20 Mayıs 2011 Cuma

DERELER AKAR GİDER

İstanbul’un yeni yerleşim merkezlerinden birinde bir ev. Ziya,  çalışma masası, sandalye ve yataktan ibaret küçük odasının camını açtı, dışardan gelen soğuk havayı  ciğerlerine çekti gülümsedi. Günün ilk saatlerinin sessizliğini bozan kuşların seslerini dinledi. Oldukça sağlam yapılı uzun boylu ve kumraldı. Yumuşak bir ifade ile arada utangaç bakan kahverengi gözleri, güven veren ses tonu ve güler yüzüyle  kızların ilgisini çekerdi. Yerdeki sırt çantasını yatağın üzerine koydu, çalışma masasının yanındaki raflardan birkaç tişörtü içine attı. Etrafa bakındı, kapının arkasında asılı olan pantalonu ve yatağın yanında duran bir iki çift çorabı da  atıp çantayı kontrol eder gibi dikkatlice içine baktı. Gözleri aradığını buldu, masanın kenarında duran küçük paketi de alıp çantaya attı.  Odanın kapısı açıldığında sırt çantasını yüklenmişti. Gelen ev arkadaşlarından  Macit’ti. Aynı üniversitede okuyorlardı. Macit, Ziya’dan biraz daha kısa boylu, ince yapılı ve esmerdi. Sert yüz hatlarıyla uyumlu delici bakışları olan siyah gözleri vardı. Onun  da sırt çantası elindeydi.  Çıkıyor muyuz yoksa bir şeyler atıştırır mıyız ? diye sordu. Ancak gideriz orda yeriz, bekletmeyelim diye cevap verdi Ziya. Kapıyı çekip çıktılar. Yerlerinde duramıyorlardı, “acaba  otobüs dolacak mı, kaç saatte varırız, allahtan hava açık,  Bolu’dan  katılacaklar da bizim arabaya mı binerler ? “diye biri diğerinin cevabını beklemeden peş peşe sorularını sıralayarak hızlı adımlarla yürümeye başladılar.   

Gençler yola çıkmazdan sekiz ay kadar önce Karadeniz’in yemyeşil köylerinden birinde kocaman bahçe içinde bir Karadeniz evinde  Zehra bir taraftan evi topluyor arada ocaktaki yemeğe bakıyordu. “Yazın sonunu getirdik, neyse ki daha günler kısalmadı akşama  daha çok var “diye düşünüp, hareketlerini yavaşlattı. “Epeyce kolayladım sayılır”, odanın  camını kapattı köşedeki divanın örtüleri gergin tertemiz bekliyorlardı. Gidip kenarına ilişti, daha yeni yaymıştı bozulmalarını istemiyordu.  Divanın üzerindeki  yarısı tamamlanmış yeleğe  uzandı şişleri alıp ilmek atmaya başladı “arkasını da örersem tamamdır, bakalım beğenecek mi “ diye düşündü. Alışkın hareketlerle ilmekleri atıyor bir yandan da sayıyordu. İlk defa örgüyü eline aldığı zamanki acemi hali aklına gelince nenesini hatırladı. Nenesinin ona ördüğü rengarenk yelekleri çok severdi. Sanki bir tabloyu seyrettiği duygusuna kapılırdı her giyişinde, giymeden önce bakar, giydikten sonra da eteklerini kaldırıp tekrar tekrar bakardı Yeleklerin üzerinde mutlaka kabartmali desenler olurdu: mor yamaçlı dağların dorukları karanlık olurdu, ama bazılarında da beyaz beyaz hala kar dururdu., ufka yayılmış dağların eteklerinde ağaçların yeşilliği göz alırdı, aralarından akıp giden billur mavili derelere saygıyla yol verir gibi eğilirdi sarı sazlıklar. Önceleri ne olduklarını pek anlayamaz nenesine sorardı : bunlar ne nene? Bunlar derelerin suyudur aha bak böyle akar gider..diye ellerini  desenlerin üzerinde gezdirir, Zehra  sahiden akan dereleri görür gibi olurdu.. “dereler akar gider, dereler akar gider ……”   kendini nenesinin söylediği türküyü mırıldanırken yakaladı,  gülümsedi.

