19 Aralık 2011 Pazartesi

EŞ Mİ, EŞYA MI ?

İngiltere’de bir hakim, gece parkta yürüyen genç bir kıza sözle tacizde bulunan kişiye tam 6 yıl 6 gün ceza vermiş.

Sormuşlar:

Bu ceza biraz fazlaca kaçmadı mı?’

Yanıt vermiş hakim:

Sözle sarkıntılığın cezası 6 gün.

6 yıl ise, genç bir kızın gece parkta yürüyebilme özgürlüğüne kast etmenin bedelidir.

                                            *******

Adamın biri.. diye başlayacağım; adam olanlara ayıp olacak. Kendini insan sanan birisi desem insana ve insanlığa ayıp.. 

Bir de utanmadan sanatçıyım demeye kalkışmaz mı?.

Sen.! Karım dediğin, sana yaren olmuş, önüne aş koymuş bir kadını, baba evinden döve döve alıp koyun gibi ellerini ayaklarını koli bandıyla bağlayıp, götürmeye kalkan..

Seni de bir kadın doğurmadı mı, elini öptüğün, gözünden nur aldığın?

Bir el olmadı mı başını okşayan?

Sana da birileri, bacı, yeğen akraba değil miydi?

Gömleğini ütüleyip, giymen için ayakkabını çevirmedi mi bir kadın?

Hiç aile çatısı görmedin mi, yuva bilmedin mi sen,

Kendine eş diye seçtiğin eşyayı, paketleyip götürdüğün yere evim demektesin?
Bu güne kadar nerede yaşadın da bir nebze sevgi ve bir ölçek saygı ekilemedi kalbine?
Hiç öğreten olmadı mı sana, gücü yetmeyene vuran elin sahibidir asıl güçsüz.

İkiniz bilirdiniz, senin zavallı zayıflıklarını yalnızca,

İki tokat patlatıp bir de ağzını bantladın mı konuşamaz sandın ya,

Dünya alem anladı şimdi eksiğin nedir, nerededir?


Üstelik aklın da yokmuş senin. Hiç olmamış.

Ahşabı, metali, camı, birbirine yapıştıran, tankla dahi sökemeyeceğin yapıştırıcılar var, var olmasına ama;

Bilmez misin ki,

Bir kadını bir erkeğe zamklayabileni çıkmadı henüz.. 

O istemezse tabii.

O isterse neler olur’u da senin gibiler bilmez.

Burası neresi dağ başı mı?

Orman mı?

Kanunu, düzeni, örfü, ayıbı, günahı bulunmayan Kaf’ın ardındaki topraklar mı?

Bu insan-sızların ve insaf-sızların hiç mi mahkemeden, hakimden cezadan korkusu, çekincesi, yok?

Sırf bu aldırmazlık için dahi bir ceza hak etmez mi insan kılıklılar?

                                          …………..

Kadına şiddet başlığı altında çeşitli suçlar işleyenlerin, İngiltere örneğindeki kadar olamasa dahi, bir şekilde en ağır cezalara çarptırılmalarını, özellikle yaşama hakkına kast edenlerin toleranssız yargılanmalarını talep etmekte ve beklemekteyim.


Topluma kazandırılabilecek olanlar için eğitim/ terbiye amaçlı cezalar oluşturulduğuna, çözümler konusunda da gözle görünen adımlar atıldığına inanmak ve bir umuda dayanmak istemekteyim.

Tüm kadınlarımız ve yanısıra insan haklarına saygılı bunca çağdaş erkeğimiz bir avuç kalitesizin toplumumuzu bozmasına, kokuşturmasına izin vermemeli.. Veremez.


Ben kendim, hangi siyasi, sosyal, sivil çatı altında olursa olsun, her türlü sorumluluğu seve seve yükleneceğimi ve nerede olursa olsun koşa koşa gideceğimi; bunun için verilecek her göreve hazır olduğumu beyan ediyorum.

Yıllardır, ufuğa bakmaktan yoruldum.

Bizi ileride yapılacaklar değil, şimdi şu an yapılanlar ilgilendiriyor olmalı artık. 
Remide Arsan

HEY GİDİ GÜNLER

50 li yıllarda Samsun’da Türkiye’nin ilk Klasik Müzik Çocuk Orkestrası oluşturulmuştu.

İl’deki çeşitli ilkokullardan toplanan çocuklarından kurulu bu orkestrada o tarihte 9-10 yaşlarında olan tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy da bulunuyordu.


Müzik aşığı Mustafa Besen tarafından yönetilen ve Mozart, Lizst, Brahms gibi pek çok müzisyenin eserini yorumlayan çocuklar orkestrasının konserlerini valiler, belediye başkanları ve ilin diğer ileri gelenleri hiç kaçırmazdı.


Bu eşsiz orkestra bayram törenlerinde ve resm-i geçitlerde kendilerine ayrılan özel bölümde yer alır ve marşlar çalarlardı.

Orkestra her zaman Samsun’un gururu oldu.

60’lı yıllarda bir lisede bir müzik öğretmeni yaşardı. Hikmet Hazar adındaki bu öğretmen, yıllar boyunca her ders başladığında tebeşirle kara tahtaya tam 2 saniyede bir Atatürk profili çizer, dersini bu resmin önünde anlatırdı.


Öğrencilerine İstiklal Marşını öğretirken, ‘taze bir ekmek kokusu gibi vatan kokusu duyarak söyleyin’ diye tenbihlerdi.. 

Onun için müzik; vatan ve Atatürk sevgisi ile özdeşleşmişti. 

Yıl 2011’e gelindiğinde Türkiye’nin ilk ve tek Köy Orkestrası yine Orta Karadeniz topraklarında, Amasya Taşova’da doğdu. Gönül Saray, köyüne yatılı bir okul yaptırmaya karar verdiğinde, iyi bir eğitimin ve kültürün müzikle beslenmesi gerektiğini biliyordu.

 Böylece Ömer Saray İlköğretim Okulu öğrencileri hayatlarında henüz büyük şehir görmeden, sinemaya gitmeden, dondurma bile tatmadan, köy hayvanlarının aiii ve mööö sesinden başka tını bilmeden notayla ve müzik enstrümanlarıyla tanıştırıldılar.


Bu gün seksen kişilik olan bu orkestranın yarattığı mucizeyi Avrupa Birliği örnek proje olarak ele aldı. Çocukların eğitim başarısındaki artış ise benzersiz oldu.


Tur rehberi Hong Kong’da her yeri gezdirdikten sonra özel istekleri olanların programlarına yardımcı olabileceğini bildirdi. 

Gruptakilerin çoğu, teknolojik aletler satan dükkanlara koştu.

 Kendi başınalığının keyifli sessizliğinde olduğu ve orta yaşa sınır koymadığı anlaşılan gri saçlı yolcu, yuvarlak gözlüklerini düzelterek yavaşça rehbere yaklaştı ve görmek istediği yeri söyledi:

 Aşk güzel şeydir filminde William Holden’in Jennifer Jones’la buluştuğu tepeyi görmek ve o müziği (Love is a many splendered thing) yerinde dinlemek istiyorum.

 Ne sinema sanatları meraklısı, ne yönetmen ne de aktördü. Üstelik, anne-babasının zamanına ait bu filmi izlediğinde sadece orta okul öğrencisiydi. O filmi, o muhteşem müziği ile o tarihte beynine kaynak yapmış ve yıllarca ruhundaki bu konseri dinlemişti.


Şimdi bu tepeyi görmek, çimenlere dokunmak, o tutkuyu hissetmek ve müziği yerinde duymak istiyordu.

Bu, hayallerinin bir rengiydi ve tualinde eksik kalmıştı.

O eksiği o akşam, Victoria tepesinde olağanüstü bir güzellikte batan güneşin görülmemiş kızıllarından birinin bir tonu ile tamamladı.Yanında o rengin notası ile birlikte..


5 çocuk sahibi bir babaydı. Tarhana çorbası ve ekmeği ziyafet bilen nar yanaklı, güleç yüzlü bir ailesi vardı. Gece kondumsu bir evde otururlar arada sırada bize telesafir olarak gelirlerdi.

Bir tarihte Devlet Opera ve Balesi binasında bir iş bulmuş, bir referans adı sorulduğunda, müfettiş olan babamın adını vermiş.

Babam köylüsü olan bu kişi için hiç tereddüt etmedi.

Çok yıllar geçip de emekli olunca çayını içmek ve teşekkür etmek üzere babamı ziyaret etmiş.

O akşam işten eve geldiğinde sofrada bu ziyareti ve onunla olan sohbetini anlatmıştı babam:

‘Yıllarca perde açıp kapadım. Şimdi de klasik müzik dinlemeden uyuyamıyorum abey.’

                                  ……………

 Remide Arsan

BENİMLE BİR VALS YAPAR MISINIZ BÜLENT ARINÇ BEY?

Durup dururken, klasik müzik dinleyenlerin oranını belirlemek nereden aklınıza geldi Bülent Bey? Radyo kanalını kapatmadan önce bize bir kulak verseydiniz keşke.. 

Gerçi siz kulak vermek yerine kendi düşünce ve inançlarınızı dikte etmeye programlısınızdır.

Yine de bir dinleseniz diyorum..

İçki yasağında olduğu gibi, çeşitli mekanlarda çalınan klasik müziği, caz müziğini, hafif batı müziğini, ardından da, operayı, baleyi ve orkestraları külliyen ortadan kaldırmaya niyetiniz yoktur inşallah.

Biz azınlıkta gibi görünenler müzik kalitesi çok düşen radyolar yerine doldurulmuş müzikleri ve cd leri dinlemeyi tercih ettiğimiz için anket sonuçlarına aldanmayın lütfen..

Bizi ve zevkimizi küçümseyen televizyoncuların, müzik ve şarkıcı niyetine önümüze koyduklarını da geçin bir kalem. Yoklukta bakıyoruz işte.. Ne yaparsınız.?

Bale vardı da izlemedik mi?

Hem sonra..Dans yarışmalarında ekran başına kilitlenmiyor muyuz?

Minibüslerden, çarşı-pazardan sokaklara dökülen müziklere gelince… Asıl bunlar küçük bir azınlığın yaygarasından başka bir şey değildir. 

Klasik batı müziğini bu tarzda ne çalmaya kalkan olur ne de dinleyen.. Bilemezsiniz..

Her şeyden önce özündeki hücrelerindeki vazgeçilmez tutkusuyla halkın tamamına yakını Türk Sanat Müziği aşığıdır. Bunların büyük çoğunluğu aynı zamanda batı müziği hayranıdır. Çünkü müzik sanatına gönül veren gerçek müzikseverler, her tür müziği dinleyen, anlayan ve zevk alan insanlardan oluşur. Bu insanların sayısını tahmin bile edemezsiniz.

Siz de bilirsiniz ki, bizim anne babalarımız ilk danslarını La Comparsita’yla yaparak evlenmiştir. Ezici çoğunluğumuz da Mendhelssohn’un Düğün Marşıyla.. 

Hayatının en önemli adımını klasik müzik eşliğinde atanların oranlarına bir bakmak istersiniz diye hatırlatmak istemiştim.. Davet edildiğiniz düğünlerin yüzde kaçında çiftler, ‘Şen’ola düğün’le dünya evine girmiştir Bülent Bey?

Başka bir konu da, şimdilerde pek çok annenin, karnındaki bebeğine klasik müzik dinletiyor olmasıdır. Bu müziğin hamilelik süresince bebeği rahatlattığı, huzur sağladığı ve pek çok gebelik komplikasyonunu engellediği tespit edilmiş.

