24 Mayıs 2011 Salı

BİR KASETİM BİLE YOK

Türkiye son 1.5 yıldır yeni bir siyasi yöntemle tanıştı.

Silivri’deki muhalif kamp; digital teknoloji ve ortam dinlemenin siyasette ne kadar etkin bir enstrüman olarak kullanılabileceğinin canlı örneği değil mi?
Sağ olsun iktidarımız; “un, makarna dağıtma ve mağduru oynama” yöntemleri artık eskidiğinden olacak, şimdilerde “gelişmiş teknolojileri” keşfetti.
Siyasi olarak güçlenen rakiplerini,  “kaset”le terbiye etmeye kadar işi ilerleten AKP iktidarının derin beyinlerine hayran olmamak mümkün değil.
Devletin tüm birimlerine yerleştirdikleri, ümmet zihniyeti ile yetişmiş, verilen emri sorgulamadan derhal yerine getiren orduları mensuplarıyla, yatak odaları da dahil olmak üzere, nerede ne konuşuluyor ve tartışılıyorsa, her türlü bilgiyi önceden haber almanın dayanılmaz gücünü düşünebiliyor musunuz?

Gizliyi bilme kirli avantajınının, rakiplerinizden on adım önde olmayı getireceğini ve iktidarlarını sürdürmeye katkıda bulunacağı örneğini, Dolmabahçe görüşmelerinin basına yansıyan gizemli tartışmalarında yaşamadık mı?
Karşı çıkan  aykırı bir ses mi var?

Kaset koleksiyonundan, üstelik seçim arifesinde halkın tasvip etmeyeceğine emin olunan bir konu, derhal itinayla seçilir ve iktidarla ilişkisi iddia edilemeyecek bağlantılar silsilesinden geçirilerek, dumanı üstünde, sıcak sıcak halka ikram edilir.

Televizyonlarda “aydın” sıfatlı böyüklerimiz; yok “ülkücü camianın iç hesaplaşması”, yok “İsrail’in intikamı”, yok “okyanus ötesinin mimarlığı” gibi onlarca komplo teorisi geliştirirken, seçim meydanlarında bir de olağanüstü bir pişkinlik sergiler ve görüntülerin; “karısıyla özel ilişkileri olmadığına göre, genel ilişki olduğunu” alkışlar arasında teyit ettirirsiniz.
Devletin bilgisi ve dahli olmadan bu işin yapılamayacağını, üstelik  bunları yapmaya tevessül edenleri bulup çıkarmanın, iktidarın görevi olduğunu bile bile, ağzınızda sakız yapmaya devam edersiniz.

Bu siyaset uslübu ve yöntemi size yakışıyor mu, Sayın Başbakan? 

Hadi birileri bir halt etti diyelim. Türk Halkını bu seviyesiz çukura çekerek, kasetler üzerinden siyaset yapmak liderlik midir?

Biz bu filmi daha önce görmüştük. Artık heyecan vermiyor.

1974’te patlayan, ABD Başkanının da içinde olduğu, rakiplerini dinletme operasyonu olarak özetlenebilecek Watergate skandalı, başkan Nixon’un istifası ile sonuçlanmıştı.  Washington Post gazetesinin iki muhabirinin, olayın üzerine gitmesi, Kissinger olduğu iddia edilen, ancak adı hiç bir şekilde ifşa edilmeyen bir üst düzey yetkilinin de bilgi sızdırmasıyla ortaya çıkan bu rezalet, Nixon iktidarının da sonu olmuştu. Hatırlatmak isteriz.

Ulusal basının eş zamanlı olarak zavallı bir duruma düşürülmesi de pek tesadüfi olmasa gerek. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç’ler gibi hürriyet kalemleri; bugünlerde Vatan ve Milliyet’te yaşananları, basınımızın hal-ü pür melalini görselerdi kemikleri sızlardı eminim.

Yürekli bir kalem ve genel yayın yönetmeni bulmak artık neredeyse “imkansız” hale gelmişse, başbakanımız bu Watergate işini iyi biliyor, dersine iyi çalışmış  demektir.

Ulusal basın diye bir şey bırakmayıp, özel yetkili mahkemeler kurduktan sonra; yüzlerce yıllık geçmişi ve geleneği olan tüm kurumlar da dahil olmak üzere, “tüm iktidar karşıtlarını dinlemek, görüntülemek, yargılamak, suç unsuru oluşturmak” başka türlü açıklanamaz.

Bir kasetim bile yok.

Demek ki, güçlü bir siyasetçi olamamışız.

Düz mantık.

O zaman bize, Milletvekili kimliğimizle değil de, aydın bir Cumhuriyet kadını olarak yazmak, çizmek ve sorgulamak düşüyor.

Üstelik ölünceye kadar.

And olsun.

Gönül Saray
Ankara Cumhuriyet Lisesi

22 Mayıs 2011 Pazar

İKİ KAFADAR (2)

Mektup kısa ve kibardı. Birkaç öz sözle mektup arkadaşı olmak istediğini yazmıştı. Aklımda kalan tek şey, bu iki üç satır için neden expres posta kullandığı oldu. Bunun nedenini sonra anlayacaktım!

