor?



- What?…
- Hey supanallah. Heelp ulan heelp. He will get drowned.
- What? ..
- An.... Your Mother's...



Çocuğuna sörf öğreten bir Fransız kaptı tahtasını, koştu hocanın yardımına ama bizim cengaver kız arkadaşımız hocayı ayaklarından iterek kıyıya kadar getirdi. Çıkarttık hocamı denizden, hemen kurulansın diye aldık havlusunu koyduğu direğin üzerinden. Gözümüze direğin üzerinde ki kırmızı bayrak ve koskoca yazı çarptı. "When Red SWIMMING FORBIDDEN" yani bayrak kırmızı ise Yüzmek Yasaktır!



Puff. Ucuz yırttık. Ya hocama bişi olsaydı? Manşetleri düşündüm.



“Yıldırım değil, Okyanus iş'ini bitirdi” - "Yıldırım'a karşı durdu, Okyanus'da boğuldu"

Cem Polatoğlu

YAŞASIN OKULUMUZ : ANKARA CUMHURİYET LİSESİ KURULUŞU

Benim dönemim Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1940’lı yıllarda kurulmuş olan Bahçelievler Ortaokulu 1959-1960 ders yılından itibaren Ankara Cumhuriyet Lisesi’ne dönüştürülmüştür.

Bahçelievler Ortaokul’undan mezun olanlar lise tahsili için genellikle Deneme Lisesi’ne giderlermiş. 1959 yılında Deneme Lisesi kendi ortaokulundan mezun olanlar dışındaki öğrencileri liseye kaydetmeme kararı almış. Bahçelievler Ortaokulu Müdiresi Saadet Ülgenalp bu karar üzerine mezunlarının semt dışında uzak okullara gitmemesi için Lise’ye dönüşme projesini ortaya atmış ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı bu konuda ikna etmiş.

Okulumuzun Liseye dönüştürülmesi haberinin biz talebelere duyurulduğu günü çok iyi hatırlamaktayım. Rahmetli Müdiremiz Saadet Ülgenalp her fırsatta bizleri toplar ve duyurularını yapardı. 1958-1959 ders yılında orta 2 talebesi idim. Müdire hanım bizi topladı ve;

- Çocuklarım bu gün size çok sevineceğiniz bir haberi vereceğim. Okulumuz önümüzdeki ders yılı ( 1959 – 1960) liseye dönüşecektir.

Haberi ilk duyuyorduk ve çok sevinmiştik. Hep beraber büyük tezahürat yaptık.

Müdire Hanım konuşmasına devam etti ve;

- Bu gün ayrı bir sevincim daha var. Türkiye’de ilk defa Cumhuriyet adı verilen lise bizim lisemiz oldu ve adımız “Ankara Cumhuriyet Lisesi” olarak belirlendi.



Bu tarihten itibaren okulumuzda hızlı bir inşaat faaliyeti başladı. İki katlı olan okulumuza bir kat ilavesi yapıldı. Soba ile ısınma sistemi kaloriferli siteme dönüştürüldü. Bahçeye prefabrik MKE barakası yapıldı. Yeni öğretmenler atandı. 1959 – 1960 ders yılında lise bir sınıfları faaliyete geçti. Aynı çatı altında Bahçelievler İlkokulu ile birlikte ortaokul ve lise faaliyet gösteriyordu. Talebe sayısı da her yıl artış gösteriyordu.

Ankara Cumhuriyet Lisesi ilk mezunlarını 1961 – 1962 döneminde verdi.

Ben Lisemizin 2. dönem mezunuyum. 1962 – 1963 döneminde biz mezun olduktan sonra müdiremiz Saadet hanımın da başka bir okula tayini çıktı.

Mezun olduğumuz yıllarda bize yol gösterecek, öncülük yapacak ağabeylerimiz ve ablalarımız olmadı. Üniversitelerde sadece bizden bir yıl önce mezun olmuş arkadaşlarımız vardı. Meslek sahibi tek bir büyüğümüz, okuldaşımız yoktu. İleriki yıllarda mezun olan kardeşlerimiz bu bakımdan şanslı sayılırlar. Şu an her meslekten çalışan ve başarıya ulaşmış arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz Ankara Cumhuriyet Liseli olmanın gururunu yaşıyor ve yaşatıyorlar.

Sevgili arkadaşlar,

2009 yılında lisemizin kuruluşunun 50. yılını çeşitli aktiviteler ile kutladık.

Önümüzdeki yıl 2012 de Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin ilk mezunlarını verişinin 50. yılı. Bu olayı da çoşku ile kutlamak için şimdiden çalışmalara başlayalım.

Acı olan ve üzüldüğüm taraf ACL’nin ilk mezunlarını verişinin 50. yılında son mezunlarımızı da veriyor olmamız. Okulumuzun kapanmasının önleme ve kamu oyu desteği sağlanması için çalışma grupları kurulması arzumdur.

Mehmet Hamurkâroğlu
 




10 Ekim 2011 Pazartesi

(Böyle) EĞİTİM ŞART DEĞİL

Kendimizi bildiğimiz yaşlarımızdan itibaren çok uzun yıllar tarih dersi ile haşır neşir olduk. Şayet okulda doğru eğitilseydik, tarihi hazinelerine gözü gibi bakan, araştırma seven, sorumlu, kültürlü birer vatandaş olurduk.


Olamadık..


Elbette dünya tarihini de öğrenmeliydik ama insaf sınırlarını zorlayan bir tarih eğitimi aldık. Çin’den İspanya’ya kadar, gelmiş geçmiş hükümdarların ülke sınırlarını, analarını, atalarını, dostunu düşmanını tek tek saydık. (İçimizden de tabii). 


Asker ocaklarının neredeyse envanterini tuttuk. Yetmiyormuş gibi ordusunda kaç tane fil olduğunu Timurlenk’in kendisi bile bilmezdi ama biz bildik!


Kim kimi pusuya düşürdü. Ganimet ne kadardı, kimlere paylaştırıldı? Kime daha çok düştü? Vezir bu işe ne dedi, kelle nereye gitti ? Kusana kadar ezberledik.


Savaşı ballandıra ballandıra anlatamadın mı?


Kaybedilen toprakları bilemedin mi ?

Kendi kaybedeceğin yılın gelirdi gözünün ününe.


Bir de yaz boyunca basamayacağın topraklar!


Güzelim yaz güneşi dururken Napolyon’un orduları ile beraber eksi -35 derecede Rusya içlerine doğru ilerlemek zorunda kalmamak için son bir hamle yapardın:  

Hocam.. Başını bir hatırlatsanız?


Bize tarih dersi adı altında film senaryoları ezberletildi. Neron Roma’yı nasıl yaktı? Annibal kuzeyden Alp’leri hangi mevsimde aştı, hava kaç dereceydi, soğuktan kaç kişi telef oldu gibi çok önemli ve gerekli bilgilerle donandık.

Sonra.. Çariçe Katarina bizim Baltacı Mehmet Paşa’yı nasıl ve niye çadırına davet etti?

O zaman küçük olduğumuzdan, davet edilene çay ikram edilir diye düşünmüştük. Bir çay uğruna koca Osmanlı parçasının nasıl gittiğine de akıl sır erdirememiştik!

Kafama takılırdı. Bizim ev sahibi de bize çaya gelirdi ama yine de kirayı artırmaktan vazgeçmezdi..

Kısacası biz tarihimizin özünü öğrenmedik. Ders yerine dert oldu bize..Kabusumuz oldu, Eylül’lerimiz oldu..Soğuduk, bıktırıldık.


Bu nedenle, taşın taş üstünde olduğu antik kentler, heykeller, çanaklar, sütunlar, harabeler bizi hiç açmadı.


Antalya’dan reçel, Mersin’den helva, Van’dan otlu peynir almayı bildik de, hazır gelmişken o yörenin bir sayfa dolusu geçmiş bilgisini kültürümüze katıp dönmeyi aklımıza dahi getirmedik.


Toplumumuzda tarihin ve sanatın meraklıları sadece bu konuya özel ilgi duyanlar, meslek edinenler ve kendisini yetiştirenler oldu. Onlar da çok küçük bir orandır.


Topraklarımızdan sanat fışkırır. Çiçek ekmek için dahi eşelense heykeller, büstler, sütunlar çıkar. Ama yazık ki biz bu sanatı anlayacak ve değerini bilecek şekilde eğitim almamışızdır.


Daha da acınası olanı, biz sanatın içine tükürüldüğü bir ülkede yaşarız.

Bu gün bizi yönetenler bir tarih sınavına alınacak olsa çoğunluğu sınıfta kalır. Sanat tarihinden de belge alırlar. Zira onlar da aynı yanlış yöntemle tarih okumuşlardır.. Kendilerini sonradan ne kadar geliştirdikleri de ortadadır:


Herakles’in Ereğli’ye (Eraklion) ismini verdiğinden bihaber olan zat-ı muhteremin meydandaki heykel için, ’bunun ne işi var burada, kaldırın gözüm görmesin’ demesi engin kültürünün sonucudur. Yaşadığı toprakların tarihi değerinden aynı şekilde habersiz olan vatandaşın da sahilinde Yunan heykeli istememesi de yürek acıtıcı bir durumdur.


İzmit’te bir diğeri, inşaatının kazısı sırasında çıkan Herkül heykelini çöpe atmıştır. 

Bu kişinin kültürü de ancak kültür mantarı ile aynı kategoride değerlendirilebilir.


Zeus’un deyyusa benzetilmesi ise benim tam da anlatmak istediğim noktadır. Yıllarca eğitim almış bir polisin Zeus ve Apollon adını hiç duymamış olması gerçeğidir.