Küçüklerin ilk eğitimlerinin fona yerleştirilen klasik müzik eşliğinde verilmesinin zekayı geliştirici etkisi olduğu ve öğrenmeyi kolaylaştırdığı ispatlanmış. Sınav öncesi stresi azalttığı da..

Durum ortada.. Orhan Baba’ya sevgimiz sonsuz olsa da, bebeklere daha dünyaya gelmeden ‘Batsın Bu Dünya’yı dinletmenin bir kerameti yoktur. Sizce de öyle değil mi?


Demem o ki her türlü müziğin ayrı bir yeri zamanı ve güzelliği vardır. Klasik müziğin de tarzı, işlevi, etkisi farklıdır.. Yararlıdır. Dinlemeye, sevmeye anlamaya teşvik edilmelidir.

Önemli olan dilini anlamak değil, ortak ruhta buluşmaktır.

Dinimizin dili de Arapçadır. Halkın aynı % 92 lik bölümü tek kelime Arapça bilmez, anlamaz. Ne var ki, bilmediğimiz anlamadığımız bir dilden Allah’a ulaşmaya çalışırken en ufak bir endişe taşımayız. Çünkü bağ dil ile değil inanç ile kurulur.

Bu sebeptendir ki; güzel okunan bir sabah ezanının saba makamındaki o mistik nağmesi, uykumuzun arasında kulağımızdan önce ruhumuza ulaşır.

Kısacası…

Benim bu yazımın etki alanı küçücüktür, ancak üç- beş kişi okur Bülent bey.. Bir kısmı memlekette bunca önemli konu varken, neden müziğe demir attığıma takılır, bazıları da özüne kafa yormaz amacıma dikkat bile etmez.

Ama siz, toplumu yönetmeye soyunan liderlersiniz. Sizlerin bir sözünüzle yaratabileceğiniz etki alanınız sınırsızdır. Sizi dinlemeseler bile duyarlar.

Kamuoyuna ‘klasik müzik dinlemeyin’i çağrıştıran talihsiz beyanatlar veren bir kişi olmak yerine, sanatı ve müziği sevdiren, sağlıklı ruhlar ve çok yönlü düşünebilen akıllar yetişmesine vesile olan, zevk kalitesi yüksek bir toplum yaratan olmak istemez misiniz?

Benimle bir vals yapar mısınız Bülent Bey?

Keşke bunların hepsini yapabilseydiniz..Ülkede ne çok şey değişirdi..

Remide Arsan

24 Kasım 2011 Perşembe

CANDAN AÇTIK CEHLE KARŞI BİR SAVAŞ

Öğretmenler gününde nedense ilkokul öğretmenimi hatırlarım önce, çok sevdiğimden değil aslında, ama sanırım beş yıllık bir beraberliğin izleri kolay silinmiyor insan hafızasından.. Kırk yaşıma geldiğimde yüksek sesle söyleyebiliyorum ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi.. Bunca yıldır belkide hiç edinmediğim sevgimden, saygım kalmış yine de geriye.. Yine bile içim sızlıyor bunu itiraf ederken, tıpkı çocukken İstiklal Marşı çaldığında ayağa kalkmamayı günah sandığımda hisettiğim gibi.. Günahı ne sanıyordum ondan da çok emin değilim oysa.. Ama saygımının sevgimin önüne geçtiği değerler edindirildiğim kesin..


17 Kasım 2011 Perşembe

EN ÇOK ŞÖHRET YETİŞTİREN EFSANE OKUL

Bazı okullar özeldir.

Hayır.. Paralı anlamında değil. Statü anlamında da değil..

Cafcaflı ismi olanlar hiç değil.

Özel…Yani sıradan gibi görünen sıradışılık anlamında.

Kök anlamında… Ve verdiği köklü eğitim anlamında.

İnsan olma notunun da sınav notu kadar önemsenmesi anlamında.


16 Kasım 2011 Çarşamba

KİMSENİN BİLMEDİĞİ GEÇEKLER

Her gün farklı kişiler başka başka açılardan depremde kimlerin ihmalinin olduğunu tartışa dursunlar gerçek kamuoyunun bildiğinden çok farklıdır:
Öncelikle;

Türkiye’de isteyen herkes müteahhit olabilir. Okuma yazma bilmese dahi kişi bir iki belge götürüp müteahhitlik karnesi alabilir ve gökdelen dahi inşa edebilir.

İnşaat gibi fevkalade önemli ve katmerli eğitimler gerektiren bir uzmanlık dalı, hiçbir mesleki nosyonu bulunmayan vasıfsız insanların tekelindedir. Dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur. Asıl deprem budur. Bu düpedüz cinayettir.



EVREKA!

Malum kış trendi, havalar soğur soğumaz milletden geri kalmayalım diye, bugün oğlumla salya sümük hastayız evdeyiz.. Bir kış günü evde sakin sakin vakit geçirmek gerçekten keyifli oluyor.

Hastayız dedim ya, o yüzden temizlik, yemek, iş güç falan da yok, kanepeleri parselleyip bir film izledik önce, teknolojinin gözünü seveyim biraz alışveriş sitesi falan da dolaştım yattığım yerden çok güzel oldu. Her gün hayatımızdaki tüm kaos ve zamanla yarışa rağmen alışkankık haline getirdiğim gazetelere bakmamak için epeyce oyalandım aslına bakarsanız.

Hatta gündüz iş yerimden girme fırsatım olmayan Face Book u açtım sağa sola biraz laf yetiştirdim. Ama sonra arkadaşımın yazdığı ve bir süredir gündemi yolundan çıkarmaya çalışan bedelli askerlik hakkındaki aşağıdaki cümleleri okuyunca duramadım açtım gazeteyi..

"Bakan acikladi: kredi kartina bedelli askerlik... Komutan: nasilsin asker? Askerler: VADAAAAAA...."

Gazete de başbakanımızın çalışmaların sonuna gelindiği ve en geç önümüzdeki haftada açıklanacağını söylediğini okudum. Arkadaşımın yazdığı başlığı görünce epeyce güldüm aslında bu ülkede yaşanan ölüm haberi içeren olayların bir çoğuna güldüğüm gibi. Hani öyle Engin Ardıç'ın Atatürk diktatör değildir diyenlere güldüğünü söylediği yerimle değil, ağzımla.. Netekim herkes ağzı neredeyse orasıyla gülebiliyor, bu anlamda Sayın Ardıç'a da kızmamak lazım olduğunu da burada yeri gelmişken belirtmek isterim.

Huyum kurusun işimde dahil her konuda paranoya üreterek tüm ihtimalleri gözden geçirdiğim için, bir yandan gülüp, bir yandan gazeteye göz gezdirirken, öte yandan düşünmeye de devam ediyordum. Aslında bir kaç gündür aklımda gezinen şöyle bir soru vardı?

"Ülkenin içinde bulunduğu dönem göz önüne alınacak olursa, özetle ordunun yıpratıldığı ve bulunan her yöntemle bastırıldığı, ölümün kol gezdiği, terörün tabiri caiz ise "top yaptığı" ve bütün ortadoğu ülkelerinde sıcak iç savaştan doğan ateşin sınırötesine sıçrayan kıvılcımlar ürettiği düşünülerek, her zaman alıştığımız gibi gündem değiştirmek için kullanılan bedelli askerlik meselesine bu defa sadece gülüp geçmeli mi? yoksa bir çapanoğlu aramalı mıydı?"

E Türk'ün aklı belki evde hasta yatarken de gelebiliyor ve atalarımız bunu gözden kaçırmış olabilirlerdi. Bu bağlamda bence hazır vaktim de varken bir çapanoğlu aramakta sakınca görmemekteydim açıkçası.

Askerlik dediğimiz şey neydi.. "Vatan hizmeti".. Ne diyordu askerler "Her şey vatan için", şehit anaları ne diyordu "Vatan sağolsun" ben bu haberi hangi gazete de aramıştım "Gazete Vatan".. İpuçları beni doğrudan "vatan sevgisi" konusuna doğru götürmüştü. İyi de öte yandan benim de bir oğlum vardı. Ülkede ülan edilmese de bir doğal afet ve milli yas, ayrıca yine söylenmese de iç savaş tarzı bir durum vardı. Aslında bir de darbe olacaktı da neyse onun önünü aldılar, öbürleri hala duruyor..

Neyse konuyu dağıtmayalım, evet benim bir oğlum vardı, arkadaşlarımın da bir çoğunun erkek evladı vardı. Dünyada erkek nufusunda bir artış mı oluyordu ne? demiyeceğim elbette. Biz çocuklarımızı bu şartlar altında "en büyük asker bizim asker" nidaları içerisinde askere güle oynaya gonderir miydik? Yoksa arkadaşımın da söylediği gibi kredi kartına peşin fiyatına on taksit ile groupfoni indirimi kullanıp, turkcelliler yaşadı kampanyalarından faydalanıp, bir de üzerine word puanımızı ekleyerek bankalar önünde kuyruklar oluşturur muyduk?

Düşündüm karar veremedim bir anne olarak.. Kafam karıştı.. Hani şu Kahpe Bizans filmindeki gibi onu "asker yapmayın beni yapın" diye ortaya atlayıp , ağlasam ratinglerim yükselir miydi acaba? Ben bu vatana oğlumu değil kendimi feda etmek istiyorum, onsekiz yaşına gelince o da kendi kararını kendi versin diyeceğim ama gel gelelim o zaman da ben onsekiz yaşımdayken bunu yapar mıydım diye kendimi dönüp sormam gerekti. Kırk yaşımda buna vereceğim cevap "evet" aslında ama o yaşlara geri dönüp bunu kesinleştirmek biraz zor.

Sonra buradan nereye mi vardım? İkilemler.. Son donemde neredeyse ikilem yaşamadığım konu kalmamıştı gündeme dair. Gazete ve internet ortamında yayınlanan beyanların neredeyse çoğunun bir kısmına katılıyor bir kısmına katılmıyordum. Hiç ortası yoktu ya da tamamen katıldığım düşünce yapısı o kadar azdı ki.. Albert Camus'un yabancısı ben miydim acaba? Yoksa gazetelerin yalancısı mıydım?


Neyin bedeliydi sahi bu askerlik ücreti? Hem sonra bu toplanan paralar ne olacaktı, depremden mütevellit önceki hükümetlerin uygun gördüğü vergilerle GrahamBell'in bizlere armağan ettiği iletişimin bedeli ile yapılan duble yollardan sonra, triple yollar mı yapılacaktı ülkeye? Yoksa TSK nın cebine girecek de militarist bir yonetim arzusuyla darbe üzerine darbe yapmalarına mı yarayacaktı. İkinci alternatifi pek sanmıyorum zira orduda darbe yapacak üst düzey yetkili kalmadığından ve neyse parası vermiş içeride bir askerliğe bakıp çıkacak arkadaşlarla da darbe yapılamayacağı gün gibi ortadaydı.

Durun durum bu bedelli askerlik paraları ile belkide daha önce bahsi geçen ama ülkede konu konuyu açtıkça unutup gittiğimiz diğer şeylerden biri olan paralı sınır birlikleri mi kurulacaktı yoksa? Parayı veren düdüğü ay pardon sınırı çalacak mıydı ki?


Derken bir de baktım intertnet dünyasının siyasi videolarının en fazla hit alan kahramanı değerli Muammer İnce almış elinde 10 Kasım ve I. Abdülmecit'i anma törenleri davetiyelerini bas bas bağırıyordu. Niye 10 Kasım davetiyesi fotokopi imiş de Abdülmecit'inki süslüymüş. Yarın ki gazetelerde beklediğim göz yaşları içerisindeki açıklama "Efendim siz de takdir edersiniz ki, ulu önder Atatürk gösterişi sevmezdi" . Hadi buyrun, var mı itirazı olan, koskoca ihtişamlı bir Osmanlı Padişahının anma davetiyesi de elbette ihtişamlı olacaktı bu durumda, bunda yanlış anlayacak ne vardı?