Biz o zaman her şeyin hesabını yapardık. Paramız o kadar sınırlıydı ki… Normal mektup yerine iki misli ödeyip expres atmak zenginlik veya bonkörlük belirtisi bile olabilirdi. Çok da abarttım mı diye düşünüyorum ama hayır, zannetmiyorum. Çünkü tost ile simit arasındaki fark bizim için önemliydi. Dolmuşla otobüs, sade gazozla meyveli gazoz, 12.00 matinesi ile 18.00 matinesi hep kolaçan ettiğimiz detaylardı. Bize 1 günün eğlencesini kazandırabilirlerdi. Bunları hep hesapladık ama en ufak bir sıkıntı duymadık.Öyle değil mi?

Ertesi gün öğleye kadar okula gittim.. Öğleden sonra da soyundum, dökündüm , ders çalışacağım. Kapı çalındı ve yine postacı..Bu kez başka bir kişiydi.. Elinde balya yapılmış mektuplar vardı. 30-40 tane kadar boy boy zarfı  kırmızı bir kurdeleye bağlamış, taşıma kolaylığı olsun diye..

Bana tuhaf baktı. Hafif bir gülümseme de vardı sanki..

Ohh. Evde kimse yok diye hepsini aldım, yatağımın üzerine kuruldum. Evde ne kadar meyve, kuruyemiş varsa yanıma topladım ve okumaya başladım..

Çeşitli şehirlerden en çok da büyük şehirlerden gelmekteydi. En çok şaşırdığım da hiçbirisinin müzikten, tiyatrodan ya da derslerden bahsetmiyor oluşuydu. Hepsi sanki ağız birliği etmiş gibi, arkadaş olalım, buluşalım.. Ben şöyleyim, sen böylesin..Cumartesi boş muyum.. gibi..

Çok eğlenceli geldi.

O zaman telefon hak getire.. Duman işaretlerini biz Nevzin’le ( Ahmet Özsancak’ın kız kardeşi), birkaç yıl sonra icat edecektik..Pencereden pencereye salla bayrağı… işaretleşmesi..

Evdeki telefondan bahsediyorum. Öyle bir alet yok.. Fırladım Güler’e.. Güler de balyasını almış ama annesine yakalanmış mı hatırlamıyorum.. oku oku aynı şeyler.. Fakat ikimizde ilk tansiyon beliritleri o zaman hafiften başlamış olmalı, çekinmeye başladık. Pek bozuntuya vermedik ama..

Eve döndükten birkaç saat sonra aynı postacı, daha büyük bir deste getirdi. İyice ürktüm. Babam ne derdi, ne yapardı acaba?? Bana çapraz bakarak eline geçen kozla pis pis sırıtan  kardeşime bir şaplak patlattım.  Ahmet’in kardeşiyle doktorculuk oynadığını, bahçede  birbirlerinin pipilerine bakarken gördüğümü söyledim. Deniz gözlerinde fırtına çıktı ve sonsuza kadar sustu garibim.. Ben bir elimde elma, sağımda solumda fındık fıstık okumaya devam.. Bir taraftan da çok eğleniyorum. Ders mers unutuldu.

Mektupların bazılarında bana şiirler gönderilmişti ve ilan-ı aşk ediliyordu..Siyah saçlarım omuzlarımda, kara gözlerim anlatılıyordu..Bir tanesi içine pul koymuştu, cevap yazmamı garanti etmek için.. Dedim ya, bizde detaylar cimrilikten değil, idare etme görgümüzdendi ve hiç yavan değildi.. gülümsedim.. Çok sayıda şiir ve bana endekslenmiş hikayeler vardı. Akrostij yapılmıştı ve yukarıdan aşağıya AYLİN yazıyordu.

Hayatımda almadığım kadar aşk ve hayranlık mektubu aldım. Beni görmeden, sesimi duymadan bunca hissi nasıl olup da satırlara döktüklerini anlayamadım. Bendeki o gözler, o dudaklar, o endam.. Bayılıyorum kendime durumları oluşmaya başladı sahiden… Egom o hale geldi  ki o günlerde okula giderken kendimi baş döndürücü güzellikte falan zannediyorum,  bizim özgüven tavanları aştı, bir üst katın tavanını buldu.

Randevu verenler, Kızılay’da gökdelenin altında bütün gün beni bekleyeceğini söyleyenler..Arada bir iki dertleşme ama  her zaman için sonunda: Arkadaş olalım…..

Ama bu  bizim zamanımızın flörte kaçan arkadaşlığı. Konuşma teklifi derdik eskiden.. Aslında , Senin O’na, onun SANA olan özel olma durumundan başka hiçbir özelliği  yoktu bu konuşma teklifinin.. 15- 16 yaşlarımızdayız.. Biraz daha cesur olanlarımız, kötü kızlar (onlara yollu kız denirdi)  ve ahlaken daha zayıf olanlar (onlara da müsait denirdi) el ele tutuşurdu. Sinemada  oğlan elini kızın omzuna atabilirdi... Bir elinde göğsüne bastırdığın kitapların, diğer elin de onun elinde , ıssız yerlerde, ağaçlıklı yollarda  gezilebilirdi. Bu,  o kızın adını çıkaracak bir durumdu. Ben de o hafif meşreplerden biriyim galibaJ

Sanırım üçüncü ya da dördüncü gündü.. Postacı bir çuvala koymuş olduğu mektupları getirdi. Biraz yorgun, şaşkın ve de kızgın gibiydi. Eskiden bakkallarda toz şekerlerin ve unların  konulduğu bakkal çuvalları vardı, adamcağız  çuvalın ağzını bağlamış ve sırtlamıştı. Hafta sonu muydu, saat mi geçti, her ne idiyse, tüm aile evde.. Çuvalın saklanacak hali yok.. Babam annem kardeşim ben tüm aile kapıda ve çuvalın başındayız. Babam ve annemin nutku tutulmuş.. Postacı babama bakar, babam bana ben havada sinek olması için dua etmekteyim, bakacak bir şey bulmak için..