Bizim komşunun köpeğinin adıdır Zeus. Bizim polis olsa, kafası iyice karışacaktı demek ki.. Otur deyyus.. Kalk deyyus..Yürü deyyus!


Bu durumlarda ‘Böyle başa böyle tıraş’ deniliyorsa da, bu kez iş biraz farklıdır. Çok eski moda bir espriyle:

‘Baş kelajjjj’ dır. Yani tıraşa da tarağa da pek gerek yoktur.


Bu yazı; tencere dibin kara yazısıdır.

Bu yazı hem iğnedir hem çuvaldızdır. 

Bu yazı; aklımızı bir yola koyma çağrısıdır:

Tarih kitapları az’ı ve öz’ü vermeli, yakın tarihimize büyüteç, uzak tarihe de ışık tutmalıdır.

Ne tür olursa olsun, tüm okullarda mutlaka Sanat ve Sanat Tarihi dersi bulunmalı, kültür önemsenmelidir. 


Özellikle il ve ilçe okullarında o yöredeki medeniyetlerin işlenmesi, tarihi kalıntıların ve sanat eserlerinin detaylı olarak yerinde tanıtılması çok önemlidir.


Bir Türk’ün İngilizcesini dahi bildiği ama hayatı boyunca hiç (çok az) kullanmadığı cümle hangisidir?

Where is the museum? (müze nerededir?)



Remide Arsan




ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 7

Filipinler Manila'dayız. Hoca sever tehlikeyi. Her şehirde illa “kurtarılmış” bölgeleri gezelim, görelim diye tutturur. Ancak Filipin acentam Makati bölgesi dahil birkaç mahalle ismi söyledi ve ekledi “Ben asla sizi o mahallelere götürmem. Tavsiye de etmem”.

Kim takar. Tuttuk bir taksi. Rota kurtarılmış bölge. Aman yarabbim. Manzara şöyle; Tüm evlerin malzemesi teneke ve sadece 1 oda. Yükseklikleri 1,5 metreyi geçmez. Pencere yok, kapı yok, belli ki tuvalet, mutfak da yok. Dışarıdan gördüğümüz kadarı ile sadece birer yer yatakları var. Halk, ya evlerinin çatısına “tünemiş” veya kapı önlerinde. Çamaşırlar sokakta leğende yıkanıyor, yıkanan çamaşır elektrik direklerinin arasına gerilen iplerde. Çocukların ayakları çıplak. Kafalar makine tıraşı. Üstlerinde bir şort, bir fanila. Biz taksi ile sokakta futbol oynayan bu çocukları yararak geçmeye çalışıyoruz. Sahne tam Federico Fellini’ye göre. Açtık camı. Ölümsüzleştireceğiz anı. Şoför hışımla döndü. Aslaaaa! diye bağırdı. Sakın camı açma!. Fotoğraf çekmeye de niyetlenme. Ölürsün, Ölürüz, Öldürürler… Sağol canım. Kalsın. Almıyalım. Hocam, iyi yere getirdin bizi yine.

Cem Polatoğlu

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 12

ve 23 Ekim Günü :

 23 Ekim sabahı uyanır uyanmaz, ilk işim pencereden dışarı bakmak oldu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu ..

08.20 gibi Alsancak İskelesi önüne gelip otobüs ve minübüsü karşımda gördüğümde içimi tanımsız bir mutluluk duygusu sardı. Bu mutluluğum konuğum arkadaşlarımın birer ikişer katılması ile inanılmaz boyutlara ulaştı. Kimselere hissettirmeden yaptığım sayımda kesinlikle katılacağını bildiren 20 arkadaşımın gelmediğini saptadım. Herkesin yüzünden mutluluk okunuyordu. Yazılarımızı otobüslerimize astık, rozetlerimizi yakalarımıza taktık ve öngördüğümüz saatte, arka arkaya yola koyulduk..

Belevi ayrımına yakın Keçi Kalesi Petrol Ofisi tesislerine ulaştığımızda, günlük güneşlik bir “bahar” havası ortamında masalara, yerden yüksek çardaklara yerleştik. İstisnasız herkes çok mutlu görünüyordu. Bu sırada Besim Hoca cep telefonumdan arayıp, saat kaçta tören alanında olacağımızı ve kabaca tören alanı mevkiini sordu.. Coşku içinde kahvaltımızı yaptıktan sonra araçlara binip orman yolunun girişine kadar geldik. Burada Ege Orman Vakfı’nın sağladığı bir midibüs ile kapalı kasa bir kamyon ve bir pikap bizleri bekliyordu. Her ne kadar yüzeyi biraz düzeltilmiş ise de yüksek kasisler, derin çukurlar ve sert virajlar ile dolu, yer yer uçurumların kıyısından geçen toprak yolu kat etmemiz gene 20 dakika sürdü. Şirince manzaralı Orman alanımıza ulaştığımızda çok sayıda orman işçisi, çapalar, su kovaları, fidanlar ve Ege Orman Vakfı’nın astığı pankartlar ile karşılaştık. Getirdiğimiz pankart ve bayraklar ile Atatürk posterlerimizi açarak tören alanını doldurduk. Vakıf Genel Müdürü Metin Gençol bir konuşma yaptıktan sonra beni yanına davet ederek, sertifikam ile birlikte bir plaket verdi. Ankara Cumhuriyet Lisesi mezunları adına düzenlenen sertifika ile plaketi de doğal olarak Sevgili Ayten’e sundu. Tam o sırada Besim Hoca bir kez daha arayarak 3 dakika içinde havadan bizi selamlayacaklarını bildirdi. Bu haberi duyurduğum anda, hep birlikte başlarımızı göğe kaldırdık, gökyüzünde etrafımızı saran tepelerin ardında bir yerlerden beliriverecek küçük uçağın yolunu gözlemeye başladık. Gerçekten de aradan 3-4 dakika geçmemişti ki Şirince üstünden büyük bir kavis çizerek karşımızdaki tepenin ardından geçmekte olan bembeyaz bir uçak gördük. İlk geçişlerini 1 km kadar uzağımızdan yaptıkları için bizi göremediler. O sırada telefonla, bir kez daha konumumuzu bildirdiğimizde, tam da ikinci kavislerini yarıladıkları sırada bizi gördüler, Uçağın tören alanına doğru pike yapar gibi alçalıp yükselmesini, ardından da üzerimizde 2 büyük halka çizerek turlayışını alkışlar, zıplamalar, el kol sallamalar ve bağırışlar içinde zevkle izledik. Gerçekten harika bir sürprizdi.. Ardından, fidan dikimine geçildi. Katılan herkes en az birer fidan dikiyordu ama insanların diktikleri o fidanları sahiplenişleri, o sıradaki doğal – çocuksu tepkileri çok fazla duygu yüklüydü.. Sayın GENÇOL’un teşekkür konuşmasından sonra bayraklar, pankartlar, balonlar ve afişler ile donanmış ağaçlandırma alanımızda, fidanlarımızın arasında toplanıp rengarenk konfeti yağmuru altında hatıra fotoğrafımızı çektirerek, törenimizi de tamamlamış olduk.

Tören alanına bir pikabın arkasında, açık kasanın içinde gelmiştim, dönüşte kapalı kasa kamyona bindim. Aslında işçi ve malzeme taşımada kullanılan içinde karşılıklı iki sıra ahşap oturma grubundan başka bir şey bulunmayan bu kasanın arka kapılarından biri (hava almak ve etrafı görmek için) açıktı. Yola koyulmamız ile birlikte, hemen her virajda ya da her yavaşlamada, oluşan anaforun etkisi ile toz – toprak arabanın içine dolmaya başladı. Oysa, yukarı çıkarken böyle bir sorun yaşanmamıştı. Kadınlı erkekli 20 kişi, bu toza dumana aldırış etmeden sohbet ede ede orman yolu başlangıç noktasına kadar geldik. Araçlardan indiğimizde, üstümüz başımız, içimiz dışımız, saçımız kirpiklerimiz.. her yerimiz bembeyaz toza bulanmıştı.. Bir güzel silkelenip biribirimizin tozunu da silkeledikten sonra bir kez daha otobüs ve minİbüsümüze doluşarak Şirince’ye doğru yola koyulduk.   


Yemyeşil ormanlar arasındaki olabildiğince güzelliği ve şirinliği ile karşıladı bizi Şirince..
Uzaktan ya da yakından bakıldığında, bir bütün olarak da, her kesiti ile de muhteşemdi, büyüleyici güzellikte bir mekandı. Yer yer Arnavut kaldırımı döşenmiş, parke taşlı temiz sokakları, çok sayıda şarap evi, değişik ürünler satan dükkanları, yerli yabancı turistleri ile bir anda her yönü ile farklı, renkli ve capcanlı bambaşka bir dünyaya giriyordunuz sanki. Orada bulunmak bile başlıbaşına mutluluk veriyordu insana. O sokaklarda yürümek, dükkanlara girip çıkmak, ulusal ya da yerel çeşit çeşit hediyelikler, rengarenk kumaşları, çorabından havlusuna, nar suyundan eriştesine binbir çeşit ürünü görmek, eve ve eşe dosta bir şeyler almak, sırf alışveriş tutkusuna bağlanamayacak farklı mutluluklar veriyordu.. Üçerli beşerli gruplar halinde, neşe ve mutluluk içinde sokak sokak, dükkan dükkan yürüdükten ve özellikle çarşıyı fethettikten sonra köy meydanına ulaştık. Muhtarlık binasının hemen yanıbaşında, asırlık ağaçlar altında çay içmek ve örneğin gözleme yemek gibi bir mutluluğu yaşamamak olmazdı. Geçtik oturduk bir kahvehaneye. Önümüzdeki köy meydanının hemen arkasını otopark yapmışlar ve otoparkın arka duvarının önüne de boydan boya kavak ağaçları dikmişlerdi. 3 yıl içinde 3-4 metre kadar boy atmıştı bu ağaçlar. O ağaçları oraya dikmelerinin nedeni, arkada kalan ESKİDEN ORMANLARLA KAPLI ART ARDA DİZİLİ TEPE SİLÜETLERİNDEN OLUŞAN YEŞİL DENİZİN YANMIŞ OLMASIYDI. “10 - 15 yıl sonra , o kavaklar kesilir ve arkalarında ACL’lilerin bu yıl diktiği fidanlardan oluşan yemyeşil orman manzarası ortaya çıkar işte” diye düşünmeden edemedim.