PKK askerimi ve sonunda sivilleri kırıp geçirirken öfkeyle ağzdımdan Kürt kelimesi çıkmasın diye dikkat ediyordum çünkü hedefim bu ülke de yaşayan Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil BDP ve PKK'ydi doğrudan.. Bu ikimele düşenleri yanıltmak bu ikilemi kullananların ekmeğine yağ sürmek istemiyordum.

Van da yaşanan büyük deprem ve ardı arkası kesilmeyen artçılar sonrası enkaz altında, soğuktan donarak ölen yaşlı, gençi çocuk herkes için içim kan ağlarken bir yandan aman yardımlar PKK ya gidiyor dikkat edin uyarıları neticesinde ikilem yaşamadınız mı bir çoğunuz  ve hala yaşamıyor musunuz? Önemli olan niyettir ben elimden geleni yapayım, kul bilmezse Allah bilir demediniz mi çoğunuz yardımlarınızı gönderirken? Ben dedim..

Sayın Egemen Bağış'ın bir yurt dışı üniversite gezisinin 10 Kasım saat dokuzu beş geçe Atam dolma bahçede saatine denk gelmesi sonucu,  türban ve ergenekon meselelerinin Atatürkçü düşünce temeline dayandırmak suretiyle sarfettiği sözde Atatürk'ü öven cümleleri, eminim bir çoğunuzun kafasında soru işaretleri ve şaşkınlık yarattı. Atatürkçü düşünce huzur ve refah demektir dedi kendisi ayrıca, Atatürk düşüncesinin AK Parti yorumunu mu dinledik yoksa sabah mahmurluğu kafası mı karışıktı bilmiyorum.

Ardından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir terörist cenazelerinde ön saflarda yer alırken birden bire depremde yaptığı yardım ve destekten dolayı TSK ya teşekkür etti. İş başka arkadaşlık başka diye mi düşündü bilmiyorum.

Gazetelerde son terörist ölümlerinin ardından cenaze evlerinin Türk bayrakları ile donatıldığı haberlerini gördük. Evladı terör örgütüne yem oldu diye aileler de PKK destekçisi değildi elbette ama o bayrakları gorene kadar kaçımız bunun farkına vardık. Sonra Feribotta etkisiz hale getirilen teröristin cenazesine katılan ve alkış tutan BDP milletvelikili Tunceli ve diğer tüm PKK ve BDP yandaşlarını terörist in annesinin cenaze evinden kovduğu haberini okuduk. Ne hisettiniz? Ne düşündünüz bilmek isterdim. Maçta gol atılınca hisettiğiniz o taşkın "Goool" çığlığını mı atmak istediniz - ben bir ara oyle hissettim-, yoksa acılı Anadolu anasının alnından öpmek mi istediniz. Peki bütün bu haberler olmasaydı, o teröristin bir ailesi olduğunu ve aslında terör örgütüne karşı bir vatansever olabileceklerini hiç düşünür müydünüz? Yoksa sanal ortamlarda bir çok insanın yaptığı gibi "En iyi Kürt, ölü Kürttür" temelli düşünce akımına mı kapılır giderdiniz? İkilemlerle dolu ülkem benim..

Bunu savunduğum için yani o terörsitin ailesinin de bir vatansever olabileceği gerçeğini göz önüne almanızı istediğim için ben terör örgütüne veya Kürt kökenli vatandaşlara sempati yaratmaya çalışmakla suçlanır mıyım dersiniz? Tıpkı Kur'anı övdüğümde yobaz, Atatürk'ü övdüğümde dinsiz sayılabildiğim gibi. Her şey bu kadar siyah beyaz mı bu ülkede? O zaman acilen bir KaraParti kurmak lazım AkPartinin karşısına ki, ak parti, kara parti bir an önce belli olsun biz bu ikilemlerde boğulmadan önce..

Tüm bunları düşünürken düşünürken gazetede gördüğüm şu haberle şimşekler çakıverdi beynimde..
Sayın Başbakanımız hani BDP nin PKK ültimatomu üzerine meclisten çekilse mi çekilmese mi tartışması yaşaması üzerine, "Çekilseler kaç yazar, çekilmeseler kaç yazar" ya da benzeri bir şey söylemiş ya.. İlkin şöyle düşündüm.. "Öyle tabe yeaa... Kimmiş ki onlar?", ardından şöyle düşündüm "Oğlum burası meclis değil mi? Kim var bu mecliste? Milletin vekilleri? E tamam da bunlar milletin değil teröristin vekili olmuşlar.. Mecliste ne işleri var gerçekten? Ama öte yandan bir başbakan milletin vekilleri için çekilse kaç yazar çekilmese kaç yazar der mi yaa? Derse bu nedemektir? Meclis beni bağlamaz mı demek? Al sana bir ikilem daha, dahası bir ironi..

Sonunda yıllardır o gündemden bu gündeme sekerken, daha bir tanesini düşünüp taşınmadan öbürüne kafa yormaktan sersemlememizin nedeninin bu hükümetin "sürekli gündem ve ikilem yaratma marifetiyle" olduğunu ve bu sersemliğimizin bizi eriştirdiği koyun mertebesi neticesinde de bu gün gelmiş olduğumuz durumun temel noktasını bir çırpıda çözüverdim. O halde "evreka" ..

Taa ki, yarın yeniden günlük kaos ve zaman yarışına girip, iki arada bir derede gazetede değişen gündemi takip edip kafamı kurcalayacak yeni bir konu bulana kadar elbette.. O yüzden unutmadan yazayım dedim..

Şimdi hastalığıma ve mırıldamama kaldığım yerden devam edebilirim.

Saygı ve sevgilerimle
AKS

13 Kasım 2011 Pazar

ANADOLU DOĞURUYOR DÜNYA TARİHİ DEĞİŞİYOR

TAŞ DEVRİNDE yapıldığı belirlenen tarihin en eski yapıtları Urfa’ya 15km mesafede Örencik Köyü yakınlarında Göbeklitepe’de ortaya çıkarıldı.
Bu devir, çanak çömleğin henüz yapılmadığı, yazının bilinmediği madenin keşfedilmediği en ilkel zaman dilimi olarak bilinirdi

İlk insanın mağaralarda yaşadığının varsayıldığı zamanlara ait,
T şeklindeki kolonlardan ve labirentlerden oluşan mükemmel bir mimari sistem ile karşılaşılması dünyada büyük şaşkınlık uyandırdı.

Dikilitaşlar 11.500 yaşında. Üzerlerindeki kabartma hayvan figürlerinin olağanüstü tekniğinin ve mükemmel ustalığın açıklanabilmesi ve herhangi bir örnekle benzeştirilmesi mümkün olmadı.
Henüz tekerlek icat edilmemişken, 15 tonluk taşların 300-500 metre öteden nasıl taşındığı ve 4- 5 metre yüksekliğindeki kolonların mono blok kayadan nasıl yapılabildiği hala tartışılıyor.
Bu teknolojinin beraberinde bir sosyalleşmeyi getirdiği ve bunun da belli bir iletişimi gerektirdiği çok açık.

Bu durumda, bilim adamları ‘pardon!’ demek ve Neolitik Çağ derslerine en baştan başlayarak çalışmak zorunda kalacaklar.Çünkü insanoğlunun uygarlık gelişim süreci bilgileri artık tarihe karıştı.
Ya da Göbeklitepe ‘tarihi karıştırdı’ demek daha yerinde olacak.
…………….

Göbeklitepe, ‘Dinin Doğuşu’ başlığı ile National Geographic’e kapak oldu. Der Speigel dergisi, History Channel, New York Times, Newsweek de bu taş devri mimarisini tüm dünya gündemine taşıdı.

Bu güne kadar, tarihin en eski yapıtları olarak;

Malta monolitikleri M.Ö 3600
Stonehedge M.Ö 3000-
Piramitler M.Ö 2650
İnka Machi Pichu M.S 1450
bilinirdi.

Göbeklitepe yerleşkesinin (M.Ö 9600) Gize'deki Keops piramitinden 7000 yıl önce inşa edilmiş olduğu kesinlik kazandı.

Göbeklitepe'yi kazan arkeolog Klaus Schmidt bu alanı tapınaklar tepesi olarak açıklasa da; insanlığın henüz yerleşik düzene geçmesinden ve din olgusuyla tanışmasından çok önce yapılmış olan bir yapının tapınak olma ihtimaline kuşku ile yaklaşanlar var.

Der Spiegel’in yapmış olduğu 'Adem'in yaşadığı yer' ve ‘Gizli Cennet’ tanımları gerçekçi bulunmuyor.
Dönemlerden Taş Devri... Takvimler M.Ö 9600 ü gösterirken,

Harran Ovasında kendilerine özgü medeniyetleriyle Fred Çakmaktaş’lar, Yabaduba duuuuu sesleriyle yaşamış olabilirler mi?
…………….
Şu anda paha biçilemeyecek bir hazinenin üzerinde oturuyoruz.

Şu anda Anadolu, hiç olmadığı kadar zengin, hiç olmadığı kadar bereketli.

Ülkemiz çok önemli bir doğum sürecinde. Bu doğumu kolaylaştıracak her olanağın sağlanması için yetkililer ilgili birimlerini hızla harekete geçirmelidir. Konusunda uzman kişilerin çalışmalara katılması, sivil toplum kuruluşlarının devreye girmesi, sadece bölgede değil, Türkiye’deki tüm duyarlı insanların ve özellikle üniversite gençlerinin gönüllü hizmet vermesi hayati önemdedir. Bu proje ülkemizin geleceğidir.

Aldığım son bilgilerle Göbeklitepe güncesi şöyle:

Kazı Arkeolog Klaus Schimidt başkanlığında bir Alman Ekip tarafından başarıyla devam ediyor.
Çok kısa süre içinde büyük ölçekte turist akınına uğrayacağı bilinen bölgenin, yolu bozuk, ulaşım zor.
W.C, büfe, danışma, dinlenme alanı, hediyelik eşya kitap satış dükkanı, teşhir salonu gibi, turist ve araştırmacılara yönelik hizmet üniteleri bulunmuyor.

Plato sit alanı olmasına rağmen, arabalar kazı alanına(üstüne) park ediyor.

Kazı alanına yaklaşım, antik kente giriş, gezi yolları dağılım projesi Ankara’da bekliyor.

Gişe yapılmadığı için Kültür Bakanlığı bekçi atayamıyor.

Koskoca alanı üç tane köylü vatandaşımız koruyor. Onların maaşlarını da Alman’lar ödüyor.
Taşınabilir bir heykel çalınmış.

Neolitik bulgularla ilgili olarak hazırlanan İngilizce kitap, finansman zorluğu nedeniyle basılamıyor.
Hazırlanan diğer 3 kitap için de ayrıca sponsor aranıyor. Kitapların tüm dünyadaki müzelere ve üniversitelere ücretsiz dağıtılması için yardım bekleniyor.

Remide Arsan

12 Kasım 2011 Cumartesi

ANKARA CUMHURİYET LİSESİ 52. KURULUŞ YIL DÖNÜMÜ DUYURUSU

Sevgili arkadaşlarımız,

ACL 'mizin 52. kuruluş yıldönümü töreni 19 Kasım 2011 Cumartesi günü Okulumuz B binası (80.Sokak Emek/Ankara) konferans salonunda saat 14.00'de yapılacaktır. Aynı gün sabah Okul, Resmi Kurumlar için yapılacak sınavlara tahsis edilmiştir. Bu nedenle bu yılki kutlama töreni saat 14.00'e alınmıştır.