- Bunlar senin mi?

diye sertçe sordu babam.. Sesinin tonunu neye ayarlayacağını şaşırmış vaziyette..

 -Evet.. dedim.

- Bu Ayin ne oluyor peki?

- O benim takma adım

diye atıldım.. Onu rahatlatacağım ya.. Hani kimse beni Remide diye aramayacak ya.

Babam anneme baktı. Bu şapşal bizim kızımız olabilir mi bakışıyla..

Annem ise, böylesi bir riski nasıl göze aldığımı anlamaya çalışan, ürken, korkan bir heyecanla.. Ana ve anaç olduğundan ‘yuva tehlikede’ mesajı gitmiş olmalı ona beyninden.. Ya bu çuvaldakilerin hepsi yarın kapıya dayanırsa?? Eyvah!!

Kardeşimin mavi gözlerinde iklim değişti, efil efil rüzgarlar esiyor ve bir hamakta sallanıyor piç kurusu..Hırsımı alabileceğim bir o var. Gözümü kısıp, pantolonunun önüne doğru bakıp bir kaşımı kaldırdım.. Vınnn,kuyruğunu altına aldı, hemencecik kaçtı .

Babam annem beni karşılarına alarak, düşüncesizliğimden, dikkatsizliğimden ve nasıl olur da böyle bir tedbirsizlik yaptığımdan dem vurarark beni bir güzel payladılar. Beni müsait bir kız zannedip, adresi bulanlar çıkabileceğinden ve rahatsız edileceğimizden bahsederek çok dikkatli olmamı tenbih ettiler.

Bunun üzerine gelen mektupların zararsız olduğunu,  içlerinde hiç çirkin bir yazı ve teklif olmadığına ikna etmek için çuvaldan bir iki örnek okudum. Onlar da fazla uzatmadı..

Sonraki günler, haftalar mektuplar gelmeye devam etti. Yaklaşık 3-4 ay azalarak sürdü.

Güler ve ben şaşkınlıktan dona kaldık. İkimiz de anlamakta güçlük çektik. Çünkü mektuplar, Kanada’dan, Avustralya’dan özellikle hapishaneden, asker ocağından, Kıbrıs ve diğer çeşitli ülkelerden geldi… geldi… geldi. Aktı.. aktı..

Önceleri konuya kaşları çatık yaklaşan ve otoritesinin süsüne el değdirmeyen babam bile  ilk günler çaktırmadan tek tük,  sonraki günlerde  düzenli olarak mektupları okumaya başladı. Annem de öyle.. Aralarında ilginç olanlar vardı.. O tarihte  TV daha evimize girmemişti.  Ailemizde, yemekten sonra, kitap ve gazete  okunurdu.. Bu da okuma seansımız oldu.

O zaman farkında değildim ama bu çok ciddi bir sosyolojik  ve sosyopsişik araştırma gerektiren bir olaydı. Yazılanların çoğu  arkadaşlık  teklifi, merak ve tanışma içermekteydi. Resim gönderenler oldukça çoktu. Kendini Tamer Yiğit’e, Erol Büyükburç’a benzeten ama  yakından bile geçmeyen yurdum delikanlıları, yine baygın bakan ve film yıldızı olacağı için ilk tanışma şansını bana tanımak isteyen bir başkası.. okuyanlar, tahsili bırakanlar, evlenmek isteyenler, görücü getirmek isteyenler oldu. Sadece 2 tanesi kız mektubuydu.

Mektupların hepsini tek tek okudum. Ama hiç birini ciddiye almadım ve herhangi bir değer yüklemedim.  Hepsini bir eğlence gibi gördüm. Güldüm….Sinema seyreder gibi perdede onları izledim. İçlerinden yanıtlamak zorunda hissettiğim  10- 12  tanesini ayırdım.

Ayırdığım mektuplardan bir tanesi doğudaki bir köy’den geliyordu ve ‘Sevgili Remide ablacğım ‘ diye başlıyordu.. Dertlerini anlatmıştı bana  bu köylü kız. Okutulmadığı için ciğeri yanıyordu.  Anası atası yol vermemiş, okumaya devam edememişti. Sesini bana duyurmaktan ziyade, şehirli bir ablayla mektup arkadaşı olmak istiyordu...Candan ve ciğerden yazılmış saf ötesi bu mektup beni çok etkiledi.

Gençliğimizin duygusal olarak en hassas ve kırılgan en romantik ama aynı zamanda da en bencil ve en acımasız olduğu yaşlardır. Gönül acılarımız olmuştur ama  acıttıklarımıza  yüz de, değer de vermeyiz. Bir başkasına takılmışsa gözlerimiz; yalvaran bakışları hem görmez hem de tersleriz. Zararsız da olsa, yanımızda olmaktan başka bir dileği olmayana   bunu çok görmüşlüğümüz vardır.. Anlarız ama  anmayız.. Gönül verir, gönül alır, sonra unuturuz. Olgun değil, ham’ızdır.

Bense eşektim.. Bu  kınalı olduğunu sandığım kıza da diğerlerine de cevap vermedim. Niyetlendim ama bencil keyiflerim hep o iyi niyetlerini suisitmal ettiğim insanların önüne geçti.