..ve bir kez daha araçlara binmek üzere toplandığımızda, arkadaşlarımı daha bir mutlu görünce hiç şaşırmadım ; Hemen her girdiği şarap evinde değişik lezzetler tadan, bu arada hafif çakırkeyif olan herkesin şarabın da etkisi ile çok daha coşkulu olması doğaldı.

Böylece, hiçbir aksaklık olmadan her geçen dakikasını daha bir mutlu ve coşku dolu geçirdiğimiz harika bir günü geride bırakıp, sabah buluştuğumuz Alsancak İskelesi önünde araçlardan indik. Mutluluk ve dostluk duyguları yüzlerden okunabiliyordu..

 Yavuz Oran

(devam edecek)

9 Ekim 2011 Pazar

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 6

Zanzibar’dan dönüyoruz. Havaalanı kulübeden hallice. Ama X-Ray var. Geçtik içeri uçağı bekliyoruz. Hoca panikle yanıma geldi. Saatim. Saatim kayıp!. Bilinir, kıymetlidir hocanın saatleri. Dur dedim hoca. Panik yapma. Buluruz.

Gitim X-Ray’deki görevlilere. Dedim; hoca buradan geçerken unutmuş. Nerde saati? Yok! dediler. Eyvah.. Şimdi film kopacak. Hoca kükredi. 1,90 boyu ve iri cüssesi ile 1,45’lik kadının tepesine çıkarak Sen! dedi. Sen buradaydın. Sen aldın saati. Döndü bana “Bu karı aldı. saati. Sööle ona. Tercüme et” Döndüm kadına “Siz buradaymışsınız. X-Ray’den geçerken saati görmüş olmalısınız” Yok dedi kadın. Görmedim. Ben de hocaya aktardım. Hoca daha da hiddetlenerek “Söyle o karıya s.....mesin belasını. Çıkarsın bi tarafından o saati. Yoksa...” Hocam dur bi dakka. “Hanımefendi, beyefendi diyor ki; siz saati görmüş olmalısınız. Çok rica ediyor. Lütfen bulmasına yardım edin”



Kadın yok diyor başka bişi demiyor. Eyvah!. Polis de geldi. Uçağın kalkmasına sadece 15 dakika var. Polis diyor ki “Arzu ederseniz merkeze gelin, şikayetçi olun, ifadenizi alalım” E sonra? Bir sonra ki uçak haftaya. Onda da yer bulursak. Hocama bunu da tercüme ettim. Hocam “Bak bu polise de söyle. S.....mesin belasını. Arasın bu kadının üstünü. Saat onda. Çıkar lan karı!!!.” Hocam bi dakka bi müsaade. Tercüme edeyim…. Hay bin kunduz. N’apsam? Döndüm polise. Dedim “Saatin değeri 50.000 euro” Hoppaaa. Saatin değeri 50.000 euro deyince ortalık bir karıştı. Polis hepimizi çağırdı; “Buyurun ifadeye”



Bu arada herkes uçakta. Uçak da 20 kişilik pırpır. Pilot yanımızda; bana soruyor ilk ağızdan; Sizi bekliyoruz. N'apalım? Dedim, sanırım bu hafta buradayız. Ama yine de sordum Hocama. N’apalım Hocam?. Kal de kalalım. düşündü… S..tret i.neleri. Yürü gidelim.



Gideceğimize mi sevinelim, 50.000 euro’luk saate mi üzülelim bilemedim ama tek adımda atladım uçağa. Hocam uçak kalkar kalkmaz tuvalette bir elini yüzünü yıkadı. Geldi oturdu yanıma. Yüzüme bakmadan konuştu.



- Cem
- Efendim hocam
- Saat
- Eee?
- Cebimdeymiş…
- ???? !!!! %&/(/&% Neyse hocam 50.000 euro kurtuldu
- Yok be oğlum. Ne 50 bini. Bizim Yücel'le Eminönü’nden almıştım. 15 TL.

Cem Polatoğlu

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 11

Belki en başta söylemem gereken şöyle bir uygulamam da vardı : Kampanyaya başlamadan önce Word ortamında fazla ayrıntısı olmayan YAPILACAK İŞLER ve TAKİP sayfaları açtım. Bu sayfalır i KAMPANYA ve AÇILIŞ TÖRENİ ana başlıkları altında ikiye böldüm. Her bölümün içinde de kendi  alt başlıklarını oluşturdum. Böylece, günlük rutinlerimi eksiksiz takip edebildiğim gibi, aklıma gelen her türlü ihtiyacı, sorunu ve uygulamayı da sıraladım.. Örneğin, Ege Orman Vakfı. Ayrıca tören için sadece şanlı bayrağımız ve Atatürk posteri ile yetinmemeliydik. Afişlerimiz, pankartımız, balon ve konfetiler de olmalıydı. Otobüslerin ön camında bir yazı, konukların yakalarına iliştirilecek bir rozet harika güzel olurdu. ACL ORMANI tabelası da vardı. Bütün bunların grafik çizimleri ve bastırılması da gerekiyordu. Allahtan daha lisedeyken Ülkü dergisinde başlayan, sonra üniversitede öğretmenlerimin kitapları ve nihayet Ankara Barosu Dergisi yayım kurulunda süren ve çeşitli vesilelerle hala daha içinde olduğum, aşinalıktan öte bir “kesintisiz basım – grafik” deneyimim vardı. Hurufattan bilgisayara uzanan bu müthiş sürecin her aşamasında adım adım “espas, katrat, mizanpaj” gibi terimleri öğrenmekle kalmamış, dizgicilikten, tasarımcılığa pek çok işe kıyısından köşesinden girmiş, teknik resim kursu ile de desteklenmiş işe yarar bir deneyime sahip olmuştum. Bütün bunlar için gerekli giderleri arkadaşlarıma yansıtmak, icat çıkarır gibi yeni bir kampanyaya kalkışmam kadar anlamsız ve hatta ayıp bile olabilirdi. Mademki tek başıma yola çıktım, sonuçlarına da katlanacak, maddi anlamda da ne var ne yoksa üstlenecektim. 



Yönlendirme tabelalarını, tabelaları, afişleri , pankartları, otobüslerin ön camlarına konulacak bannerleri ve rozetleri tek tek ve art arda hazırladım. Sonra bunları yaklaşık 10 yıldır çalıştığım BİZ DİGİTAL unvanlı şirkete e- posta ile gönderip üzerlerinde çalışmalarını istedim. Rozet dışındaki bütün çizimlerimi aynen benimsediler. Bunlara ilişkin son rötuşlar için BİZ DİGİTAL’e bizzat gidip r zaman ayırmam gerekti. Rozet konusundaki önerim her ne kadar kabul edilmese de, gösterdikleri 15 ‘e yakın örnek arasından seçim yapıp, şunun şurasını, bunun burasını alalım dediğimde de ses çıkarmadılar. Böylece, yaklaşık iki gün içinde ne var ne yoksa baskılı olarak hazır edildi. Tabelaların metal aksamını Ege Orman Vakfı sağlayacağından, basılı (arkası yapışkanlı ve dış etkenlere dayalı) tabela yazılarını Vakfa gönderdim. Açılış töreni sırasında ortama bir renk katacağı düşüncesi ile çok sayıda balon ile, birkaç adet konfeti tüpünü de hazır edip, afiş ve pankartlar ile birlikte, hepsini topluca ambalajladım.

Bu aşamada, Gönül Saray’ın girişimleri ile Selçuk Belediyesi’ne ulaştık. Başkan ile bir türlü görüşemesek de, Başkan Yardımcısı Kahvaltımıza ve törenimize eşi ile birlikte katılacağını ve Selçuk İzmir Karayolundan ayrılan orman yolu girişine metal bir tabela yaptırabileceklerini söylediği halde, sonraki günlerde telefonlarımızı yanıtlamadı ve bizi aramadı. Dolayısıyla, Selçuk Belediyesi o tabela için de hiçbir katkıda bulunmadı. Bunun üzerine, törenden bir gün sonra Gönül Saray, gazetedeki haftalık köşe yazısında “Selçuk Köy, Şirince İlçe olmalı” başlığı altında, eleştirilerini dile getirdi..