Kuruluş törenimizi onurlandırmanızı önemle rica ederim.

Saygılarımla
Yekta IŞIKOĞLU
Ankara Cumhuriyet Liseliler Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı


Program:
1. Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı,
2. Başkent Üniversitesi "Orkestra Akademik Başkent" sanatçılarından dinleti,
3. Dernek Yönetim Kurulu adına konuşma,
4. Lise Müdürümüzün konuşması,
5. 2010-2011 öğretim yılı Lise birincisinin ödüllendirilmesi,
6. Heykeltraş Metin Yurdanur'a plaket sunumu,
7. Yenimahalle Belediyesi, TUBİL Halk Dansları Topluluğu'nun gösterisi,
8. Gözleme ikramı.

NOT:

1- Ulu Önder Atatürk ,18 Kasım 2011 Cuma günü saat 11.00 de Ankara Cumhuriyet Liselilerce ziyaret edilecektir. Mozeleye çelenk koyma merasimi yapılacaktır. Tüm ACLlileri Atamızın huzuruna bekliyoruz.

2- 52. Yıl gece etkinliğimiz 19 Kasım 2011 saat 19.3o 'da PARK HOTEL'de (Simon Bolivar Caddesi No:32 Çankaya/Ankara) yapılacaktır.Bir kişilik davetiye 65,-TL. olup, Yönetimden temin edilebilir.

3- 20 Kasım 2011 Pazar günü saat 10.oo da FEVZİ HOCA (Orman Genel Müdürlüğ Lojmanları Beştepe-Ankara) da brunch düzenlenmiştir. Brunch ücreti 20,-TL.dir.
Bilgilerinize sunulur.

PARİS’TE BİR ÇİPURA !

                                                  
Yaşam tesadüf ve mucizeler ile dolu. Ne zaman nelerle karşılaşacağımızı ve bir anlık değişimin bizleri tahmin ve tasavvur edemeyeceğimiz nasıl bir başka dünyaya götüreceğini bilemiyoruz.  


 Bu, yıllardır doğru diye bildiklerimizin ya da zamanla huy haline getirdiğimiz alışkanlıklarımızın bir anda değişimine de yol açabiliyor. İşin sırrı, sıradan bir karşılaşmayla ya da dinlediğimiz minik bir öykü ile başlayan “o an”da yatıyor !. .

Sevgili okuldaşım Enis Akdağ‘ın asıl mesleği serbest muhasebecilik ve mali müşavirlik. Günün birinde balık çiftliği işine merak salmış. Sorup soruşturayım, araştırayım derken, kendini Urla ÖZBEK’de kurduğu bir balık çiftliğinin başında bulmuş.

Arada bir büroma uğrar Enis; çay kahve içer sohbet ederiz. Enis’in en özlediğim yanı, sakin sakin anlattığı (yaşanmış) öyküleridir. Keyifle dinlediğim her öyküsünün çarpıcı, bir o kadar da öğretici yönleri vardır. Artık İzmirli sayılırız, İzmir’in işi gücü sabah akşam çipura yemek. Evelallah, balığın tazesini bayatını ayırt etmeyi de öğrendik. Doğal deniz çipuraları pahalı oluyor diye, daha sağlıklı olduğunu duyduğumuz toprak havuz çipuraya da talim eder olduğumuzu itiraf edeyim. Tam da böyle bir birikimin üstüne, Enis’in anlattıklarını duyduktan sonra, şoka girip, hiçbirşey bilmediğimi de kabul ederek, ”paylaşmamak büyük bencillik olur” diyor ve onun ağızından harika bir çipura hikayesini sizlere aktarıyorum sevgili arkadaşlarım :


1988 yılı sonuydu, çiftliği kurdum. Doğal yem kullanıyorum.. İhracat yapabilirim ama Pazar bulmakta zorlanıyorum. Oraya git, buraya git. Ona sor, buna sor.. Her önüme gelene anlatıyor, bir çıkış yolu arıyorum. Neredeyse bütün umutlarımı yitirdiğim bir anda, kahvehane gibi bir ortamda birilerine dert yanarken, anlattıklarımı dinleyen 80 yaşlarında hiç tanımadığım yaşlı bir adam yanıma gelip omuzuma dokundu. Bu numarayı ara diyerek elime bir kağıt tutuşturdu. Bir yurtdışı numarası, altında da Bülent diye bir isim.. Teşekkür edip ayrıldım. Baktım, numaranın başındaki kod Fransaya ait. Hemen köşebaşındaki ankesörlü telefonun başına geçip numarayı çevirdim ama birden o yaşlı adamın adını bile sormadığım aklıma geldi. Aynı anda, içinde Bülent sözcüğü geçen Fransızca bir cümle ile birlikte, kişiyi karşımda buldum. “Beyefendi numaranızı bir beyefendiden aldım. Doğal yöntemlerle çipura üretiyorum. Pazarlama sorunları yaşıyorum” dedim. Bülent bey, son derece sakin ve kararlı bir şekilde, “elbette, ürününüz uygunsa alabiliriz” diyerek bana bir adres yazdırdı, ulaştıracağım örneği inceletmeleri gerektiğini söyledi.. Tanımam etmem. Komisyoncu mudur, pazarlamacı mıdır, üçkağıtçı mıdır bilmem ? “Oğlum, al bir örnek, atla uçağa git, yerlerini de gör” dedim. Hakikaten öyle de yaptım. Elimde minik bir strapor kutu, içinde orta boy bir çipura, indik Paris’e. Çevirdim bir taksi. Elimdeki adresi şoförün eline tutuşturdum. Adam, tamam anladım der gibi kafasını sallayıp gazladı. Döndük dolandık, Paris’in göbeğinde, koca bir binanın önünde zınk diye durdu araba. Kafamı kaldırdım. Paris Belediye binası ! Allah Allah diyorum içimden. Girdim içeri. Kapıdaki görevliye Bülent CALGI yazısını gösterdim. Adam eliyle 3 işareti yapıp, asansörü gösterdi. Çıktım 3. Kata, buldum adamın odasını. Merhaba, merhaba. Yarım saat 45 dakika memleket sohbeti yaptıktan sonra, kutuyu masanın üstüne koydum. Örnek mi dedi, evet dedim. Buyurun geçelim diyerek ayağa kalktı. O önden ben arkada. Geldik her tarafı bembeyaz bir laboratuvara. İçeride simsiyah (zenci) bir kadın. Kutuyu elimden aldı. İçindeki balığı çıkartıp avucuna koydu. Uzun ince bir pens ile sırt yüzgecinden minicik bir parça kopardıktan sonra balığı çöpe attı ! Ardından, kopardığı o parçayı bir mikroskobun camına yerleştirdi. Ayarlamayı yapması ile birlikte yandaki bilgisayar ekranı ışıklandı, aradan bir dakika geçmeden, ekran aşağıdan yukarı doğru akan yazılar ile doldu. Azotdan arseniğine, kurşundan fosfora ne var ne yok herşey şakır şakır dökülüyor. Ve geldik balıkdaki horman değerlerine : HORMON SIFIR. Yıl 1989, adamlardaki teknolojiye bak. Ben şaşkınlıktan ağızı açık bakarken, Bülent bey yazıcıdaki çıktıyı alıp, “tamamdır Enis Bey” diyerek elini uzattı. Tokalaştık. Yeniden odasına geçtik. Çok kısa bir pazarlıktan sonra, “333 gramın altında olursa gelişmemiş sayarız, 350 gramın üstünde olursa kart demektir, buna uyalım. Göndereceğiniz her parti bu laboratuvar denetimden geçecek, malı uçağa verdiğiniz anda da paranız hesabınıza aktarılacak” diyerek çekmecesinden (iki nüsha) sözleşme çıkarttı.


                                                                                                                                   Sayfa - 1 -


İmzalayıp önüme koydu, birer imza da ben çaktım. Bir nüsha bende, bir nüsha onda. Ne ihale, ne de başka bir şey. İyi günler dedi adam. Çıktım odadan, aşağıda belediye binası önüne kadar inmişim ve öylesine olayın şokundayım ki, belki bir beş dakika öylesine dikilip, karşılara dalmış gitmişim. İşte azizim, tamı tamına 22 yıldır ben bütün üretimimi Paris Belediyesi’ne gönderiyorum. Belediye, bu malı balıkçılara ve marketlere veriyor. Halk sağlığı garantide, benim standartlarım aynı, üretim ve satış miktarım belli, Paris’in balık ihtiyacı garantide. Herşey tıkır tıkır..

Dostum bu doğal yem dediğimiz de şöyle bir şey. Doğal yemimizi de biz üretiyoruz. Bildiğimiz kavak ağacından 5 – 6 metre uzunluğunda 100 adet kadar alırız. Kabuklarını soyarız. Kuruturuz, Sonra ziftleriz. Herbirini, birer metre arayla bir daire oluşturacak şekilde deniz tabanına çakarız. Gövdenin bir metresi zemine girer, 4 metresi suyun içinde kalır, su yüzeyinden de 60-70 cm altta olur. Sonracığıma, gemilerde o çımacıların kullandığı halatlar var ya (ama illa kenevir olacak), işte o halatları, dikenli tel gibi bu gövdelere sararız. Hani o siyah midyeler olur ya işte o midyelerin en sevdiği şey kenevirdir. Bir tanesi, ama sadece bir tanesi o halata tutundu mu, arkası çorap söküğü gibi gelir. Sanki ışık hızıyla ürer, çoğalır bunlar, haftasına kalmaz, bütün kenevirlerin üstü simsiyah midyelerle kaplanır Bunlara yenileri de yapıştıkça, ortalık midyeden geçilmez. Fındık kadar oldular mı, bizim dalgıçlar her gün bu midyeleri toplar, götürür denizdeki ağ havuzlara, çipuralara yem olarak veririz. Çipuranın da en sevdiği şey bu midyedir işte. Daha suya girer girmez, midyelerin kabuğunu çatur çutur kırıp, içini yemeğe başlarlar. O kadar ki, yemleme yapılırken, kafanı denize soksan, suyun içinde bu sesleri duyarsın. Üstelik, bu midyeleri kabukları ile birlikte yiyen çok sayıda başka balık da vardır. Yemleme sırasında midye kabuğuna yapışmış artıkları ve hatta bir kısım kabukları da dışarıdan havuzun etrafına gelen diğer balıklar yer. O sırada kepçeyi daldırsan, kefalinden sinaritine, levreğinden çinekopuna ne kadar balık varsa yakalarsın. Ortalık mahşer yerine döner. Sonuçta, zemine düşen kabuklar, dalgalar ile açık denize çekilir bir iki yıl içinde kuma dönüşür. Hiçbir yem zayi olmaz ve doğaya hiçbir şekilde zarar gelmez. Bir ara halk galeyana geldi, şikayetler oldu. Bütün çiftliklere gelip baktılar. Diğer bütün çiftlikler başka koylara ya da açığa çekildi. Bir kısmı kapatıldı. Bizim çiftliğimiz her denetimden yüzünün akıyla çıkar. Örnek gösterilir. Hala daha halledilemeyen tek sorun dinamitçiler. adam geliyor bizim koya, atıyor bir dinamit, hani havuzun etrafına üşüşen o balıklar var ya, onlarla birlikte bizim havuzun içindeki balıkların yarısı da gidiyor. Doğaya da büyük zarar veriyor bunlar. Devlet, polis çözemiyor bunu kardeşim. 