Yıllarca ihmalimin acısı aklımdan çıkmadı. Geçer dedim.. Hiç ama hiç geçmedi. Yüreğimde yaprak titreyişleri yarattı hep.

Vicdan azabını bana öğreten bu minik kızdan, sohbet hasretiyle yanıp tutuşarak bana yazan, bir iki satırda mutlu olabilecekken hayal kırıklığına uğrattığım, bana  umut besleyen umutlarını boşa çıkardığım tüm mektup  gönderenlerden  özür diliyorum. Çok ama çok üzgünüm. Beni affetsinler.

Şimdi İzmir’de oturmakta olduğum  semtin adı MEKTUPÇU dur. Bu da benim vicadımdaki kara lekemin cezası mı acaba??

Remide Arsan’69
Ankara Cumhuriyet Lisesi

HAYALDİ GERÇEK OLDU!


“Gelişmiş” olarak anılan toplum ve demokrasilerde; “devlet” denilen kurumun tüm organlarının tekamülü, yerleşmesi ve işlemeye başlaması, bir çok nesillere mal olmuştur. Fransa, İtalya, İsviçre örneklerinde olduğu gibi; hayli acılı yollar ve mücadelelerden geçildikten sonra, tüm kurumları ve gelenekleri ile çağdaş devlet yapısı, yüzlerce yılda kurulabilmiştir.
“Devlet” denilen kavram; yüzyılların süzgecinden geçmiş deneyimlerin, her platformda temsil edildiği ve insanın temel olarak alınarak yüceltildiği, bir hizmet kurumudur.

Ezilen, yedi düvelce yok edilmeye çalışılan Anadolu topraklarının evladı Atatürk’ün önderliğinde, Cumhuriyet’e geçişimizi; bugün tüm dünya, yüzyılın tarihini değiştiren bir Anadolu devrimi olarak niteliyor.
Tam da bir 19 Mayıs haftasında; Atatürk’ün açtığı bu kapıdan, köklü bir devlet yapısına geçip geçemediğimizi sorgulamamız gerekiyor.

Her on yılda bir gerçekleşen askeri darbelerin, serpilme döneminde olan demokrasimizi kökünden budamasını, “devlet”in kurutulması operasyonları olarak tanımlamamız çok mu yalnış olur?
“Devlet Baba” sıcacık kavramını el birliği ile yok eden, ihtillallere alkış tutan yazarlarımızın, siyasetçilerimizin bugün hala televizyon ekranlarında boy göstermesini ve raiting almasını nasıl izah edeceğiz?

Devlet Babayı her iktidar, “körün fili tarifi” gibi yapıştığı yere göre anlamayı tercih etti. Her iktidar kendi zenginlerini yaratma yarışında, sosyal gedikler açma becerisini, “hizmet” olarak tarifledi.
Yeni bir seçimin arifesinde, partilerin televizyon reklamları yarışı çok müthiş.

Hele AKP’ninkine bayılıyorum. “Hayaldi, gerçek oldu” sloganı ile yayımlanıyor.

Tarımda kendi kendine yeten 7 ülkeden birisi iken, Büşra Bebekin açlıktan öldüğü, kurbanlıklarımızı bile yurt dışından getirir hale geldik. Hayal bile olamayacakken, gerçek oldu.

5 dolar milyarderimiz varken, birdenbire uçuk paralar ortalarda dolaşmaya başladı ve her ne hikmetse vergi rekortmenleri sıralamasında görünmeyen, nur topu gibi 38 dolar milyarderimiz oldu. Rahmetli Menderes’in bile hayallerinin ötesine geçerek yeni dolar milyarderleri yarattık. Hayaldi, gerçek oldu.
Nüfusumuzun yarısından fazlası açlık sınırına getirildi. Hayaldi, gerçek oldu.

Kütahya’da içme suyuna karışan siyanür miktarının çok fazla olduğunu kanıtlayan çevre mühendisleri odasına, devletin valisi; “eskiden de böyleydi” diyerek cevap verdi. Radyasyonlu çay savunması halen belleklerdeyken, valilerimiz de siyanürlü suyu methetme yarışına girdiler. Hayaldi, gerçek oldu.

Apo denilen teröristin, koskoca ülkeyi ve devleti tehdit edeceğini rüyamızda görsek inanmazdık. Hayaldi, gerçek oldu.

Hapishanelere düşen insan sayımızdaki müthiş artış problemi, AKP iktidarının 49 yeni hapishane yaptırması ile çözüldü. Hayaldi, gerçek oldu.

Borçlarımız 500 milyar dolara dayandı, insanlarımızın banka borçları 170 kat arttı. Bu kadar borçlanma yapılabileceğini hayal bile edemezdik, gerçek oldu.

6o gazeteci cezaevinde, 2000’i yargılanır ve 4000’i hakkında soruşturma başlamışken, devletin bakanı “basın özgürlüğü konusunda ABD’den bile ileride olduğumuzu” söyleyiverdi. Bu kadar pişkinlik hayal edilemezdi, gerçek oldu.

Kız çocuklarını okutma savaşı vermek suç oldu. Türkan Saylan’ın kurduğu hastahane zarar ettiği gerekçesi ile kapatılıyor.

Sayfalarca sıralamak mümkün.

Hayallerimizin bile ötesine geçen ayıpların, gerçek olduğu bir süreçten geçiyoruz.