Açılışa 10 gün kala, otobüs firmaları ile de fiyatta anlaştım. Ama ne anlaşma ! Kampanya boyunca maddi ve manevi olarak yaşadığım en büyük sorun bu oldu aslında. Çünkü, Facebook’da tören için bağımsız bir sayfa açmış ve herkesi özellikle o sayfaya yönlendirmiş olmama rağmen, çok az sayıda arkadaşım bu sayfaya ulaşarak katılıp katılmayacağını (ya da belki katılacağını) bildirmişti. Çoğunluk ACL mail grubuna maillerime, Facebook’daki kişisel ya da illüzyon sayfama, cep telefonum ile ev ve işyeri telefonlarıma ulaşarak bilgi veriyordu. Art arda birkaç duyuru yapıp, katılım durumunun 16 Ekim Akşamına kadar kesinleştirilmesini talep ettiğim halde, 15 Ekim sabahında hala facebook kanalıyla 65 kişi, diğer kanallarla ise 45 kişi katılacağını bildirmişti. 256 kişi ise belki katılacağını beyan etmişti. Ulaşabildiğim bütün platformlarda, art arda birkaç duyuru yapman sonrasında, katılacaklar 107, belki katılacaklar ise 170 kişiye düşmüştü ! Gerçekten, cok sayıda arkadaşım, neler ile nasıl uğraştığımı bilmiyor ve katılma durumunu kesinleştirmek zahmetine bile katlanmıyordu. Böyle olunca, 23 Ekim 2011 sabahı Alsancak İskelesi önünde belki katılacaklar arasından 50 kişilik bir grup çıkıp geliverse “ne halt” edecektim ? Bir otobüs 43 kişi aldığından, 2 otobüs ve bir midibüs ya da 2 otobüs 3 midibüs mü kiralamam gerekiyordu ? Bunun bir hayır işi olduğundan başlayan uzun diller döktükten sonra, 2 otobüs ve 1 midibüs için kaparo verip, en geç 20 ekim günü kesinleşecek duruma göre kaparonun ödemeye mahsubu için mutabakat sağladım. Sonraki bir hafta boyunca herkesi tek tek arayıp, ayrıca durumunu kesinleştirmeyenler için koltuk tahsis edemeyeceğimi KESİN BİR bir dille duyurarak KATILACAKLARIN sayısını olabildiğince kesinleştirmeye çalıştım. Bir de katılacağını beyan eden, ama eşi, çocuğu ya da bir yakını ile çıkıp geliverenler olacaktı. Duyurularımda, bu riski asgariye indirecek uyarılara özellikle yer verdim. Nihayet kesin olarak katılacakların sayısının azami 85 olacağı kanısına vardım. Hesaplamalarım yanlış çıkarsa, B planımı da devreye sokup, 1 otobüs (43 kişi) + 1 midibüs (23 kişi) ve 4 özel otomobil ile olayı çözebileceğime kanaat getirdim. Benden başka Nilgün BOSTANCI, Kayınbiraderim ve 2 kuzenimin de arabalarını Alsancak İskelesi önünde hazır etmelerini sağladım. Ayrıca, bir başka arkadaşımın arabasını daha ayarladım. Bu kez bir bambaşka bir sorun daha doğdu : Katılacağını bildiren arkadaşlarımın sayısı örneğin 30 kişide kalabilirdi.., Bu risk, diğerine göre o kadar önem taşımıyordu. En fazla, verdiğim kaparo yanardı..

Yaptığım araştırmada, şehir içi öğrenci servis araçlarının il sınırları dışında taşımacılık hizmetleri veremeyeceğini öğrendiğimden, otobüs ve minibüslerin buna uygun olmasını şart koşmuştum. Ama 20 Ekim’de araç sayısını kesinleştirmek için firmayı aradığımda, buluşma noktasında bekleme yapmalarından sorun çıkabileceğini fark ettim. Bunun üzerine, konak kaymakamlığına bir dilekçe yazdım. Doğrudan kaymakamın havalesini aldıktan sonra, Konak İlçe Emniyet Amirliğinin ve son olarak da İl Trafik Şube Müdürlüğünün onaylatarak, kortejdeki bütün araçlar için şehir içi giriş ve park izin belgelerini aldım.

Bu arada, aylar öncesinden, 23 Ekim gününe ilişkin bir hava tahmininde bulunmuş, bu tahmin için son 30 yıla ait bütün 23 Ekim’leri tek tek incelemiştim. Açılış törenine birkaç gün kala, gökyüzü giderek karardı ve özellikle 19 ve 20 ekim günleri bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. 21 ekim öğleden sonra hava açtı. 22 Ekim günlük güneşlikti.. Aynı gün Sevgili Halit Öner’den bir e-posta aldım. Törene katılamayacağını ama Besim Ergüven hoca ile birlikte gökyüzünden bir sürpriz yapabileceklerini yazıyordu.

Yavuz Oran
(devam edecek)


YAŞASIN OKULUMUZ : Saadet Ülgenalp ve Bir Anı

1970 yılında dil kursiyeri olarak Londra’da bulunuyordum. Sıla hasreti çektiğim bir anda, Londra Halkevi’nde her Cumartesi akşamı Türk’lerin toplandığını öğrendim. Bir hafta sonu ziyarete gittim. Türkiye Büyükelçiliği yanında Halkin sokaktaki iki katlı bina çok kalabalıktı. Londra’daki Türk öğrenciler çoğunluğu teşkil ediyorlardı. Aralarında Türk sempatizanı İngiliz’ler de vardı. Sohbetler ediliyor, değişik salonlarda Türk Müziği icra ediliyor,  Türk halk dansları öğretiliyordu. Birden şarkı söyleyen grup arasında tanıdık bir simayı gördüm. Ankara Cumhuriyet Lisesi kurucu müdiremiz rahmetli Saadet Ülgenalp karşımdaydı. O da beni görünce yerinden fırladı ve birbirimize sarıldık. Talebesi ile gurbette karşılaşmaktan dolayı yüzünde gülücükler açmıştı. Beni orada görmekten dolayı çok sevinmişti. Saadet Hanım da MEB tarafından dil kursiyeri olarak Londra’ya gönderilmiş. Her Cumartesi mutlaka Halkevi’ne gelmemi ısrarla istedi. Ben de hocamın isteğini mümkün olduğunca yerine getirdim. Saadet hanımın isteği ile beraber el ele folklor da öğrenmeye başlamıştık.

   

Saadet Göbelez Ülgenalp Bahçelievler Ortaokulu döneminde de müdiremizdi. Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin kuruluşunda çok büyük gayretleri olmuştur. Ortaokul liseye dönüştürüldükten sonra 1959 – 1963 yıllarında ACL müdireliğini de yapmıştır.

Kendisi çok sosyal bir insandı. Geziler organize eder, hafta sonları okulda çay partileri tertipler, müzik gruplarını ve tanınmış kişileri konuşmacı olarak davet eder, biz talebelerinin iyi yetişmeleri için tüm imkânlarını kullanırdı. Tatlı sert bir mizacı vardı. Talebelerine daima sevecen yaklaşırdı.



Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin kuruluşunun 50. yılını kutladığımız bu günlerde sevgili müdiremiz Saadet Göbelez Ülgenalp’ı sevgi ve rahmetle anıyorum. Bizlerin yetişmesinde çok büyük emeği vardır. Ankara- 06.10.2009



Mehmet Hamurkâroğlu - ACL 1963


8 Ekim 2011 Cumartesi

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 5

Bangkok’da Tayland partner acentacımla birlikteyiz. Hocama Bangkok’un Patpong ve civarlarında ki meşhur! eğlence yerlerini tanıtıyoruz. Üç, beş bar’a girdik. Pinpon topunu bardağa basket atmaca’dan, balon patlatmaya, kola kapağı açmaktan, jilet çıkarmaya tüm barlarda aynı show’u gören hoca sıkıldı.
Sordu;

- Kardeş. Sizin buralarda daha enteresan, daha ilgi çekici show yok mu?
- Sukhumvit Road’da bazı enteresan barlar var dedi acentacım.
- Eğer yine aynı show’larsa hiç yorma bizi.
- Hayır. Ama sonradan neden bizi buralara getirdin demeyin.


Neyse çıktık yola. Sukhumvit Road’dayız. Acentacım buldu bir bar ama hocamın içi rahat değil. Dedi, sor bakalım; Şöyle canlı canlı bişiler var mı? Evet dedik ama hocayı ikna etmek zor. Çağırdık barın kapısında bekleyen çocuğu. Gel bakalım!. İngilizceyi de bir kenara bıraktık. Sol elimizi yumruk yapıp sağ elimizle üstüne bir şaplak çaktık, ardından yumruğun içinden işaret parmağımızı geçirdik, olmadı bir de klasik çift yumruğumuzu birkaç defa kendimize doğru çektik, ses ve mimiklerle de destekledik. Kapı görevlisi de bu “yarı internasyonal yarı Türk” beden dilimizi teyid edince hoca nihayet ikna oldu. İkna oldu ancak dışarı çıktığında geçirdiği şok’tan ötürü 2 saat konuşamadı. Ee n’apalım? Kendi istedi kendi buldu.


Cem Polatoğlu

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 10

Şuna da değinmeden geçemeyeceğim : Böyle bir işe hele hele tek başına soyunmak gerçekten çok büyük bir sabır ve dayanıklılık gerektiriyor. İnsanlar, başlığını dahi okusalar yanıtını bulabilecekleri en basit konular için bile eleştirel bir yaklaşımla sorular yöneltiyorlar ve genelde “madem ki bu işe soyundun hadi bakalım anlat ya da hallet” mantığı içinde hareket ediyorlar, ASLA “bu adamı Allah yarattı” demiyorlardı. Sadece bu iki nedenden dolayı, ileti ya da telefon yolu ile yanıtlamak zorunda kaldığım sorular, genel toplamın yüzde 80’inden fazladır sanıyorum. 