Birden dışarıda gök gürlemesini andıran bir gürültü koptu, arkasından da her taraf sallanmaya başladı. Deprem mi oluyor diye elinden şişleri fırlattı kendini dışarıya attı, sallanma durmuştu ama kalkan toz bulutu evin bahçesine doğru kayıyordu. Toz bulutu yukarıdaki dere yatağının en geniş olduğu yerden geliyordu. Dağlardan gelen sular orda toplanır sonra eğime kendilerini bırakır Zehra’nın evinin bahçesinin yanından kıvrıla kıvrıla  akar giderdi. Yolun yukarısından söylene söylene gelen komşularının yanına gitti. Neymiş bu gürültü? diye sordu, - zaten öfkeleri burunlarındaydı - Dursun :  “Getirmuşler, koca koca makineleri dağı un ufak ettiler , kaç kere söyleduk burda HES MES istemeyruz diye ama  bilmem ne şirketinin mudürüymüş , mudür mü  yoksa  beton mudür kafası  laftan anlamıyor, bunlar insanı günaha sokacaklar daa, çık çık çık “ diye cevap verdi. Diğerleri de başlarıyla onu tasdik ettiler. “ Amaaan onlar mıymış, ne çabuk da geldiler, bizim oğlan  geçen geldiğinde demişti, gelin oturun biraz” diyerek onları bahçeye aldı.  Sonra da “oturun ben çay yapayım size” diye mutfağa geçti. Geldiğinde.elindeki tepside dumanı tüten altı bardağın kırmızısı, güneşin yansımalarıyla yer değiştiriyordu. Çayları dağıtıp, masaya oturdu., masadakilerden  Necmiye:”  benim eltim anlattıydı  onların komşu koyünde yapmışlar bu baraj mudur nedir ha ondan geçen sene, şimdi butün yeşillik bitmiş, derenin suyu kuruyunca  bahçeleri sebzeleri  de susuz kalmış, nasıl çoraklaşmış her taraf, dağların üstündeki ağaçlar bile kurumaya başlamış,  hava da değişmiş, basıyormuş onları, hiç keyifleri kalmamış yıllardır yaşadıkları yeri tanıyamıyorlarmış. Kurtlar kuşlar da açlıktan bahçelere dadanır olmuş. Bu hükümet adamları barajı yapmadan evvel bunları otobüslerle kasabaya taşımış, kaymakamlıkta  toplamış, bu barajın ne kadar faydalı bir şey olduğunu uzun uzun anlatıp, köylülere ne diller dökmüş, rızalarını alır gibi yapmışlar da bizimkileri  kandırmışlar,.Bak şimdi kokusu çıktı işte, başımıza gelenler hep bu barajın yüzünden bilsek yaptırmazdık diye şikayet ediyorlarmış” diye anlattı. “ Tabii ya” diye hepsi başlarıyla onu tasdik ettiler ve konuşmaya başladılar. Her tarafın yemyeşil olması, kuşların her çeşidinin yaşayabilmesi, toprağın verimliliği, havanın temizliği ve içtikleri suyun saflığı hep derelerin sayesindeydi. Enerji dedikleri şey onlara lazım değildi, bugüne kadar ataları da kendileri de yaşayıp gidiyorlardı  bu topraklarda. Karar verdiler, komşu köylerin muhtarlarıyla da birleşecekler, hemşehrileri olan bakana mektup yazdıracaklardı.


Köyün girişinde üç tane otobüs durdu, içinden sırt çantalarıyla gençler , kentli oldukları kıyafetlerinden anlaşılan orta yaşlı adamlar kadınlar  boyunlarında fotoğraf makinalarıyla  inip köyün içine doğru yürümeye başladılar. En önde yürüyen gençlerin arasında Ziya ve Macit  vardı.  Köylüler başlarında Zehra ve komşuları onları karşıladılar . Ziya Zehra’ya doğru yürüdü, elini öptü sarıldılar. Ziya ve Macit köydekilerle, otobüsten inenlerin bazılarını tanıştırdı. Hepsi misafir edilecekleri evlere doğru yola çıktılar. Akşam yorgunluklarını atacak, ertesi sabah dört köyün ortaklaşa yapacağı kutlama şenliği için erken uyanacaklardı. Macit  telefonda konuştuğu televizyonculara yolu tarif ediyordu, bir saate kadar onlar da köy ahalisine katılacaklardı. Köylerde yapılması planlanan hidro elektrik santraları ile ilgili karar  geri alınmıştı. Dört köy yan yana gelerek gençlerin desteğiyle ülkeyi-dünyayı ayağa kaldırmışlardı.. Başka şehirlerin köylerindeki dağlarından akan derelerin, kendi doğalarını gelecek kuşaklardan ödünç aldıklarını bilen insanları da yollara düşmüşlerdi. Günler boyunca yürümüşler, yollarda sponsorlarının kim olduğunu soran, bu kadar küçük paralara bu yorgunluğun değmeyeceğini söyleyen  densiz TV muhabirlerinin haksız saldırılarına göğüs germişlerdi.  Dağlardan akan sular gibi, aynı nenenin yeleklerindeki örgüler gibi kıvrıla kıvrıla akmışlar Ankara’da buluşmuşlar, koca bir sel olmuşlardı.   Şimdi   bu haklı mücadelenin sonunda kurtarmayı başardıkları dereleri için yapacakları şenliği de dünyaya duyuracaklardı. Şarkılarını hep birlikte söyleyeceklerdi : “dereler akar gider, dereler akar gider., bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider, bazısı  aşar gider.”  Ziya annesinin ördüğü kazağı giyecekti, nenesi de onlarla olacaktı. Zehra, Ziya’nın getirdiği kutudaki lokumlardan birini ağzına attı, keyfine diyecek yoktu.

6 Mayıs 2011
Işık DEMİRTAŞ

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu akıcı ve güzel anlatımınız ve hikayenizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ediyor ve devamını bekliyoruz.
AKS'88