Bir 19 Mayıs haftasında, bari gençlerimizin hayallerini çalmasalar.

Geleceğe biraz umudumuz olabilse.

Hiç olmazsa “Bağımsız Türkiye, ulus devlet” devlet modeli hayal değil, gerçek olarak kalabilse.

Nereden, nereye?

Hayal bile edilemeyecekler, birer birer yıkılarak, gözlerimizin önünde Atatürk’ün mirasının parçalanışı gerçekleşiyor.
.
19 Mayıs 2011
Gönül Saray
Ankara Cumhuriyet Lisesi

20 Mayıs 2011 Cuma

DERELER AKAR GİDER

İstanbul’un yeni yerleşim merkezlerinden birinde bir ev. Ziya,  çalışma masası, sandalye ve yataktan ibaret küçük odasının camını açtı, dışardan gelen soğuk havayı  ciğerlerine çekti gülümsedi. Günün ilk saatlerinin sessizliğini bozan kuşların seslerini dinledi. Oldukça sağlam yapılı uzun boylu ve kumraldı. Yumuşak bir ifade ile arada utangaç bakan kahverengi gözleri, güven veren ses tonu ve güler yüzüyle  kızların ilgisini çekerdi. Yerdeki sırt çantasını yatağın üzerine koydu, çalışma masasının yanındaki raflardan birkaç tişörtü içine attı. Etrafa bakındı, kapının arkasında asılı olan pantalonu ve yatağın yanında duran bir iki çift çorabı da  atıp çantayı kontrol eder gibi dikkatlice içine baktı. Gözleri aradığını buldu, masanın kenarında duran küçük paketi de alıp çantaya attı.  Odanın kapısı açıldığında sırt çantasını yüklenmişti. Gelen ev arkadaşlarından  Macit’ti. Aynı üniversitede okuyorlardı. Macit, Ziya’dan biraz daha kısa boylu, ince yapılı ve esmerdi. Sert yüz hatlarıyla uyumlu delici bakışları olan siyah gözleri vardı. Onun  da sırt çantası elindeydi.  Çıkıyor muyuz yoksa bir şeyler atıştırır mıyız ? diye sordu. Ancak gideriz orda yeriz, bekletmeyelim diye cevap verdi Ziya. Kapıyı çekip çıktılar. Yerlerinde duramıyorlardı, “acaba  otobüs dolacak mı, kaç saatte varırız, allahtan hava açık,  Bolu’dan  katılacaklar da bizim arabaya mı binerler ? “diye biri diğerinin cevabını beklemeden peş peşe sorularını sıralayarak hızlı adımlarla yürümeye başladılar.   

Gençler yola çıkmazdan sekiz ay kadar önce Karadeniz’in yemyeşil köylerinden birinde kocaman bahçe içinde bir Karadeniz evinde  Zehra bir taraftan evi topluyor arada ocaktaki yemeğe bakıyordu. “Yazın sonunu getirdik, neyse ki daha günler kısalmadı akşama  daha çok var “diye düşünüp, hareketlerini yavaşlattı. “Epeyce kolayladım sayılır”, odanın  camını kapattı köşedeki divanın örtüleri gergin tertemiz bekliyorlardı. Gidip kenarına ilişti, daha yeni yaymıştı bozulmalarını istemiyordu.  Divanın üzerindeki  yarısı tamamlanmış yeleğe  uzandı şişleri alıp ilmek atmaya başladı “arkasını da örersem tamamdır, bakalım beğenecek mi “ diye düşündü. Alışkın hareketlerle ilmekleri atıyor bir yandan da sayıyordu. İlk defa örgüyü eline aldığı zamanki acemi hali aklına gelince nenesini hatırladı. Nenesinin ona ördüğü rengarenk yelekleri çok severdi. Sanki bir tabloyu seyrettiği duygusuna kapılırdı her giyişinde, giymeden önce bakar, giydikten sonra da eteklerini kaldırıp tekrar tekrar bakardı Yeleklerin üzerinde mutlaka kabartmali desenler olurdu: mor yamaçlı dağların dorukları karanlık olurdu, ama bazılarında da beyaz beyaz hala kar dururdu., ufka yayılmış dağların eteklerinde ağaçların yeşilliği göz alırdı, aralarından akıp giden billur mavili derelere saygıyla yol verir gibi eğilirdi sarı sazlıklar. Önceleri ne olduklarını pek anlayamaz nenesine sorardı : bunlar ne nene? Bunlar derelerin suyudur aha bak böyle akar gider..diye ellerini  desenlerin üzerinde gezdirir, Zehra  sahiden akan dereleri görür gibi olurdu.. “dereler akar gider, dereler akar gider ……”   kendini nenesinin söylediği türküyü mırıldanırken yakaladı,  gülümsedi.