Ayrıca, onca duyuruya, çağrıya ve olumlu tepkiye rağmen, kimi okuldaşlarımın adeta kampanyayı görmezden gelerek hareket ettiklerini, olumlu olumsuz hiçbir tepki vermediklerini de gözlemledim. Hala daha, ASLA (BİR TÜRLÜ) AKIL ERDİREMEDİĞİM TEK HUSUS “ACL platformlarında sürekli boy gösteren, en baba ACL’li geçinen ve kimi konularda bütün okuldaşlarını uyarıp yönlendirme yetkisini de kendisinde gören en bildik okuldaşlarımdan bazılarının, ACL ORMANI İÇİN NEDEN KESİNLİKLE kıllarını kıpırdatmamış olduklarıdır.
Bu gerçek ile birlikte ayrıca, şu yedi gerçeğin daha farkına vardım :

Birincisi, bu tür “camia içi kampanya”larda, ağırlıklı olarak, daha önce bir şekilde aynı platformu paylaştığım kişiler bağışta (ya da daha büyük bağışlarda) bulunuyorlardı. Böyle bir geçmişi paylaşmadığım okuldaşlarım, bağış yapan grup ile geçmişteki iletişimsizlikleri ölçüsünde kendilerini kampanyanın dışında sayıyorlardı. Oysa, kampanyanın adı bile ACL ORMANI idi.

İkincisi : Bana göre etkin bir potansiyel bağışçı olan bir arkadaşıma kişisel düzeyde davet iletisi gönderdiğim zaman mutlaka, hatırı sayılır bir bağış ile karşılaşıyordum. Kimi insanlar özel bir ilgi bekliyor ya da ancak kendilerine özel bir ileti aldıklarında harekete geçiyorlardı.
Üçüncüsü : İstekli ve hatta çok istekli olsalar bile, bağışta bulunmak yönündeki adımları erteleyen ya da bu konuda yapılacak işlemler için üşenenlerin grubu idi.

Dördüncüsü : Bağış yapmayan kişiler, bir başka şekilde topluma katkı sağladıklarını düşünüyor, bu nedenle fidan bağışında bulunmayı gerekli görmüyorlardı.
Beşinci ve en önemli olan husus ise, BENİM BAĞIŞIMDAN NE OLUR mantığından kaynaklanan ve ne yazık ki camianın yüzde doksanına egemen olan anlayış olsa gerekti; Kendi bağışlarını o denli önemsiz gördüklerini anlamaları için, “17.000 kişi sadece 10’ar TL bağış yapsa 170.000 TL = 42.500 fidan eder” gibi somut örnekleri sık sık ve göze batacak şekilde vurgulamak gerekiyordu. Bu arkadaşlarımızı harekete geçirmenin en iyi yolu, “kendilerine özel”, katkılarının anlam ve önemini anlatan, ayrı bir ileti ile ulaşmak oluyordu ; 5 ya da 6 kez deneyip her keresinde sonuç aldığım bu yöntemi geliştirerek, 6 çeşit tablet ileti hazırladım. Bu iletileri bana yardımcı olmayı kabul eden 6 arkadaşıma geçtim. Onlar da biri hafta sonuna rastlayan 3 gün boyunca, biribirlerinden habersiz imiş gibi, bu iletileri birer kez BENİM BAĞIŞIMDAN ne olur düşüncesini taşıdığına inandığımız okuldaşıma gönderdiler. Deneme amaçlı bu uygulamadan yüzde yüze yakın sonuç aldığımızı gördüğümüz için, önümüzdeki günlerde artık ikinci bir bağış kampanyası düzenlemek ile birlikte sürekli olarak sadece bu kitleyi hedef almanın ve sadece bu yöntemi uygulamaya geçirmenin yararlı olacağı kanısını taşımaktayım. Bugün bana sorsalar, hiç düşünmeden “Bir kampanyanın başarısı ya da büyük başarısı, sadece “benim bağışımdan ne olur” mantığının aşılmasına bağlıdır” derim.

Kanımca, gerçekten 48,- TL ödeme gücü olmayanlardan oluşan Altıncı bir gruptan söz etmek de yanlış olmayacaktır. Nitekim, durumunun iyi olmadığını bildiğim ya da doğrudan beni arayıp “aslında çok daha fazla bağış yapmak istediğini ama tek kuruş ödeme olanağının bulunmadığını” bildirerek özür dilemek nezaketini gösteren arkadaşlarımın sayısı da az değildi.

“Yavuz Oran’ı sevmeyen ya da çekemeyenler ile kendi yazılarına ya da etkinliklerine Yavuz Oran’dan yanıt ya da katkı alamadıkları için Yavuz Oran’ı cezalandırma mantığı ile hareket eden sayılı kişi”nin yer aldığı yedinci grubu da bu listeye eklemek yanlış olmayacaktır.


Bu duygu ve düşünceler ile ACL ORMANI’mızın açılışını yapacağımız 23 Ekim 2010 tarihine doğru yaklaştıkça AÇILIŞ TÖRENİ’ne ilişkin program ve etkinliklere ağırlık vermeğe başladım. Bu bağlamda facebook’da ve google grubunda yer verdiğim duyurular da bağış miktarlarını artırıyordu.


O sırada sevgil Ercan Deva, Hürriyet Ankara Ekinde ACL ormanı ile ilgili olarak bir haber yayımlandığını, gazeteleri postaya verdiğini bildirdi. Sevgili Sökmensüer’in katkıları ile çıkan bu haber de aynen şöyleydi :

                                               Bu HABERİ YÜKLE ..


Bu süreçte günler, geceler, haftalar ve aylar boyu evimde ve işyerimde (sadece ofis sekreterimden aldığım kısıtlı katkı dışında) akla gelebilecek ne var ne yoksa her şeyi kendi başıma kotarmak zorunda kaldım. İzmir’de yaşadığım, taahhütleri toplamak için tek bir adres vermek ve bağışları da tek elden takip etmek zorunda olduğum (ve hatta başka bir arkadaşımdan yardım almam belki de ayrı külfetler doğuracağı ve gerekli alt yapının çok kısıtlı bir zaman sürecinde oluşturulması gerektiği) için, bir ekip oluşturma şansın hiç olmadı, tek elden bütün organizasyonun üstesinden gelmekten başka çarem yoktu. Esasen kampanyaya başladığımız 14 Eylül’den 23 Ekim’e kadar bir şeyler yapabilmek için örneğin kurullar ve alt kurullar oluşturmaya, bu kurullar eliyle bir marka, bir slogan, bir bilgilendirme formu ve bir vekaletname ve taahhütname düzenlemeye ve bunu uygulamaya kalksak birkaç nedenden dolayı bu kadar başarılı olamayacağmızı bile düşünüyorum. Çünkü, yeterli zamanımız yoktu, çünkü işin içine başka külfetler girecekti ve muhtemelen pek çok konuda dağılacaktık, üstelik elimde internet gibi mükemmel bir araç ve kendime güveniyordum. Aslında, bu kampanyada bana yardım edebileceğini umduğum arkadaşlarımı göz ardı etmeyerek yola çıktığımı ummuştum ama kendi ormanımı oluşturmuş olmam bu işi yapacak kişi olarak gene beni adres gösterdiği gibi, kampanyayı başlattıktan hemen sonra (belki biraz yoğun çaba harçamak kaydıyla) bu işi tek elden götürebileceğime ve hatta tek elden götürmemin daha yararlı olacağına kesin olarak inandım. Gelen ilk bağışlar ve tepkiler ile birlikte, kampanyayı bu şekilde sürdürmeyi uygun gördüm.

Bu arada sevgili Remide benden söz ederken Yavuz OR(M)AN, sevgili Gürcan da Manisa Tarzanı sözcüklerini kullanıyorlardı.

Yavuz Oran
(devam edecek)






YAŞASIN OKULUMUZ : ÖĞRETMENLERİMİZDEN

Fizik öğretmenim Bahattin Örnekol


1962-1963 ders yılında 6 fen b son sınıfta okurken fizik dersimize çok değerli bir fizik hocası geliyordu. Sorbon Üniversitesi mezunu Bahattin Örnekol. Milli Eğitim Bakanlığı’nın çeşitli kademelerinde görev almış, fizik eğitiminin gelişmesinde katkıları olmuş, Haydarpaşa Lisesi (1945-1954) ve Ankara Koleji’nde müdürlük ve DP Sivas Milletvekilliği yapmış çok değerli bir fizikçimizdi.


Lisemizin faaliyete geçtiği yıl Almanya’dan bir vakıf tam teşekküllü fizik laboratuarı malzemelerini hibe olarak göndermişti. Malzemeler iki yıl boyunca sandıklar içinde tiyatro salonunun bir köşesinde bekledi. Basit birkaç deneyin dışında fizik öğretmenlerimiz bu malzemelere dokunmadılar. Bahattin hocamız malzemeleri bulduğunda çok sevindi. Üst kattaki en büyük oda fizik laboratuarı olarak tahsis edildi. Hocamız beni de kendisine asistan olarak seçti. Hocamızla beraber sandıkları açtık ve malzemeleri de teker teker dolaplara yerleştirdik. Daha sonra okuldaki tüm fizik hocalarını toplayıp malzemelerle nasıl deneyler yapılacağını büyük bir zevkle anlattı.


Lise sonda tüm fizik derslerimizi laboratuarda yaptık. Her konuyu deney yaparak öğreniyorduk. Çok iyi bir fizik eğitimi aldık. Lise sonda aldığım fizik bilgilerini her zaman kullanıyorum.


Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin web sayfasına baktığımda şu anda bir fizik laboratuarının mevcut olmadığını üzülerek tespit ettim. Şimdi talebeler dershanelerde ve okullarında deneysiz fizik öğreniyorlar ve sadece test çözüyorlar. Laboratuarsız ve deneysiz fizik dersini kabul edemiyorum.