Aslında, bu çipuranın diğer adı “ALYANAK”tır. Çünkü, doğada yetişen, doğal besinler ile beslenen çipuranın yanakları böyle al al olur ve sırtı bembeyazdır bunların. Bakacaksın, yanakları al al ve sırtı bembeyaz ise bu doğal çipuradır diyeceksin.

Bir de toprak ya da deniz havuzda yetiştirilen ama SUNİ YEM ile beslenen çipuralar var. Toprak havuz dediğin, karada bir çukur kazıyor, bir havuz yapıyorsun ve içine deniz suyu dolduruyorsun. Arada bir alttan suyu tahliye ederken üstten taze deniz suyu basıyorsun. Verdiğin yem suni, üstelik de fena halde hormonlu. Denizde ağ (ya da kafes) havuz içinde SUNİ YEM ile beslediğinde de toprak havuza göre değişen bir şey yok. Ne diye toprak havuz ürünlerini marifetmiş gibi daha pahalı satarlar anlamak da mümkün değil.

Aslında bir çipuranın 350 gr boya ulaşması için doğal ortamda 1 yıl geçmesi gerekir. Oysa, bastılar mı suni yemleri, ki müthiş hormonlu bunlar. Resmen balon gibi şişiriyorlar hayvanı, 3 ayda al sana yarım kiloluk çipura.. Bunlar sadece tatsız tuzsuz olmaz, hormonlu olduğu için zararlıdır. Yem atıkları da doğaya zarar verir, hayvanların dışkılarında bile hormon kalıntıları vardır. Sağlığa zararlı, sentetik bir ettir bu. Al eline bu balığın irisini hayvanın orasında burasında şekil bozuklukları vardır. Hani bir de “hanım bak 700 gram bu, alalım ikiye böleriz” falan demeye kalkma. Büyüğünü de küçüğünü de yemeyeceksin kardeşim.

Sonuç olarak dostum, doğal besi çipura yiyeceksin, doğal besi de 333 gramdan küçük, 350 gramdan büyük çipura da yemeyeceksin. Hadi bakalım afiyet olsun !


Yavuz Oran








BAYRAM CİCLERİMİZ KOYNUMUZDA UYURDUK…


Televizyonun ilk zamanlarında, yani gençliğimizde spiker, yaşlı tonton çifte mikrofon uzatır, ‘teyzeciğim, amcacığım, sizin zamanınızda bayramlar nasıl olurdu, bize anlatır mısınız ?’ diye sorardı.

Şimdi bayramları anlatacak yaşlı kişiler biz olduk..Bayramları en güzel haliyle en son yaşayanlar biziz.. Korkarım bizim ellerimizde de öldüler.                   
                                       …………….


Çocukluğumuza doğru bir uzanalım bakalım daha neler hatırlayacağız :

Bayram, geleceğini bir ay önceden belli eder ve 10 15 gün kala da tüm evlerde heyecanlı koşuşturma başlamış olurdu. Bizim de içimiz kıpır kıpır ..

Her şeyden önce, bizim çocukluğumuzda bize ‘yeni bir şey’ sadece bayramlarda alınırdı. Bu şey, çok kapsamlı bir şeydi!!

Yani yeni giysi, ayakkabı, elbise, gömlek, oyuncak, bisiklet , top , kitap, çeşit çeşit tatlı, yemek, gezmek vs. gibi...... 

Tepeden aşağı yeni giysilerle donatılırdık ama bunlar bayramdan önce giyilmezdi. Bizim aramızda, bayram giysisi ve yeni ayakkabısı ile koyun koyuna uyumayan kimse yoktur!

Geçim yapmak çok güç şartlarda olduğundan ailede herkes bu bilinç ve terbiye ile bir dayanışma içinde olurdu. Bayramlar dışında bir beklentide olmaz ve olur olmaz zamanda istek dile getirmezdik. Bu nedenle bayramlar çoğunlukla çocukları sevindirmeye endekslenmişti.

İşin daha da güzel tarafı, fakir, zengin, orta halli, her kim olursa olsun , çocuğunu bir şekilde yüzünü güldürmek için çaba ve para harcadığından, her çocuğun elinde yeni ve oynanabilir bir oyuncak olurdu.. Uzun sopası olan ve sürerken trilingg sesi çıkaran zilli bir araç(!),teneke kamyon, teneke tabanca, yo-yo, topaç, bez bebek, maytap, tüfek, elişi kağıdından yapılma fırıldak, uçurtma ve benzeri bayram hediyeleri ortalara çıkar, mahallece bundan yararlanırdık. En güzel hediye iyi cins bir toptu.. Futbol topu daha rüyalara bile girmemişti o zaman. Orta halli bir topla herkesin katılabildiği pek çok oyun oynanır ve topun sahibi küstürmemeye çalışılır, ona iyi davranılırdı. 'Verin topumu ben gidiyorum' esprisi buradan kaynaklanmaktadır.     

Bayramlarımızda genellikle aile büyükleriyle bir araya gelinirdi. Yüklüklerden yataklar, kar gibi çarşaflarla kaplanmış renkli saten yorganlar, kenarları dantel işlenmiş yastık kılıfları ve uzun yastıklar ortaya çıkardı. Biz çocukların karyolaları misafire verilince sevinirdik. Çünkü o zaman geceleri bayıldığımız yer yataklarına yatar, sevdiğimiz ve bizi seven bir akrabamızın kollarına kıvrılmaktan büyük keyif alırdık.

Bayramlar daha çok şımartılmak, daha çok sevilmek, daha renkli sofralara oturmak daha neşeli sohbetler yapmak demekti.. Bu esnada da radyoda bayram şarkıları çalar, müzik bu yemek kokularına karışırdı. Radyo sanatçılarının çaldığı Harmandalı ve Nihavend Longa bayram sabahlarının vazgeçilmeziydi. Sonra da ses sanatçılarından teker teker şarkılar gelmeye başlardı.

Bu seslerle büyümüş olan bizim kuşağımızdaki her kişi, kendi öz müziğimize duyarlıdır. Bu ses, damarlarımızın içinden geçerek tüm içimize, beynimize, hücrelerimize yayılmış, ruhumuza işlemiştir.

Bayramlarda ikram tarzı ve sırası birbirine benzerdi. Önce limon kolonyası tutulur sonra da çeyizlerden çıkarılan kibar kadehlere likör konularak, yanında şeker, badem ezmesi veya çikolata ile birlikte ikram edilirdi.


Sigaralar kendi orijinal paketlerinden çıkarılarak, düzgün bir biçimde bir tabağa yerleştirilmiş olurdu. Babalar Harman, Yenice, anneler de havalı olsun diye kırmızı uçlu Bahar sigarası içerdi.

Akşam saatlerindeki bayram skeçlerinde, Orhan Boran’ın şımarık Yuki’sine, Uğurlugil Ailesinin Arap bacısının ‘kuşuk bey dol(nu)ma doldurdum afiyetle yiyin’ şeklindeki gaflarına saatlerce güler, neşelenir eğlenir, bol bol sohbet ederdik.

Bu arada, sobanın üzerinde kestane pişirilir, mısır patlatılır, çeşit çeşit tatlılar, hormonsuz meyveler ortaya gelirdi. Radyo başına toplanan büyük - küçük herkes radyo tiyatrosuna hazırlanırdı.. Çok güzel seslendirilmiş hikayeleri heyecan içinde, çıt çıkarmadan dinlerdik.  


O zamanlar, yakınlarımızdan gelen bayram kartlarını okumak ve bayramımızı tebrik eden sevdiklerimizi anmak çok önemli ve değerliydi.. Birkaç satır yazı dünyalara bedel olurdu… Zira bizim başkaca haber alabilme, kutlama veya kutlanma aracımız yoktu. Hep gözümüz de gönlümüz de yollarda olurdu.

Telefon yok, bilgisayar yok, cep mesaj yok, mail atmak yok, chat yapmak yok televizyon yok.. Yok yok ..

Tek bir bağ vardı: Sevgi 

Tek bir bağlantı vardı: Mektup 

Tek bir iletişim vardı : Sohbet .

Ayrı odalarda ayrı programlar izlemek ne demekti ?

Kelimeler ete kemiğe bürünmeden, ekrandan ekrana sohbet yapmak ne demekti?

Aşkını bir cep telefonu mesajına sığdırabilmek ne demekti?

En çok postacılarımı özlüyorum..

Remide Arsan









NORVEÇ’İN DÜDÜKSEVER SOMONLARI !

                                       
Sevgili Enis Akdağ‘ın günün birinde havuz balıkçılığna merak salıp, kendini Urla ÖZBEK’de kurduğu bir balık çiftliğinin başında bulması sonrasında, yanında bir çipura ile Paris’de yaşadığı harika öyküyü sizlere aktarmaya çalışmıştım. Artık biliyoruz ki, o gün bu gündür (1989 yılından beri) Paris’in bütün çipuraları İzmir’li. İster istemez, günün birinde yolunun Paris’e düştüğünü, çipura dolu bir balıkçı tezgahı ile karşılaştığını ve o anda büyük bir heyecanla yanındakilere dönüp “yahu bu balıklar bizim ACL’li Enis’in” dediğini hayal ediyor insan.

O Enis ki, ne var ne yoksa öyle bir çırpıda anlatıverir. Tatlı tatlı dinlerken hiç algılamasanız da, bir başka gözle bakınca verdiği emeklerin ve çektiği çilelerin ayırdına varmak zor değil. Aşağıda aktaracağımız öyküde de somut olarak yer vermediğimiz, hedefine kilitlenmiş, inatçı ve sabırlı bir insanın inanılmaz meşakkatleri onlar.

Şimdi buyurun, Norveç’in düdüksever balıklarını Enis’in ağızından dinleyelim :

Çipura işini oturttum ama bir taraftan da dört bir yanda, su ürünü yetiştiriciliği adına ne var ne yoksa araştırıyorum. Derken, duydum ki küçücük Norveç bütün dünyaya somon gönderiyor. İyi de, yahu el kadar ülke orası. Bütün dünyayı doyuracak kadar somon üretmek için havuz da yetmez yem de.. Değil binlerce, onbinlerce çitlik kursan altından kalkamazsın. Yanıtı yok bu sorunun. Olacak iş değil diyorum: Düşün düşün, mantığıma da sığdıramıyorum. Ona soruyorum, buna soruyorum, kimselerde yanıt yok. O aralar Urla’da su ürünleri okulu da açılmış. Oraya da gittim, sordum. “Denizde yetiştiriyorlar” diyor hocalar ama o kadar. Benim sorunun yanıtını bilen yok. Giderek bu düşünce aklımı kemirir oldu. Baktım olmayacak “ne duruyorsun oğlum, çık git Norveç’e” dedim. Nasıl olsa yer gök somon çiftliğidir, girersin birine, öğrenir gelirsin. Hani belki işine yarayacak birşeyler de bulursun.. E tabi ya, harika fikir ! Ver elini Almanya, oradan da Norveç. Uçaktan iner inmez, hemen bir araba kiraladım azizim. Vurdum direksiyonu sahillere. Gün boyu, ne kadar fiyort varsa artık, geziyorum. Birinci gün, ikinci gün.. Fiyord dediğin de öyle elli tane yüz tane girintili çıkıntıdan, koydan ibaret değil ki; Orada yer gök fiyord. Onbinlerce, Belki de yüzbinlercesi var. Önceleri, girmediğim, görmediğim koy da kalmadı diyordum da ne mümkün ? Git git, gez gez bitecek gibi değil mübarekler. Öyle boş boş, bir çiftlik bulurum belki diye bir hafta kadar dolandım. Allah inandırsın ne karada, ne denizde, ne bir havuz, ne de bir çiftlik; En küçük bir emare dahi yok. Ulen bu adamlar fabrikada mı yetiştiriyor bu hayvanları ? Çıldıracağım, deli olacağım. Halbuki, kendi başına uğraşıp, ne dolanıp duruyorsun be adam? Sor birilerine, öğren bir yerlerden değil mi ? Uzatmayayım, sordum sormasına da sonrası şaka gibi. Al sana somon çiftliği kardeşim :