Birden dışarıda gök gürlemesini andıran bir gürültü koptu, arkasından da her taraf sallanmaya başladı. Deprem mi oluyor diye elinden şişleri fırlattı kendini dışarıya attı, sallanma durmuştu ama kalkan toz bulutu evin bahçesine doğru kayıyordu. Toz bulutu yukarıdaki dere yatağının en geniş olduğu yerden geliyordu. Dağlardan gelen sular orda toplanır sonra eğime kendilerini bırakır Zehra’nın evinin bahçesinin yanından kıvrıla kıvrıla  akar giderdi. Yolun yukarısından söylene söylene gelen komşularının yanına gitti. Neymiş bu gürültü? diye sordu, - zaten öfkeleri burunlarındaydı - Dursun :  “Getirmuşler, koca koca makineleri dağı un ufak ettiler , kaç kere söyleduk burda HES MES istemeyruz diye ama  bilmem ne şirketinin mudürüymüş , mudür mü  yoksa  beton mudür kafası  laftan anlamıyor, bunlar insanı günaha sokacaklar daa, çık çık çık “ diye cevap verdi. Diğerleri de başlarıyla onu tasdik ettiler. “ Amaaan onlar mıymış, ne çabuk da geldiler, bizim oğlan  geçen geldiğinde demişti, gelin oturun biraz” diyerek onları bahçeye aldı.  Sonra da “oturun ben çay yapayım size” diye mutfağa geçti. Geldiğinde.elindeki tepside dumanı tüten altı bardağın kırmızısı, güneşin yansımalarıyla yer değiştiriyordu. Çayları dağıtıp, masaya oturdu., masadakilerden  Necmiye:”  benim eltim anlattıydı  onların komşu koyünde yapmışlar bu baraj mudur nedir ha ondan geçen sene, şimdi butün yeşillik bitmiş, derenin suyu kuruyunca  bahçeleri sebzeleri  de susuz kalmış, nasıl çoraklaşmış her taraf, dağların üstündeki ağaçlar bile kurumaya başlamış,  hava da değişmiş, basıyormuş onları, hiç keyifleri kalmamış yıllardır yaşadıkları yeri tanıyamıyorlarmış. Kurtlar kuşlar da açlıktan bahçelere dadanır olmuş. Bu hükümet adamları barajı yapmadan evvel bunları otobüslerle kasabaya taşımış, kaymakamlıkta  toplamış, bu barajın ne kadar faydalı bir şey olduğunu uzun uzun anlatıp, köylülere ne diller dökmüş, rızalarını alır gibi yapmışlar da bizimkileri  kandırmışlar,.Bak şimdi kokusu çıktı işte, başımıza gelenler hep bu barajın yüzünden bilsek yaptırmazdık diye şikayet ediyorlarmış” diye anlattı. “ Tabii ya” diye hepsi başlarıyla onu tasdik ettiler ve konuşmaya başladılar. Her tarafın yemyeşil olması, kuşların her çeşidinin yaşayabilmesi, toprağın verimliliği, havanın temizliği ve içtikleri suyun saflığı hep derelerin sayesindeydi. Enerji dedikleri şey onlara lazım değildi, bugüne kadar ataları da kendileri de yaşayıp gidiyorlardı  bu topraklarda. Karar verdiler, komşu köylerin muhtarlarıyla da birleşecekler, hemşehrileri olan bakana mektup yazdıracaklardı.


Köyün girişinde üç tane otobüs durdu, içinden sırt çantalarıyla gençler , kentli oldukları kıyafetlerinden anlaşılan orta yaşlı adamlar kadınlar  boyunlarında fotoğraf makinalarıyla  inip köyün içine doğru yürümeye başladılar. En önde yürüyen gençlerin arasında Ziya ve Macit  vardı.  Köylüler başlarında Zehra ve komşuları onları karşıladılar . Ziya Zehra’ya doğru yürüdü, elini öptü sarıldılar. Ziya ve Macit köydekilerle, otobüsten inenlerin bazılarını tanıştırdı. Hepsi misafir edilecekleri evlere doğru yola çıktılar. Akşam yorgunluklarını atacak, ertesi sabah dört köyün ortaklaşa yapacağı kutlama şenliği için erken uyanacaklardı. Macit  telefonda konuştuğu televizyonculara yolu tarif ediyordu, bir saate kadar onlar da köy ahalisine katılacaklardı. Köylerde yapılması planlanan hidro elektrik santraları ile ilgili karar  geri alınmıştı. Dört köy yan yana gelerek gençlerin desteğiyle ülkeyi-dünyayı ayağa kaldırmışlardı.. Başka şehirlerin köylerindeki dağlarından akan derelerin, kendi doğalarını gelecek kuşaklardan ödünç aldıklarını bilen insanları da yollara düşmüşlerdi. Günler boyunca yürümüşler, yollarda sponsorlarının kim olduğunu soran, bu kadar küçük paralara bu yorgunluğun değmeyeceğini söyleyen  densiz TV muhabirlerinin haksız saldırılarına göğüs germişlerdi.  Dağlardan akan sular gibi, aynı nenenin yeleklerindeki örgüler gibi kıvrıla kıvrıla akmışlar Ankara’da buluşmuşlar, koca bir sel olmuşlardı.   Şimdi   bu haklı mücadelenin sonunda kurtarmayı başardıkları dereleri için yapacakları şenliği de dünyaya duyuracaklardı. Şarkılarını hep birlikte söyleyeceklerdi : “dereler akar gider, dereler akar gider., bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider, bazısı  aşar gider.”  Ziya annesinin ördüğü kazağı giyecekti, nenesi de onlarla olacaktı. Zehra, Ziya’nın getirdiği kutudaki lokumlardan birini ağzına attı, keyfine diyecek yoktu.

6 Mayıs 2011
Işık DEMİRTAŞ

İKİ KAFADAR (1)

Yazılarına; 
Yıl ... falanca diye başlar ağır ve havalı yazarlar..
Bilge bir kişidir anlatacak olan.. Okuyan herkes dikkat kesilir.. Adam kimbilir  o zaman diliminde neler yaşamış diye. Ciddi bir başlangıçtır çünkü..