Öğrenimimizde bize büyük katkılar sağlayan Fizik öğretmenimiz Bahattin Örnekol’u da anmış ve tanıtmış oldum.


İlgili arkadaşlar hazırlanan ACL öğretmenleri listesine Bahattin Örnekol’u da dahil etsinler.


Sevgilerimle,

Mehmet Hamurkâroğlu - ACL 63





7 Ekim 2011 Cuma

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 4

Bu kez İsviçre Lugano'dayız. Kadroda Erman hocamın İtalya'da okuyan oğlu Fırat'da var. Araba kiraladık. Yolları bilmiyoruz diye GPS aldık. Ancak buralarda GPS faydasız. Çok karışık yollar. Ayrıca biz göl kenarından gidiyoruz. Alet "Sağa keskin dön" diyor. Göle yani...

Hoca sağ olsun her seferinde bir şekilde bizi doğru yola sokuyor. Bir, üç, beş. Dedik biz göle düşmeden bu GPS’i bagaja koyalım. Nasıl olsa Hoca var arabada. Her akşam merkezde eğleniyor, geceyarısı 2, 3 gibi merkezden uzakta ki otelimize dönüyoruz. Hoca enteresandır. Sabaha kadar eğlensin, cin gibidir. Ancak ne zaman arabaya biner, kafayı koyar. Küt.. gitti. Uykuda. Dedim ya yollar karışık. Her kavşağa geldiğimizde "GPS_Erman"ı uyandırıyoruz.


- Hocam.. Şştt. Hocammmm.
- Hı ?
- Sağ-sol-düz?
- Sol. Horrr.. pışşşh.
- Şimdi?
- Iıı düz. Horrr.. pışşşh


3 Gün kaldık İsviçre’de. Bir gün ve bir kez yolu şaşırmadı hoca. Nerden bilir, nasıl hisseder muamma.

Cem Polatoğlu

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 9

Sevgili Ercan Deva’nın bu yazısını aşağıdaki şekilde okuldaşlarıma geçtim :  

. H A B E R L E R .
Okuldaşımız, Sevgili Ercan Deva’ya teşekkürler..




Linki kopyalayıp adres çubuğuna yapıştırınız :


Büyük bir sürpriz, mutluluk ve onur yaşadığım bu yazının ardından, Ercan kardeşimden destek içeren çok sayıda ileti de aldım. Bununla da yetinmeyen Ercan, Hürriyet Gazetesi Ankara eki koordinatörü (okuldaşımız) Yaşar Sökmensüer’in de haberdar olmasını sağlayıp, 29 Ekim 2010 tarihinde çok güzel bir haber röportajın yayınlanmasında büyük bir katkı verdi..

Kampanyayı düzenleyen kişi olarak örnek olmam gerektiğin inancı ile (adımı taşıyan ormanı bahane etmeyip) ACL’nin bir parçası olduğumu da vurgulamak için, bağış listesinin ilk bağışçısı olarak 100 fidan = 400 TL tutarında bir bağış taahhüdünde bulundum.

Bu iletimi alır almaz gözyaşları içinde beni telefonla arayan Sevgili Gönül Saray da 400 TL bağış yapmış ve listenin 2. sırasına yerleşmişti.. Ardından, gene telefonla arayan Sevgili Canan Çaygöz ERENMEMİŞOĞLU da Ege Orman Vakfı hesabına 400,-TL bağışta bulunduğunu bildirdi. Bir anda, özellikle 1971 mezunlarının ve buluşma gruplarımızda yer alan arkadaşlarımın yoğun ilgisi ile başlayan ve ardı arkası gelmeyen bir bağış salgını başladı ki, inanılır gibi değildi.

İnanılmaz gibi olan gerçek ise tek başıma üstesinden gelmemin imkansız olduğunu sandığım müthiş bir e-posta, face book mesajı, sms ve telefon trafiği ile karşılaşmış olmamdı.

Çok garipti ama gönderdiğim iletileri alan arkadaşlarımın yüzde 30 kadarı ekleri okumuyor,
bağışlar ile ilgili en basit konularda bile akla hayale gelmeyecek sorular yöneltiyordu. Sabırla, ısrarla ve inançla her birini tek tek yanıtlıyordum. Bu arada, gündüzleri fırsat bulduğumda ofisimde, eve girdiğim andan itibaren de sabahlara kadar, günde en az 7 – 8 saat KAMPANYA ile ilgili çalışmam gerekti. O kadar ki, ilk on gün boyunca, istisnasız her gece sabaha karşı 04 ya da 05’den önce başımı yastığa koyamadım. Üstelik, her sabah 07.30 gibi yataktan çıktığımdan 2.5 – 3 saatlik uyku ile yetinmek zorunda kaldım. Bu süre boyunca büro sekreterim ağırlıklı olarak ACL bağışları ile ilgili olarak hizmet verdi. Eşim de, örneğin bağış miktarlarını bağışçıları düzenlemek gibi (ikimizin de giderek hiç sonu gelmeyeceğine inanmaya başladığımız) katkılarda bulundu. Çok kısa bir süre içinde 1., 2. korularımızı tamamlayacak kadar nakit bağış ve taahhüde ulaştığımızı gördüğümde, o güne kadar hiç yaşamadığım bir mutluluk duygusuna kapıldım. Günlerdir yorgun ve uykusuzdum ama yaşamım boyunca hiçbir zaman bu kadar keyif veren bir iş yaptığımı anımsamıyorum. Duyduğum haz ve mutluluk ve hele bağış listelerinde genel toplamları alırken aldığım keyif tarif edilemeyecek kadar muhteşemdi. Her gün, ACL ORMANI’na ilişkin olarak, tahhütnameleri ve varsa ödeme makbuzlarını 2’şer nüsha tasnif edip, bağış listelerine arkadaşlarıma aktarmak, A-4 kağıtlara ayrıntıları dökmek, bunların birer nüshasını Vakıf’a iletmek, Vakıf banka hesabına yapılan ACL ibareli ödemeleri elimdeki taahhütnameler ve/veya ödeme makbuzları ile karşılaştırmak, çok sayıda iletiye, mesaja, telefona yanıt vermek ve gelişmelere göre hemen her gün e-posta ve facebook grupları ile ACL sosyal ağına yeni iletiler geçmek.. rutin işlerim arasındaydı.. Ayrıca, hemen her gün, özellikle kargo şirketleri kanalı ile gönderilen taahhütnameleri (ve makbuzları) almak, merakla bağış miktarlarını görmek ve üzerlerine iliştirilmiş kısa ve özlü takdir ya da teşekkür notlarını okumak da harika bir duyguydu..

Kampanya’nın 10 gününden sonra, kredi kartı ile ödeme uygulamasını da devreye soktum. Bu yolla, 1.5 koru yapacak kadar ek bağış sağladığımızı gördüm.

Kampanyamızın 20’inci gününe geldiğimizde 3. korumuzu tamamlayıp, 4. korumuza ulaşacak kadar TAAHHÜT almıştık.

Gelişmelerden son derece etkilenen Genel Müdür Sayın Gençol, bu işi nasıl becerdiğimizin merakı içinde olduğunu da dile getirerek takdir ve teşekkürlerini iletmek üzere büroma ziyarete geldiğinde, dünyalar benim olmuştu sanki..

Kampanya’nın bu denli başarılı olmasında, sürekli ve yakın dostluk ilişkileri içinde olduğum arkadaşlarımın etkin katkılarını yadsıyamam. Doğal olarak, bağışta bulunanların büyük çoğunluğu geçmişte bir şekilde iletişim kurmuş olduğum okuldaşlarım idi.    


Tam da bu aşamada, 3 okuldaşımız son derece nazik bir şekilde “kampanyaya ilişkin ileti bombardımanına biraz ara verseniz” önerisini getirdiler. Günlerdir, doğru dürüst uyku yüzü görmeden kimi asıl işlerimi erteleme bahasına, o iletileri yazmak için çaba harcıyor ve her iletinin başına mutlaka ACL ORMANI yazdıktan başka, iletinin içeriği hakkında da bilgi veren (örneğin BAĞIŞ LİSTESİ) gibi bir içerik notu da ekliyordum. Demek ki isteyen herkes, başlık ya da içerik ile ilgilenmediği taktirde sadece sil butonunu tıklayarak iletiden kurtulabilirdi, Belki, ACL ORMANI ibaresini görmek dahi onları rahatsız etmiş olabilirdi,. Üstelik bu yakınmaları yapan üç okuldaşım da hiç bağışta bulunmamış kişilerdi. Ayrıca, herkes bilemediğim kendi dünyasında, kendisine, ailesine, insanlığa karşı olan katkılarını bilemediğim bir başka şekilde dile getiriyor da olabilirdi. Hiç kimseyi, hiçbir nedenle bağışta bulunmaya zorlayamaz ve bağışta bulunmadığı için kınayamazdım.
Ayrıca, öyle ya da böyle ileti kirliliği yaratarak birilerini rahatsız etmek gibi bir hakkımız olmadığını düşünerek, gönderdiğim ileti sayısını (onda bire indirecek kadar) azalttım. Artık sadece ve arada sırada önemli gelişmeleri yansıtmaya başladım. Bu kez de, kampanya ile ilgili bağış listelerinin neden yayınlanmadığı yönünde eleştiriler almaya başladım. Bu aşamadan sonra bağış listesi yayınlamanın teşvik edici bir yönü olmadığı kanısına da vardığım için, bir sürü ayrıntı içeren bu liste yerine, ulaşılan koru sayısını bildirmekle yetinerek ve açılış törenine ilişkin haberlere ağırlık vererek, hem konuyu gündemde tutmaya hem de bir şölen havası içinde yaşanacak olan bu törene katılımı artırarak (konuyu gündemde tuttuktan başka) tören sonrası oluşacak olumlu havayı bağışlara dönüştürmeyi hedefledim.