Bir kere adamlar müthiş ketum. Sözleşmiş gibi de değil, sanki yemin etmişler, 3 – 3.5 ay kaldım Norveç’te bir Allahın kulu çıkıp da baştan sona, şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz diye hiçbirşey anlatmadı. Herşeyi tek tek soracaksın, dikilip görüp öğreneceksin. İşin aslı, özeti şöyle : Devlet sormuş adama; balıkçı mısın sen kardeşim. İyi o zaman önce şu kooperatife gir bakalım.. Norveç’de bütün balıkçılar bir kooperatife üye. Somon işi yapan kooperatifin balıkçılarının öyle teknesi, oltası falan yok. Ayaklarına bir sarı çizme, üstlerine de birer sarı pardesü geçirmiş adamlar. Denize menize açılmaca da yok. Sirkülasyonu güzel, okyanusa yakın koyları seçmişler. Her koyun ağızını küçük gözleri olan bir ağ ile baraj gibi kapatmışlar. Her koyun balıkçıları da belli. Haydi bakalım, döküyorlar somon yumurtalarını koyun ortasına. Ertesi sabah gün doğmadan üretim (!) başlıyor ; Her balıkçının elinde bir düdük. Adamlar günde 3 kez o koyun kıyısına 10 – 15 metre aralıkla diziliyor. Ekip başı elini kaldırıp düdüğünü öttürdü mü, bütün balıkçılar başlıyorlar düdüklerini öttürmeye. Düüüt, düüüüt. Var güçleri ile habire öttürüp duruyorlar. Düdük dediğin de izci düdüğü gibi tiz, garip bir ses çıkarıyor. 10 dakika sonra başlıyorlar yemlemeye. Doğal yem tabii ki. Yemleme süresince de düdüğe devam. Öyle bir iki gün de değil. 3 ay boyunca, düdüklerini öttürüp duruyor bunlar. Bir düdük, bir yem, bir düdük bir yem.




Üç ay oldu mu topluyorlar o ağı. Haydi bakalım bütün balıkllar okyanusa. Balıkçılar da evlerine..
Ulen ne iş ? Gitti gider balıklar diyorsun !


Ama öyle değil işte, Aradan 9 ay geçtikten sonra gene bir sabah geliyor balıkçılar kendi koylarına. Ekip başından bir komut, Haydi bakalım başlıyorlar düdüklerini öttürmeye. Sabahtan öğleye kadar, düüt de düt. Zaten o koy, o balıkların yuvası olmuş. Düdüğü duyan, geliyor. Doluyor mu hepsi o koya ? Bu arada, her biri olmuş, 500 – 550 gram. Tamam mı, geldi mi somonlar. Ardından ağı salıp, kapatıyorlar koyun ağızını. Az bir yemleme. Topluyorlar bütün balıkları ortaya. Torba bir ağ.. Daldırıyorlar file kepçeleri. Al sana hasat. Zayiat, binde bir bile değil üstelik. Doğru fabrikaya.

Dünyaya afiyet olsun, Norveç’in kasası dolsun kardeşim. Bu arada, Allah senden de bin kere razı olsun (İvan) Pavlov !

Yavuz Oran

ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ZAVALLILIK ÜZERİNE…

Ulu Önder Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 73. yılında yine özlemle andık.

Onun çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma düşüncesi, yıllar öncesinde olduğu gibi bugün de sıcaklığını koruyor. Çağdaş bir ülke olabilmenin öncelikli yolu çağdaş bir demokrasi, insan haklarına ve hukukun üstünlüğe saygılı bir düşünce sisteminden geçiyor. Hiç kuşku yok ki, Atatürk’ün öğretmenlere emanet ettiği yeni neslin bu konuda büyük sorumluluğu olacak.

Sözüm ona bir köşe yazarı, bir parlamenterin sözlerinden yola çıkarak Atatürk’ün bir diktatör olduğunu söyleyebilecek kadar akıl ve iz’andan uzak bir tavır sergiledi. Atatürk’e “diktatör” yakıştırması yapabilmek her şeyden öte bir saygısızlık, hatta terbiyesizliktir.

Ulu Önder Atatürk, 1925 yılında yaptığı bir konuşmada, bu konuda çok net ve anlaşılabilir ifadeler kullanmıştı. Atatürk, şöyle diyordu:

“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit (diktatör, zorba) asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetlerimiz, memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe (diktatörce) hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Toplumsal düzenimizi bilerek yada bilmeyerek bozucu kimselere müsaade edemeyiz. Bizden bu hususta sessiz kalma ve tarafsızlık isteyenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdür.”

Böylesine açık ve net bir ifadeyi ancak ve ancak Ulu Önder Atatürk kullanabilirdi.

Atatürk’ün kadın-erkek eşitliği, öğretimin birleştirilmesi ve medeni kanun gibi devrimleri ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü onun ne kadar büyük bir devrimci olduğunun kanıtları arasındadır.

Vefatında Japan Times gazetesi “Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, devlet adamı olarak daha büyük” diye yazmıştı. Avusturya’da yayımlanan Neue Freie Presse ise “Büyük düşüncelerin adamı, bir devlet mimarıydı” görüşüne yer vermişti. Alman Profesör Walter L.Wriht Jr. ise Atatürk’ü “O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı” diye tanımlamıştı.

Hiç kuşku yok ki, Ulu Önder Atatürk, eşi benzeri olmayan bir özgüvene sahipti. Onun bilgiye ve kültüre dayalı yaptırım gücünü “diktatör” diye tanımlayabilmek gaflettir, zavallılıktır. Ona yakışan en güzel ifade “O, bir dahi idi ” olsa gerektir.

Belçika’dan gönderilen bir yeni yıl kartında yazılan ifade son derece anlamlı ve çarpıcıdır. Bu ifade, Türkiye’de milyonlarca insanın ortak görüşünü oluşturuyordu: “Türkiye, Atatürk’ü Allah’a borçlusun, geri kalan her şeyi de Atatürk’e.” İşte, bu kadar… Herkes bu çarpıcı gerçeği içine sindirmelidir.

10 Kasım 2011
ERCAN DEVA

29 Ekim 2011 Cumartesi

BİZE NE OLDU?

Çocuk saflığımızla ve doğallığımızla öğrendik Cumhuriyete bekçi olmayı. Göstermelik değildi, gösteriş bilmezdik.

Yürektendi sevgimiz, sahiciydi.

Taze beyinlerimize ilk giren en birinci ilkeydi:

Türk’tük.. Doğruyduk.. Çalışkandık.

Küçücüktük; ilk sözümüzü vermiş ant içmiştik.

Boğazımız yırtılırcasına bağırışırdık:

Yurdumuzu ve birbirimizi özümüzden çok sevecektik.

Taa o zamandan armağan etmiştik varlıklarımızı vatana ve millete.

Samimiydik,..Yeminimiz sahiciydi.


Bizler ilk gün okula kurbanlık kuzular gibi teslim edilirdik. Büyüklerimiz ‘eti senin öğretmen’ derlerdi. Adam gibi adam olsun. Ülkesine hayrı dokunsun.

Gururlar da beklentiler de sahiciydi.

Ne oldu da bu hallere düştük?

Bizim aynı kırık dökük sıralarımız, hiç ısıtmayan okul sobalarımız,

Aynı beyaz yaka-siyah önlüklerimiz, bölüştüğümüz ekmeklerimiz yok muydu?

Sen bendin. Ben sendim.

Biz, ‘BİZ’ dik.

Sen - Ben mi bilirdik?

Kanlarımızı değişmiş,

Kankardeşi olmuştuk

Yoksa onun eldiveni,

Cebimize koyup bir eli

Bir tekini verirdik.

Biz Ermeni gavur Kürt mü bilirdik?

Ne oldu bize de bu hallere düştük?

Bir düğmeye basmayı ülkeye hizmet sayan,

Aramayı sormayı, sevmeyi unutan

Bir mesajı kırk kişiye gönderip de,

Bayram kutlayanlardan olduk

Aydın olmak yeter mi, hani verilen emek?

Marifet mi kendin gibi düşüneni eğitmek

Bakmadan kendi kalıbına, ayıbına

Birbirine sırt dönüp suçlayanlardan olduk.

Haniydi ganiydi yüreklerimiz?

Cumhuriyetti emanetimiz?

Uçuştu, kalmadı mangalda küller

Laf’la peynir gemisi yürütenlerden olduk.

Yolgeçen hanı yaptık Atamızın kabrini,

 Çözmek varken kendimizin derdini

 Başımızı eğip de, mezarında yatana;

 Akıl soran aptallardan olduk.

 Mitinglere gitmişsin neye yarar?

Yakandaki siyah bant mı tüm yas’ın?

Şekilci değilsen gerçekse acın,

Git bir şehit anası, başını sana yaslasın.

                     ****

Sorarsa ziyaretine gidene:

‘Sen ne yaptın bu ülke için sana özel?’

Deriz ki;

- Elimiz boş geldik. Kusura kalma Ata’m.

 Remide Arsan 29 Ekim 2011



16 Ekim 2011 Pazar

YAŞASIN OKULUMUZ : CUMHURİYET ORMANI


ACL E-POSTA GRUBUNA ATTIĞIM BİR MESAJ -1 Aralık 2010


Sahnede yoktan var ediyormuş, vardan yok ediyormuş gibi duran sihirbazları her zaman hayranlıkla izlemişimdir. Neyi nasıl yaptıklarını hiç bir zaman anlayamasam da yine de her seferinde bu sefer bir şeyler yakalayabilecekmişim gibi, gözlerimi ayırmadan takip ederim, bu eli çabuk insanları. Çocukluğumdan bu yana David Copperfield'da dahil bir çok sihirbazı televizyondan da olsa izleme fırsatı bulmuş olmama rağmen, hayatımda ilk kez bir sihirbazın yoktan orman var ettiğine şahit oluyorum, uzaktan da olsa.. Dünyada bir örneği daha olmadığına inandığım bu sihirbazlık gösterisi "sonu olmayan bir gösteri" olarak başarıyla devam ediyor.


15 Ekim 2011 Cumartesi

GÜN BATTI, TAVUK YATTI!

Geçtiğimiz günlerde yönettiği bakanlık nedeniyle olsa gerek doğal olmaya özen gösteren ve medeniyetin zincirlerini kırarak saç sakaldan simasını seçemediğimiz Taner Yıldız düşüncesini dile getirdi hatırlarsanız.

"Yaz saati uygulaması ile alakalı saatlerimizi ayarlayacağız. Ülkenin geneliyle alakalı enerji sektörü açısından baktığımızda fotoğraf nasıl gözüküyor bunu arkadaşlarımla paylaştım. Bu tartışmaya açık bir fikir. Sanayicimiz, esnafımız, tüccarımız şuanda zaten uyguluyorlar. Hatta bir kısmı batılı ülkelerde gün ışığıyla beraber saat 6 ise 6, 7 ise 7, her ülkenin kendisine has gün ışığı var. Kuzey'e gittikçe değişiyor, Güney'e gittikçe değişiyor. Bizim ülkemizin bir meridyeni, bir paraleli var.