Benim yazım da 
'yıl 1967....... efendiiim..  Ben o zamanlar çiçeği burnunda değil de yanağında olan bir hippy'   diye başlıyor..

Bu bir okul anısı olduğundan benimkinin ciddi olması mümkün değildi tabii..

Lisede II de  hayatımın dostu ile tanıştım. Çok kafa dengiydik, birkaç dakikada kaynaştık, arkadaş olduk. Tozlanabilme özelliğine ve eskiyebilme sağlamlığına sahip,  bir dostluğa dönüştü. Meğer aynı mahalledenmişiz. Ben 8. ve 6. sokağın kesiştiği köşede oturuyorum. Onlar da 6. sokaktalar.

Zaten bizim Bahçeli'de  aynı okullu olanlarlar ya mahalleli ya da komşudur.

Her zaman en öne oturduğum sıraya geldi, çöreklendi. Önce sıradaşım oldu, sonra sırdaşım oldu. Sonra da herşeyim .. Tam 4 mevsimlik dostum sevgili Güler..(Kızıltün).

Ben, yaşamımda bir türlü ılık ve yağışlı Akdeniz iklimini tutturamadım.
Benim  iklimlerim hep sert geçti..  Özellikle öldürücü  kışlarımda o beni öyle bir sarmaladı ki..

Bedenim buz tutmuş.. Yüreğimde yangınlar.. Böylesi onulmaz hastaya çare ne ola ki demedi.. Formülü bulmuştu. Dostluğu büyülüydü.

Sıcak kolları  bedenimin buzlarını  çözdü, çözülen buzlar da yüreğimin ateşlerini  söndürdü.

Güler'in ismi ona çok yakışır. Sadece yüzü değil, bütün bedeni gülümser çünkü. Onunla yaşadığım olaya da yıllarca gülmeme neden oldu güzel gülüşlü Güler.. 


Günlerden bir gün, gazeteye bir ilan vermek istedik. O tarihte, yani M.Ö 1967 de iyi kızlar gazeteye ilan falan vermezdi. Otururdu oturduğu yerde.. Ama biz genciz, oturmak nedir, nicedir ? Fıkır fıkır kaynıyoruz. 

Çok da iyi yetişmişiz. Müzik desen bizde, sinema kültürü desen bizde.. anneanne zamanının artistlerini bile tanıyor, en kalite filmleri izliyoruz. Klasik müzik merakımız en az pop müzik kadar. Tchaikovsky'nin T ile yazıldığını bile o yaşımızda öğrenmişiz  Bir gece Cliff'e aşığız, ertesi gece Johnny Holliday'e..Tüm klasik romanlar bizden sorulur.. Ve durgun akardı Don...dan, donanımlıyız taaa Steinbeck'e ve de İngiliz Cronin'e, Fransız Flaubert'e kadar. Ayrıca üstünüze afiyet, üç- dört  dilde şarkı söylüyoruz, uydur-ezber formülüyle  ama dil biliyoruz ya işte..

O tarihlerde olabilecek  en ayıp  şeylerden birini  yaptık ve gazetenin birinin ekindeki 'arkadaşlık' servisine yazarak,  yukarıda belirttiğim engin kültür konularında   arkadaşlarla   mektuplaşmak  istediğimizi ilanen duyurduk.

Benim bildiğim o güne dek,  bu sayfalarda tek bir KIZ ismi yayınlanmadığıydı.
Biz Türkiye'nin ilk ilan veren kızlarıyız.!!!  Siz artık nereye çekerseniz çekin, eğlenebilirsiniz, serbestsiniz:)

Ama biz genciz... Safız ... Ve de gerçekten ama gerçekten salağız.
Kendimize takma isimler bulmuşuz..  Kimliğimizi  ve kendimizi güya gizli tutuyoruz ve de açık adresimizi yazarak, mektupları buraya bekliyoruz!!!! Tüm Türkiye'ye ilanen ve alenen:)

Ben AYLİN ismini çok sevdiğimden o ismi  aldım:).. Güler de BANU ismini severmiş..

Soyadını da ne akla hizmettir bilinmez kendi soyadıma benzeterek Arsal yaptım. Hey allahım.. Ben bu akılla nasıl okudum da adam olabildim, hiç anlamadım!  Bizim Güler'in de zeka seviyesi yerlerdeymiş ki, o da hiç itirazsız kimlik değiştirme işine bayıldı. Tam birbirimizi  bulmuşuz.. Tencere yuvarlanmış kapağına toslamış  durumları... Hala inanamıyorum, yazarken bile gözlerimden yaşlar geliyor...

Biz Aylin ve Banu şapşalları bu ilanı verdiğimizin üstünden 12 saat geçmemişti ki; postacı kapıyı  bir kere çaldı ve mesai saatleri dışında,  bir Express mektup getirdi. Bu,  M.Ö 1967 de moda olan bir ACİL mektup ileti  sistemiydi.                             Kapıyı Allahtan ben açmıştım.

Adam  'bu saatte bu görev yapmama neden olan bu kızın suratına bir şaplak çeksem' der gibi bakıyordu.  Ters ters sordu:

- Burada Aylin Arsal var mı ?

Gulp diye yutkundum.