 
Böylece, 20 gün boyunca, ACL camiasının müdavimi olduğu bütün platformlarda, her gün en az 2 ACL ORMANI haberinden ve 1 bağış raporundan oluşan aralıksız bir bombardıman süreci yaşandı. Bu gönderi yoğunluğunun ilk haftasından itibaren, ilgilenmeyen ya da sıkılan okuldaşlarımıza rahatsızlık vermemek için, her iletinin konusunun başında ACL ORMANI ibaresine de yer vermeye başladım. Bu uygulamaya rağmen, kampanyanın 21’inci gününe geldiğimizde, 3 okuldaşımız (biribirinden habersiz ve ) son derece nazik bir şekilde “kampanyaya ilişkin ileti bombardımanına biraz ara verseniz” önerisinde bulundular ! Haftalardır, doğru dürüst uyku yüzü görmeden kimi asli işlerimi erteleme bahasına, o iletileri yazmak için çaba harcıyor, ve her gönderinin başına mutlaka ACL ORMANI ibaresini koyduktan başka, iletinin içeriği hakkında da bilgi veren (örneğin BAĞIŞ LİSTESİ) gibi bir başlık da ekliyordum. Demek ki, ACL ORMANI ya da başlıkta özetlenen içerik ile ilgilenmeyen isteyen herkes, sadece SİL butonunu tıklayarak iletiden kurtulabilirdi.. Ayrıca, ACL ORMANI ibaresini görmek bile kimi kişileri rahatsız ediyor olmalıydı. (Üstelik bu yakınmaları yapan üç okuldaşım da hiç bağışta bulunmamış kişilerdi). Ayrıca, kimi arkadaşlarım bilemediğim kendi dünyasında, kendisine, ailesine, insanlığa karşı olan haberdar olmadığım başka katkıları sağlıyor ya da bir tarihte (HER NASILSA !) yapmış oldukları böyle bir katkının arkasına sığınıyor olmamıydı. (Gene de, trilyonluk bir hayır yapmış olsam dahi, böyle bir kampanyaya ne yapar eder katılır, 48,- TL’yi çok görmezdim her halde !). Hiç kimseyi, hiçbir nedenle bağışta bulunmaya zorlayamaz ve bağışta bulunmadığı için de kınayamazdım.Sonuç olarak, öyle ya da böyle hiç kimseyi rahatsız etmek gibi bir hakkımız olmadığını da düşünerek, gönderdiğim ileti sayısına onda bire indirecek kadar azalttım. Artık sadece ve arada sırada önemli gelişmeleri yansıtmaya başladım. Bu kez de, kampanya ile ilgili bağış listelerinin neden yayınlanmadığı yönünde eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. OLUMSUZ ELEŞTİRİLER de dahil, her eleştiriye tek tek yanıt verdim. Bu aşamadan sonra bağış listesi yayınlamanın teşvik edici bir yönü kalmadığı kanısına da vardığım için, bir sürü ayrıntı içeren bu liste yerine, ulaşılan koru sayısını bildirmekle yetinerek ve açılış törenine ilişkin haberlere ağırlık vererek, hem konuyu gündemde tutmaya hem de bir şölen havası içinde yaşanacak olan bu törene katılımı artırarak tören sonrası oluşacak olumlu havayı bağışlara dönüştürmeyi hedefledim.  


Yavuz Oran
(devam edecek)




   
 

YAŞASIN OKULUMUZ : BARAKADAN NOTLAR

1961 -1962 ders yılında 5 fen B sınıfımız barakada idi. Bazı hocalarımız okul dışından gelip part time olarak çalışıyorlardı. Part time çalışan hocalarımızdan hatırladıklarım:


Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gelen iyi öğreten bir matematik hocamız var idi. Bekâr, evde kalmış, estetik yönden zayıf olan bu hocamızın kızlar ile arası iyi idi. Erkek düşmanı diyebilirim. Yıl sonunda erkeklerin çoğunu ikmale bırakmıştı. Kızlardan ikmale kalan yoktu. Derste iyi olmama rağmen ben de cebir –geometriden ikmale kalmıştım. Yaz aylarında bir dershanede kursa devam ettim. Dershanede tüm konularda başarılı idim. Dershane hocam bile ikmale kalmış olmamı kabullenememişti.


İngilizce hocamız da sadece bizim sınıfa ders vermek üzere dışarıdan part time olarak geliyordu. Zayıf, ufak tefek, astım hastası genç bir bayandı. Görünümü bizden daha küçüktü. Sınıftaki erkeklerden çok korkardı. Takışmamak için bol keseden not dağıtırdı.


Edebiyat öğretmenimiz de part time olarak sadece bizim sınıfa geliyordu. Genç ve güzel bir bayandı. Şangur Şungur kendisine evlenme teklifi ettiği için, “ben bu yaştaki adama mı layığım” diyerek günlerce ağlamıştı.  

Kimya öğretmenimiz MKE fabrikalarının birisinde müdür ve kimya mühendisi idi. Dersler deney yaparak geçerdi. Deney malzemelerini de fabrikasından getirirdi. Alkaliler bahsinde, mg. al. ve k. ‘u suya atarak bahçede patlamalar gerçekleştirdiğimizi hatırlamaktayım.


Ana binadan, idareden uzakta olmak, giriş ve çıkışlarımızda kontrollere takılmamak, rahat hareket edebilmek barakada okuyanlar için bir ayrıcalıktı.

Barakamı isterim diyen arkadaşlarıma hak veriyorum.

Sevgilerimle,
Mehmet Hamurkâroğlu 63

6 Ekim 2011 Perşembe

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 3

Restoran, yemek, içmek denince, bizim grupta bu işlere hocam bakar. Nerede ne yenir, ne içilir, nasıl yenir, nasıl pişirilir hocanın işi. Püf noktası ise; Önce şehrin zengin semtlerine gidilir. yani şık butiklerin, kuyumcuların olduğu semte. Sonra hafif göbekli, yemesi içmesi yerinde olduğu anlaşılan bir-iki esnafa sorulur, nerede ne yenir içilir diye. Restoranlar bölgesine gelince de, hangi restoran kalabalıksa hatta sıra beklenileni varsa ısrarla o restorana gidilir. Dünyanın her yerinde, her seferinde yörenin en iyi, en lezzetli restoranlarını bu sistemle bulduk. Ancak bir yer hariç. “Sicilya”.


Anlatayım; Bir yılbaşı Sicilya’dayız. Sicilya enteresan bir “ülke”. Ülke diyorum çünkü Sicilyalılar kendilerini ayrı bir ülke addederler. Hatta başka şehirlerden gelen İtalyanlara sorarlar; Siz İtalya’dan mı geldiniz? 

Sicilya ufak bir yer ama biz yine de araba kiraladık. 3 kafadar sahil kasabalarını dolaşa dolaşa geziyoruz. Öğlen oldu, acıktık. Hocanın taktiği ile kasabanın restoranlar bölgesini turluyoruz. Restoranlarda ortalama 5-10 kişi var ancak bir tanesi ana baba günü. Tabi hoca hemen atladı. Burada yiyoruz arkadaşlar!. İndim aşağıya. Yer durumunu sordum. Garson kadın tek kişilik bile yer olmadığını söyledi. Hocam ise ısrarla, "söyle ona bekleriz" dedi. Kadın ise, bunun bir faydası olmayacağını, iki saatten önce masaların boşalmayacağını belirtti.


Atladık gerisin geriye arabamıza, kös kös devam ettik turlamaya. O köy senin, bu kasaba benim, oldu saat 14:00. Hocayı hiç bir restoran kesmiyor. Aklı hala diğerinde. Tamam dedim hocam. Dönelim. N’apalım, bekleriz artık. Döndük ama restoran yine ana baba günü. Kadına gittim. Ya abla, biz 3 kişiyiz. Sen bizi şööle köşe möşe bir yerlere sıkıştır. Dedi, dışarıya bir masa attım. Bir masa da size atmamı ister misiniz? Aaa neden olmasın. Dedi fix menü. Fiyat kişi başı 30 euro. Ona da Ok dedik. Yaptık ödemeyi, oturduk dışarı. Yemekler gelmeye başladı. Parayı verdik ya peşin peşin. Ben ne gelirse süpürüyorum Allah verdi demeden. Ancak hoca ve turizmci arkadaşım Baki’nin yüzünden düşen bin parça.


- N’ooldu baylar. Beğenmediniz mi? Hocam sen???
- Yanılmışım. Bu İtalyanların damak tadı bize yakındır diye biliyordum ama demek ki Sicilya’da böyle değilmiş.
- Hocam takma kafana. Beğendiğini ye beğenmediğini bırak. Fiks menü bu, yapcak bişi yok!

Hem yanılmanın, hem aç kalmanın, hem de boşu boşuna vakit kaybının verdiği moral bozukluğu ile ekmeğe abanırken içeriden bir uğultu koptu. Herkes ayağa kalktı. Yan masadakiler dahil. Eller kavuşturuldu, kafalar öne eğildi. İçeriden ve yan masadan “Amen” sesleri duyuldu. Hocam dedim “sen de kalk”. Kalktık. Pozisyonumuzu aldık. Baki sordu.