YAŞASIN OKULUMUZ : Neden bu gruptasınız?

Biz liseden mezun olduğumuzda, elektronik posta adreslerimiz ya da cep telefonlarımız yoktu. Ev telefonlarımız ise enflasyona uğramadığından henüz altı haneli idi, yine de birbirimize ulaşmamız gerektiğinde iş görüyordu elbette. Aynı sınıfı, aynı sıraları paylaştığımız sürece..

O yıllarda mezun olduktan sonra birbirimizi kaybedeceğimiz düşüncesi hiç mi hiç aklımızda yoktu sanırım ki, bir çoğumuz birbirimizin ev telefonlarını bile almamıştık. Aldıklarımızda yedi haneli numaralara geçtiğimizde anlamsız bir sayı dizisi olarak kaldılar rehberlerde.. Bir çoğunu vakitsizlikten, bir çoğunu ilgisizlikten aramamıştım oysa o ben numaraların.. Hiç aklıma gelmemişti hepsinin birden değişebileceği... Birkaçını başına uygun olduğunu düşündüğüm numaralar ekleyerek çevirmeyi denesemde bir sonuç elde edememiştim sonrasında. Bir kez kayıp gitmişlerdi boylece elimden.. Oysa o zamana kadar rehberde bir numaraydılar, tıpkı yıllıkta birer resim oldukları gibi..

14 Ekim 2011 Cuma

YAŞASIN OKULUMUZ : BİR NİSAN ŞAKASI

Lise sonda 1 Nisan (1963) günü sınıftaki bütün sıraları ters çevirdik. Kara tahta arkamızda kaldı. Zannedersem biyoloji hocamız sınıfa girdi. Hocamızdan şakamıza olumlu bir yanıt beklerken o çok bozuldu. Derhal sıraları düzeltin dedi. Kağıt kalem çıkartın yazılı yapacağım!!


Mehmet Hamurkâroğlu

13 Ekim 2011 Perşembe

YAŞASIN OKULUMUZ : Herkesin bir Renkli Sinema anısı vardır değil mi?

Günlerden bir gün..Hiç olmaz ya...Hayatım boyunca hiç olmadı ya.. Annemin okula , müdür Hacıbaloğlu'na telefon edeceği tutar.


Müdürümüz aynı zamanda benim velim ve annemim çok yakın arkadaşı.. Bir dönem annemin görevi gereği Gazi Eğitimde lojmanda kalıyoruz.Körler Okulu ile ilgili bir konu ve benim bir şey getirmem veya götürmem gerekiyor

 

Mehmet Hacıbaloğlu bir taraftan annemle telefonda konuşurken , bir tarftan da öğrenciyi göndererek , sınıfından 284 Remide'yi çağırtır.

O tarihte ben Lise 1 deyim. Eski okuldayız..Fizik yazılısı var..


YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 15

ACL ünlüleri mi ? Ne yalan söyleyeyim, herbiri ayrı ayr, tam bir hayal kırıklığı oldu. Önce uzun bir ACL ÜNLÜLERİ listesi çıkarttım. Sonra da üyesi olduğum Back – Up aracılığı ile adres ve telefonlarına ulaşıp, herbirine ikişer kez ileti gönderdikten sonra telefonla da ulaşmaya çalıştım ama, hiçbir dönmedi. Menajerleri ya da sekreterleri ulaşma çabalarımı hasır altı etmemişse, mutlaka çok yoğun çalışma temposu içinde olduklarındandır. Onların ACL’li olduklarından en küçük bir kuşkumuz yok ! Ben gene de kendilerini burada bir kez daha anıp, en az 48 TL bağışta bulunmaya davet edeyim.


12 Ekim 2011 Çarşamba

ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 9

Kenya'da Safarideyiz. Bölge Masai Mara. Lodge denilen, vadilerin ortasında yer alan vahşi hayvanlara karşı elektrikli tellerle korumalı otelimizdeyiz. Bu elektrikli teller Nairobi’de hırsız girmesin diye evlerin çitlerinde de kullanılıyor. Otel odası ise tam korumalı, klimalı lüks bir çadır. Tek derdi, gık desen komşular duyar. Hani diyeceğim şudur; balayı çiftleri için uygun bir mekan değil.




YAŞASIN OKULUMUZ : EYLÜL 2009 ANILARIMIZ CANLANDI

Değerli Remide Arsan o dönemde gruba aşağıdaki mesajı göndermişti.
Canım arkadaşım, ve (okumak isteyen diğer can arkadaşlarım )


Önce hakkımdaki güzel ve destekleyici düşüncelerine çok teşekkür ederim. Nobel aldım sayılır.Hiçbir jüri, bu anıların anlamını, derinliğini bilemez, anlayamaz ki..O yüzden senin ve sizin oylarınız önemli..



YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 14

Bugün, kampanyamızın 11’inci ayını geride bıraktık. Yaklaşık 3600 fidanlık bir nakit bağışı ve 9000 fidanlık taahhüdü, ACL Platformlarında iletişim halinde olduğumuz mezun arkadaşlarımız ile onların yakın arkadaşlarından oluşan birinci ve ikinci gruplardan aldık. Kampanyamızın bundan sonraki hedefi üçüncü grubu oluşturan iletişim halinde olmadığımız mezun arkadaşlarımız ile dördüncü grubu oluşturan öğretmenlerimiz olacak. Bu arkadaşlarımıza ulaşmak için agresif pazarlama tekniklerinin yöntemlerinden biri olan birebir iletişim yöntemini uygulamaya koyacak, doğrudan isimlere (tek tek) telefon ve e-posta yolu ile ulaşmaya çalışacağız. Bu yöntemde, bağışçı adayı olarak gördüğümüz bu arkadaşımıza, ismen ve yakın birkaç arkadaşı kanalı ile hitap edecek şekilde internet üzerinden ulaşmayı da hedefliyoruz. .


11 Ekim 2011 Salı

BEN BİR KLAVYE DELİKANLISIYIM!

Ben bir klavye delikanlısıyım.Klavye ve bilgisayarım karşımda,çerezim,viskim veya 1 bardak demli çayım yanımda iş başındayım. Klavyede harikalar yaratırım. Asarım,keserim,dünyayı kurtarırım, felsefe yaparım,tarih ve politika bilgimi konuştururum, kadın ruhundan anlarım, adamım ben, adamım!! Ben bir klavye delikanlısıyım; yeri geldiğinde bekar, yeri geldiğinde sorunlu bir evliliği olan, yeri geldiğinde ise sadece kendime hesap veren savaşçıyım. Durumlara göre davranır, sürekli koku almaya çalışırım. İmitasyon erkeğim ben, hatta fason üretim,yazdıkça komikleşir, değerimi azaltırım. İtinayla ayar verir, sonunda kendi ipimi yine kendim çekerim. Ezikliğin dışa vurumuyum ben. Reel hayatta asla veremeyeceğim sözleri, bilgisayar karşısında en cesur eda ve nidalarla haykırır, iş ciddiye bindi mi ürkek tavşanlar gibi kaçarım. Lafla peynir-ekmek gemisi yaparım,dünyayı kurtarırım, sevgiye ve güzelliklere övgüler yağdırırım,kadın arkadaşlarıma asılırım,e ne de olsa ben klavye aslanıyım!

YAŞASIN OKULUMUZ : ACL İNTERNET DERGİSİ (50. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ)

Değerli Mehmet Hamurkaroğlu okulumuzun 50. Kuruluş Yıldönümü için hazırlanan İnternet Dergisini arşivinden çıkartarak bizimle paylaştı.. Kendisine çok teşekkür ediyoruz.

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 13

Böylece, 23 Ekim 2010 günü, doya doya ve hep birlikte paylaştığımız benzersiz mutlulukları ile her birimizin yaşamındaki en unutulmaz anıların (üst kısımlarında ! bir yerde) yerini aldı. Bu harika günü ölümsüzleştiren mutlu yüzler ile dolu fotoğraf kareleri günlerce, başta facebook olmak üzere bütün ortak platformlarda günlerce paylaşıldı, her karenin altına onlarca yorum da yapıldı.
ACL ORMANI açılış törenimiz ve Sardunya Bar’daki kutlamalarımızı basına bildirmiştik. Özellikle Gönül saray Doğan Haber Ajansı’muhabiri bir arkadaşından ricada bulunmuştu.. Bu etkinliklere ilişkin haberler, aradan bir hafta kadar geçtikten sonra Ege Tv ile başladı ve ardı ardına hemen bütün gazetelerde yer aldı. İnternette de pek çok site, aynı haberlere yer verdi. Bu haberleri ACL gmail grubuna ve FACEBOOK’daki sayfama geçtim. Daha önce aynı platformlarda yayımlanan fotoğraflarda olduğu gibi, bu haberler ile ilgili gazete küpürlerinin altında da çok sayıda renkli yorumlar yer aldı. Bu haberlerin bir bölümünü de aşağıya aktarıyorum..   


ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 8

Kalabalık bir grup Phuket’teyiz. Henüz ilk günümüz. Aldık havlularımızı indik otelin dışında ki plaja. Hocam ilk bulduğu direğe astı havlusunu ve attı kendisini bembeyaz kumların, palmiyelerin kavuştuğu cam göbeği renkli sulara. Ardından da biz. Muhabbet futbol olunca ayaklar yerden kesildi. Ancak dalga bizi derinden alıyor ve açığa atıyor. İlk hocam uyandı. Cem dedi çok açıldık. Döndüm baktım ki kıyıdan bayağı uzaklaşmışız. Hocama döndüm. Hoca sırt üstü yatmış. Hafif panik halindeyiz. Filmlerde görmüşüm. Hocam dedim sen merak etme ben seni kıyıya çekerim. Doladım kolumu boynuna, flika gibi çekeceğim hocayı kıyıya. Ama hoca flika milika değil tanker!. Bir metre kıyıya gidiyorsak 3 metre geri gidiyoruz. Hocam anladı benden bir cacık olmayacağını. "Ben sırtüstü dengede kalmaya çalışacağım. Fazla da hareket etmeyeceğim yoksa kramp girer. Sen dedi yavaş yavaş kıyıya yüz ve cankurtaranı çağır".

O esnada gruptan bir kız arkadaş Erman Hocamın yanına geldi. Ben hocayı kıza “emanet” edip başladım kıyıya doğru yüzmeye. Sesimi cankurtarana duyurabileceğimi hissettiğim bir mesafeden bağırmaya çalıştım. Heeeelp! Bir yandan da Hocamı işaret ediyorum cankurtarana ki yardıma koşsun. Cankurtaran kulağını tutuyor?



- What?…
- Hey supanallah. Heelp ulan heelp. He will get drowned.
- What? ..
- An.... Your Mother's...



Çocuğuna sörf öğreten bir Fransız kaptı tahtasını, koştu hocanın yardımına ama bizim cengaver kız arkadaşımız hocayı ayaklarından iterek kıyıya kadar getirdi. Çıkarttık hocamı denizden, hemen kurulansın diye aldık havlusunu koyduğu direğin üzerinden. Gözümüze direğin üzerinde ki kırmızı bayrak ve koskoca yazı çarptı. "When Red SWIMMING FORBIDDEN" yani bayrak kırmızı ise Yüzmek Yasaktır!



Puff. Ucuz yırttık. Ya hocama bişi olsaydı? Manşetleri düşündüm.



“Yıldırım değil, Okyanus iş'ini bitirdi” - "Yıldırım'a karşı durdu, Okyanus'da boğuldu"

Cem Polatoğlu

YAŞASIN OKULUMUZ : ANKARA CUMHURİYET LİSESİ KURULUŞU

Benim dönemim Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1940’lı yıllarda kurulmuş olan Bahçelievler Ortaokulu 1959-1960 ders yılından itibaren Ankara Cumhuriyet Lisesi’ne dönüştürülmüştür.