Şaşırdım, anlamadım..İnsanın yüzü hangi hallerde  kıprmızı, hangi hallerde bembeyaz kireç gibi olur bilmem.. Benimki o anda Türk bayrağı gibiydi eminim. Yarısı beyaz..
Gözucuyla babama baktım, içrde gazete okuyordu. Adama çarçabuk:

-Var, benim dedim. Mektubu aldım ve kapıyı çarçabuk kapattım.

Postacı dedim içerdekilere çekincesizce... Çünkü, posta herşeyimizdi o zamanlar. Kart gönderilir, not gönderilir, radyodan istekler yazılır. Lisan bile mektup arkadaşı edinerek öğrenilirdi. Pen -friend di adı da.. herkesin dünyanın bir köşesinde bir mektup arkadaşı vardı. Mektup gelir, mektup gider...farketmediler kısacası..

Çarçabuk, kardeşimle paylaştığım odama koştum. Mektubu açtım, hiç unutmadığım bir isimdi.. Ercüment adında birinden geliyordu ......

Devam edecek

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi'69 




SERENAD / ZÜLFÜ LİVANELİ

Dörtyüzseksenbir sayfalık bir maceranın ardından kitabın son sayfasına geldiğimde, bir değil de, birden çok kitabı tamamlamışım hissine kapıldım.

Aklımda kalanlar, siyah renkli iki karton kapaklı bir kitabın içinden
değilde, az önce yaşamlarından ayrıldığım bir çok insanın dudaklarından dökülmüştü sanki.. Bazen bir annenin, bazen aşık bir adamın, bazen hayatta oğluyla tek başına mücadele eden genç bir kadının, bazense aynı karında yatmış olmasına rağmen hayata bambaşka bir pencereden bakabilen bir abinin yürek odalarından az önce ayrılmış gibiydim..

Serenad'ı  ilk yayınlandığı dönemde bir gazetenin kitap hakkında Sayın Livaneli ile yapmış olduğu bir roportaj sayesinde duymuştum. Kitabın konusu oldukça etkileyici gelmekle beraber, hikayenin kahramanının bir kadın olması ve bir erkek tarafından kitap sayfalarında canlandırılması daha da ilginç gelmişti. Bu bilginin ardından hemen alma fırsatı bulamadığım kitabı ancak bu roportajı okumamdan bir ay sonra alabildim. Kitabın üzerinde kırkıncı baskı yazıyordu. Henüz otuz gün geçtiğini düşündüğüm bir zaman sonra kırkıncı baskı ibaresini görmenin beni şaşırttığını itiraf etmek zorundayım. Hatta bir arkadaşımla acaba her baskıda onar kitap mı basılıyor diye bile düşündük bu konu üzerinde konuşurken..
Kitap Doğan Kitap'tan yayına çıkmıştı. Hikaye 2001 yılında İstanbul Üniversitesinde görev yapan bir halkla ilişkiler görevlisinin Amerika'dan gelen bir Alman profesörü karşılaması ile başlıyordu. Başlangıçta hikayenin kahramanı Maya Duran'ın genel hayatına ve düşünce dünyasına giriş yapıyor, arkasından hızla Nazi Almanyası ve o dönemde çekilen acılara, aynı dönemde Türkiye'ye sığınan Alman-Yahudi Profesörler ile birlikte İstanbul Üniversitesi'nin ve Türk Akademik hayatının tarihine, Kırım Türklerinin yaşamlarındaki acı dolu günlere ve pek çok ailenin geçmişindekine benzer tarihsel buluşmalara yelken açıyordunuz. Zaman zaman ise bu tarihten tamamen sıyrılıp, evladınızla aranızdaki ilişkiyi sorgulamaya başlarken bulabiliyordunuz kendinizi tam da hayatın ortasında..

Bunun yanısıra Livaneli'nin hayata ve tarihe bakışını oldukça etkili yansıttığı cümleleriyle, özellikle kitabın ortasından sonuna kadar sürükleyici ve etkileyici, hatta zaman zaman sırtınızı gerecek kadar stresli olan bir yolculuğa başlıyor ve bir kadının hayatında gerçekleşen beklenmedik gelişmelerle kendini yenilemesi ve hayat çizgisini nasıl değiştirdiğini zaman zaman üzülerek, zaman zaman hayranlıkla takip etme şansı buluyordunuz.
Başından da soylediğim gibi kitap boyunca bir yandan hikayenin akışına kapılırken, öte yandan bir erkeğin bakış açısından bir kadının yaşam karşı direnişini okurken, ister istemez kendi içimde de değerlendirmeler yaptım. İtiraf etmeliyim ki yok denecek kadar az bir bölümde farklı düşüneceğimi ya da davranacağımı hisettim. Bu anlamda da Livaneli'yi tebrik ettiğimi ayrıca belirtmek istiyorum bu yüzden.
Bana göre imkansız gibi görünse de, devletler yerine sadece insani duygularla yönetilen bir dünyanın daha az acımasız ve paylaşılabilir olabileceğini, uygulanan politikaların devletler düzeyinde başarılı ya da etkili görünsede, insani boyutta ne kadar büyük haksızlık ve acılara neden olabileceğinin hikayesini bulacaksınız bu kitapta.

"Serenad" okunmaya değer bir kitap gerçekten.. Okuma grubunun ilk konuğu olan bu kitaba dair mesajımı yine kitabın yazarına air bir söz ile bitirmek istiyorum izninizle..

"Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey..." Zülfü Livaneli..

Saygı ve Sevgilerimle
Aylin Kosovaeri Şahin
Ankara Cumhuriyet Lisesi'88