- N’oluyo yaa?... Biz niye ayağa kalkıyoruz.
- Baki. Kalk! adettendir.
- Ne adeti?. Benim bildiğim yemek duası önce yapılır.
- Baki bu yemek duası değil.
- Ya ne?
- Cenaze yemeği duası
- Hass…tiiiir


Hoca rahatladı. Ama gülsün mü, kızsın mı anlaşılmayan gözlerle bakarak;
"Hadi arkadaşlar. Toparlanın, yemeğe gidiyoruz"

Cem Polatoğlu

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 8

ve BAĞIŞLAR..



















Bu arada Ankara’lı – ACL’li basın mensubu arkadaşım Ercan Deva’dan bir ileti aldım. Kampanyamıza ve tarafıma dair görüşlerini içeren bir yazı yazmış bu yazıyı bağlı olduğu medya kuruluşarına vermiş. İnternette yayınlanan bir örneğini de iletinin altına eklemiş. Sevgili DEVA ayrıca, Hürriyet Ankara Müdürü okuldaşımı Yaşar SÖKMENSÜER’i de aradığını, gerekli belge ve bilgileri kendisine göndermemi ve ayrıca verdiği telefondan görüşme yapmamı da öneriyordu.. Vakit geçirmeden bir ileti gönderdikten hemen sonra Sökmensüer’i de arayıp bilgilendirdim.


..Ve Sevgili Okuldaşım Ercan Deva :

ACL ORMANI iletilerini alır almaz, kalemine sarılıp, yazarlık yaptığı çeşitli gazeteler ile internet


Sayfalarında Sevgili Ercan aynen şunları yazmıştı :

ANKARA CUMHURİYET LİSELİLER” ADIYLA BİR ORMANA ADIM ADIM…

Türkiye’de insanlar sürekli olumsuzluklar yaşıyorlar, ekonomik sıkıntıları son bulmuyor, işsiz insanların sayısı, resmi açıklamaların aksine, sürekli artıyor. Yapılan Anayasa referandumu sonrası, Türkiye keskin çizgilerle üç parça haline dönüşüyor. Vatanını seven insanların bu yaşananlardan rahatsız olmaması, acı duymaması mümkün değil.

Tüm bu olumsuzlukları bir kenara bırakıp İzmir’de yaşayan Ankara Cumhuriyet Lisesi mezunu bir avukat olan Yavuz Oran’ın başlattığı son derece yürekli ve çarpıcı bir projeye dikkatinizi çekmek istiyorum.

Avukat Yavuz Oran, Ege’nin en güzel yerlerinden olan Şirince’de geçen yıl yanan orman alanının ağaçlandırılması için Ege Orman Vakfı ile bir protokol imzaladı. Dört bin fidan için gerekli parayı yatırdıktan sonra, bu önemli gelişmeyi Ankara Cumhuriyet Liseli arkadaşlarıyla paylaştı. YAVUZ ORAN ORMANI'NIN açılışına arkadaşlarını davet edip, her yıl cayır cayır yanan ormanlara dikkati çektikten sonra Ankara Cumhuriyet Liseli arkadaşlarına “Dikmediğimiz fidanlar yeşermeyecek, Sulamadığımız çiçekler kuruyacak! Demokrasimiz gibi, laik cumhuriyetimiz gibi” diye bir çağrı yaptı.

Bu bilgi paylaşımı Ankara Cumhuriyet Liseliler arasında önce bir duygu seline, daha sonra da
yarışırcasına bir bağış sürecine yol açtı. Şimdi gelinen noktada 20 bin ağaçlı bir orman yaratabilmek bir hayalin ötesine geçmeye başladı.

Fidanları 4 liradan asgari 75 fidan almak isteyen Ankara Cumhuriyet Liseliler 300’er lira bağış yapıyorlar. Ödemeler peşin olduğu gibi, dört eşit taksitte de yapılabiliyor.

Yapılan planlamaya göre 23 Ekim 2010 Cumartesi günü bu ormanın da açılışı yapılacak. Ormanın adı ise “Ankara Cumhuriyet Liseliler Ormanı” olacak.

Ankara’da “Cumhuriyet” adını alan ilk lise olan Ankara Cumhuriyet Lisesi yetiştirdiği avukat Yavuz Oran’la n kadar öğünse yeridir.

Haydi Cumhuriyet ve Laik Demokrasi aşığı sevgili Ankara Cumhuriyet Liseliler, şanınızı asırlar boyu taşıyacak bu önemli etkinliğe sizler de katılın.

Not: Avukat Yavuz Oran’la temas kurabilmek için
avoran35@yahoo.com a ileti gönderebilirsiniz.

Yavuz Oran
(devam edecek)









YAŞASIN OKULUMUZ : ABDULLAH KİRAZ

Sevgili hocamız çiçeği burnunda bir öğretmen olarak 1958-1960 yıllarında ortaokulda Matematik öğretmenliğimi yaptı. Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1960 yılından sonra da AÜ.Fen Fakültesinde öğretim üyeliğinde geçmiş ve FKB öğrencilerine fizik dersi vermiştir. Emekli olana kadar da bu görevini devam ettirmiştir.



Çalıştığı sürede AÜ Hukuk Fakültesi’nden mezun olup Avukatlık stajını da yapmıştır. Şu anda Ankara Barosu’na kayıtlı Avukat olarak çalışmaktadır.



Sevgili Abdullah hocam ile irtibatımız halen devam etmektedir. Bahçelievler Ortaokulu ve Cumhuriyet Lisesi yıllarını her zaman tatlı bir anı olarak anar ve o yıllarda edindiği tecrübeleri unutamadığını söyler.  

Mehmet Hamurkaroğlu


 

5 Ekim 2011 Çarşamba

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 2

Hocayla ortak bir yönümüz daha var; Kılız biz yurtdışında ki taksi söförlerine. Hani sakınan göze çöp batar ya, her seyahatte de bizi bulur bu kıl-tüy söförler. Öyle ki, Hong Kong’da otelimize dönelim derken Çin’e gittiğimizi bile bilirim. Şaka değil! Bir baktık Çin sınırı. Buyurun inin diyor söför . Hoca pek İngilizce mingilizce bilmez ama herifin bizi sınıra getirip inin dediğini duyunca Harrrrrr %+&^^/(?=)! öyle bir kükredi ki sanırım söför hocanın gözünden ve sesinden ne dediğini anladı, başına gelecekleri hissetti ve ek ücret almadan bizi sağ sağlim otelimize götürdü.


Kıl Taksi şöförlerine bir tipik örnek de Cebu’dan. Cebu Filipinlerin Bodrum’u. Otel güzel ama insan yerel halkın arasına karışmak, farklı bir yerde yemek istiyor. Akşam şık bir restoranında yer ayırdık. Çağırdık otele taksiyi. Taksimetre var. Aç dedik. Açmam dedi. Bismillah... Peki dedik Baba sen bizi bu restorana kaça atarsın?... "Bilmiyorum, kaç kilometreyse o kadar alırım" Haydaaa. Bilmiyorsan o zaman taksimetreyi aç. "Yok!". Offf. Otel taksisi bunu yaparsa işimiz çok zor burada.


Baktık bir Tüp kamyoneti, otele malları bırakmış geri dönüyor. Taksiye “sen uza” tüpçüye "hoop" dedik. Bizi bir zahmet yola atar mısın?. - Atarım.

Bizi boş verin ama ama grupta yüksek ökçeli topuklu, askı elbiseli kadınlar var. Onlar ayakta ve tüp arabasının arka kasasında taşlı topraklı tali yolda pek de romantik görünmüyorlardı. İlk taksi durağında atladık aşağıya kamyonetin kasasından. Çevirdik bir taksi daha. Yine açmıyor taksimetreyi. Aman sorun olmasın. Bak dedim, söyle bana, en fazla kaç para tutar buradan restoran?. 300 peso. Okey.
Çıktık yola. Geldik kör, karanlık ıssız bir bölgeye. Taksi durdu yolun ortasında; söför;

- 500 peso.
- Manyak mısın oolum?. Sen şimdi 300 demedin mi?
- Ama orası uzak.
- Tutmayın lan beni. Ben senin var yaaa. A.... a....... s......

Bu kez hoca beni sakinleştirdi. Belirtmekte bir sakınca yok; bizim, taksicilerle kavga dövüş yaptığımız rakamlar dolara vurduğumuzda 1 veya 2 dolar. Ama gururun fiyatı yok!. Aptal yerine konmak istemiyoruz Cebu’larda. Neyse, restoran şehir merkezinde. Ana yola kadar gidip arabadan indik.

Bu kez çare dolmuş. En azından rakam sabit J. Dolmuş dediğimiz de uzakdoğuda "tuk-tuk" olarak bilinen 3 tekerlekli, motorsikletten bozma, arkası tenteli triporterler. Bir tek soför mahalli kapalı. Atladık arkaya. Tıngır mıngır, takur tukur gidiyoruz. Öne, yani soför mahalline baktım. Adam yanında ki arkadaşı ile cep telefonundan video seyrediyor. Güzel… güzel de o sesler ne öyle. Ahh, uhh.. aaaah!. yok yok, uzakdoğu dövüş filmi falan değil seyrettikleri, bildiğin harbi seks filmi. Ya bunların bir düzgün söförü yok mudur? Neyse kültürümüze yeni bir şeyler katarak merkeze ulaşabildik.

Türkiye dönüşü havaalanında, söz verdiğimiz üzere taksi soförüne şöyle bi sarılıp öptük.
Sordu söför;

- Abi, bayram değil seyran değil, sahi siz beni niye öptünüz?
- Boş ver be kardeş.. Çek Yeşilköy’e.
- Yeşilköy mü? Olmaz! Kısa mesafe almıyorum. O kadar bekledik kuyrukta...


Cem Polatoğlu