Bahçelievler Ortaokul’undan mezun olanlar lise tahsili için genellikle Deneme Lisesi’ne giderlermiş. 1959 yılında Deneme Lisesi kendi ortaokulundan mezun olanlar dışındaki öğrencileri liseye kaydetmeme kararı almış. Bahçelievler Ortaokulu Müdiresi Saadet Ülgenalp bu karar üzerine mezunlarının semt dışında uzak okullara gitmemesi için Lise’ye dönüşme projesini ortaya atmış ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı bu konuda ikna etmiş.

Okulumuzun Liseye dönüştürülmesi haberinin biz talebelere duyurulduğu günü çok iyi hatırlamaktayım. Rahmetli Müdiremiz Saadet Ülgenalp her fırsatta bizleri toplar ve duyurularını yapardı. 1958-1959 ders yılında orta 2 talebesi idim. Müdire hanım bizi topladı ve;

- Çocuklarım bu gün size çok sevineceğiniz bir haberi vereceğim. Okulumuz önümüzdeki ders yılı ( 1959 – 1960) liseye dönüşecektir.

Haberi ilk duyuyorduk ve çok sevinmiştik. Hep beraber büyük tezahürat yaptık.

Müdire Hanım konuşmasına devam etti ve;

- Bu gün ayrı bir sevincim daha var. Türkiye’de ilk defa Cumhuriyet adı verilen lise bizim lisemiz oldu ve adımız “Ankara Cumhuriyet Lisesi” olarak belirlendi.



Bu tarihten itibaren okulumuzda hızlı bir inşaat faaliyeti başladı. İki katlı olan okulumuza bir kat ilavesi yapıldı. Soba ile ısınma sistemi kaloriferli siteme dönüştürüldü. Bahçeye prefabrik MKE barakası yapıldı. Yeni öğretmenler atandı. 1959 – 1960 ders yılında lise bir sınıfları faaliyete geçti. Aynı çatı altında Bahçelievler İlkokulu ile birlikte ortaokul ve lise faaliyet gösteriyordu. Talebe sayısı da her yıl artış gösteriyordu.

Ankara Cumhuriyet Lisesi ilk mezunlarını 1961 – 1962 döneminde verdi.

Ben Lisemizin 2. dönem mezunuyum. 1962 – 1963 döneminde biz mezun olduktan sonra müdiremiz Saadet hanımın da başka bir okula tayini çıktı.

Mezun olduğumuz yıllarda bize yol gösterecek, öncülük yapacak ağabeylerimiz ve ablalarımız olmadı. Üniversitelerde sadece bizden bir yıl önce mezun olmuş arkadaşlarımız vardı. Meslek sahibi tek bir büyüğümüz, okuldaşımız yoktu. İleriki yıllarda mezun olan kardeşlerimiz bu bakımdan şanslı sayılırlar. Şu an her meslekten çalışan ve başarıya ulaşmış arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz Ankara Cumhuriyet Liseli olmanın gururunu yaşıyor ve yaşatıyorlar.

Sevgili arkadaşlar,

2009 yılında lisemizin kuruluşunun 50. yılını çeşitli aktiviteler ile kutladık.

Önümüzdeki yıl 2012 de Ankara Cumhuriyet Lisesi’nin ilk mezunlarını verişinin 50. yılı. Bu olayı da çoşku ile kutlamak için şimdiden çalışmalara başlayalım.

Acı olan ve üzüldüğüm taraf ACL’nin ilk mezunlarını verişinin 50. yılında son mezunlarımızı da veriyor olmamız. Okulumuzun kapanmasının önleme ve kamu oyu desteği sağlanması için çalışma grupları kurulması arzumdur.

Mehmet Hamurkâroğlu
 




10 Ekim 2011 Pazartesi

(Böyle) EĞİTİM ŞART DEĞİL

Kendimizi bildiğimiz yaşlarımızdan itibaren çok uzun yıllar tarih dersi ile haşır neşir olduk. Şayet okulda doğru eğitilseydik, tarihi hazinelerine gözü gibi bakan, araştırma seven, sorumlu, kültürlü birer vatandaş olurduk.


Olamadık..


Elbette dünya tarihini de öğrenmeliydik ama insaf sınırlarını zorlayan bir tarih eğitimi aldık. Çin’den İspanya’ya kadar, gelmiş geçmiş hükümdarların ülke sınırlarını, analarını, atalarını, dostunu düşmanını tek tek saydık. (İçimizden de tabii). 


Asker ocaklarının neredeyse envanterini tuttuk. Yetmiyormuş gibi ordusunda kaç tane fil olduğunu Timurlenk’in kendisi bile bilmezdi ama biz bildik!


Kim kimi pusuya düşürdü. Ganimet ne kadardı, kimlere paylaştırıldı? Kime daha çok düştü? Vezir bu işe ne dedi, kelle nereye gitti ? Kusana kadar ezberledik.


Savaşı ballandıra ballandıra anlatamadın mı?


Kaybedilen toprakları bilemedin mi ?

Kendi kaybedeceğin yılın gelirdi gözünün ününe.


Bir de yaz boyunca basamayacağın topraklar!


Güzelim yaz güneşi dururken Napolyon’un orduları ile beraber eksi -35 derecede Rusya içlerine doğru ilerlemek zorunda kalmamak için son bir hamle yapardın:  

Hocam.. Başını bir hatırlatsanız?


Bize tarih dersi adı altında film senaryoları ezberletildi. Neron Roma’yı nasıl yaktı? Annibal kuzeyden Alp’leri hangi mevsimde aştı, hava kaç dereceydi, soğuktan kaç kişi telef oldu gibi çok önemli ve gerekli bilgilerle donandık.

Sonra.. Çariçe Katarina bizim Baltacı Mehmet Paşa’yı nasıl ve niye çadırına davet etti?

O zaman küçük olduğumuzdan, davet edilene çay ikram edilir diye düşünmüştük. Bir çay uğruna koca Osmanlı parçasının nasıl gittiğine de akıl sır erdirememiştik!

Kafama takılırdı. Bizim ev sahibi de bize çaya gelirdi ama yine de kirayı artırmaktan vazgeçmezdi..

Kısacası biz tarihimizin özünü öğrenmedik. Ders yerine dert oldu bize..Kabusumuz oldu, Eylül’lerimiz oldu..Soğuduk, bıktırıldık.


Bu nedenle, taşın taş üstünde olduğu antik kentler, heykeller, çanaklar, sütunlar, harabeler bizi hiç açmadı.


Antalya’dan reçel, Mersin’den helva, Van’dan otlu peynir almayı bildik de, hazır gelmişken o yörenin bir sayfa dolusu geçmiş bilgisini kültürümüze katıp dönmeyi aklımıza dahi getirmedik.


Toplumumuzda tarihin ve sanatın meraklıları sadece bu konuya özel ilgi duyanlar, meslek edinenler ve kendisini yetiştirenler oldu. Onlar da çok küçük bir orandır.


Topraklarımızdan sanat fışkırır. Çiçek ekmek için dahi eşelense heykeller, büstler, sütunlar çıkar. Ama yazık ki biz bu sanatı anlayacak ve değerini bilecek şekilde eğitim almamışızdır.


Daha da acınası olanı, biz sanatın içine tükürüldüğü bir ülkede yaşarız.

Bu gün bizi yönetenler bir tarih sınavına alınacak olsa çoğunluğu sınıfta kalır. Sanat tarihinden de belge alırlar. Zira onlar da aynı yanlış yöntemle tarih okumuşlardır.. Kendilerini sonradan ne kadar geliştirdikleri de ortadadır:


Herakles’in Ereğli’ye (Eraklion) ismini verdiğinden bihaber olan zat-ı muhteremin meydandaki heykel için, ’bunun ne işi var burada, kaldırın gözüm görmesin’ demesi engin kültürünün sonucudur. Yaşadığı toprakların tarihi değerinden aynı şekilde habersiz olan vatandaşın da sahilinde Yunan heykeli istememesi de yürek acıtıcı bir durumdur.


İzmit’te bir diğeri, inşaatının kazısı sırasında çıkan Herkül heykelini çöpe atmıştır. 

Bu kişinin kültürü de ancak kültür mantarı ile aynı kategoride değerlendirilebilir.


Zeus’un deyyusa benzetilmesi ise benim tam da anlatmak istediğim noktadır. Yıllarca eğitim almış bir polisin Zeus ve Apollon adını hiç duymamış olması gerçeğidir.


Bizim komşunun köpeğinin adıdır Zeus. Bizim polis olsa, kafası iyice karışacaktı demek ki.. Otur deyyus.. Kalk deyyus..Yürü deyyus!


Bu durumlarda ‘Böyle başa böyle tıraş’ deniliyorsa da, bu kez iş biraz farklıdır. Çok eski moda bir espriyle:

‘Baş kelajjjj’ dır. Yani tıraşa da tarağa da pek gerek yoktur.


Bu yazı; tencere dibin kara yazısıdır.

Bu yazı hem iğnedir hem çuvaldızdır. 

Bu yazı; aklımızı bir yola koyma çağrısıdır:

Tarih kitapları az’ı ve öz’ü vermeli, yakın tarihimize büyüteç, uzak tarihe de ışık tutmalıdır.

Ne tür olursa olsun, tüm okullarda mutlaka Sanat ve Sanat Tarihi dersi bulunmalı, kültür önemsenmelidir. 


Özellikle il ve ilçe okullarında o yöredeki medeniyetlerin işlenmesi, tarihi kalıntıların ve sanat eserlerinin detaylı olarak yerinde tanıtılması çok önemlidir.


Bir Türk’ün İngilizcesini dahi bildiği ama hayatı boyunca hiç (çok az) kullanmadığı cümle hangisidir?

Where is the museum? (müze nerededir?)



Remide Arsan




ERMAN TOROĞLU İLE GEZİ ANILARI - 7

Filipinler Manila'dayız. Hoca sever tehlikeyi. Her şehirde illa “kurtarılmış” bölgeleri gezelim, görelim diye tutturur. Ancak Filipin acentam Makati bölgesi dahil birkaç mahalle ismi söyledi ve ekledi “Ben asla sizi o mahallelere götürmem. Tavsiye de etmem”.

Kim takar. Tuttuk bir taksi. Rota kurtarılmış bölge. Aman yarabbim. Manzara şöyle; Tüm evlerin malzemesi teneke ve sadece 1 oda. Yükseklikleri 1,5 metreyi geçmez. Pencere yok, kapı yok, belli ki tuvalet, mutfak da yok. Dışarıdan gördüğümüz kadarı ile sadece birer yer yatakları var. Halk, ya evlerinin çatısına “tünemiş” veya kapı önlerinde. Çamaşırlar sokakta leğende yıkanıyor, yıkanan çamaşır elektrik direklerinin arasına gerilen iplerde. Çocukların ayakları çıplak. Kafalar makine tıraşı. Üstlerinde bir şort, bir fanila. Biz taksi ile sokakta futbol oynayan bu çocukları yararak geçmeye çalışıyoruz. Sahne tam Federico Fellini’ye göre. Açtık camı. Ölümsüzleştireceğiz anı. Şoför hışımla döndü. Aslaaaa! diye bağırdı. Sakın camı açma!. Fotoğraf çekmeye de niyetlenme. Ölürsün, Ölürüz, Öldürürler… Sağol canım. Kalsın. Almıyalım. Hocam, iyi yere getirdin bizi yine.

Cem Polatoğlu