12 Kasım 2011 Cumartesi

PARİS’TE BİR ÇİPURA !

                                                  
Yaşam tesadüf ve mucizeler ile dolu. Ne zaman nelerle karşılaşacağımızı ve bir anlık değişimin bizleri tahmin ve tasavvur edemeyeceğimiz nasıl bir başka dünyaya götüreceğini bilemiyoruz.  


 Bu, yıllardır doğru diye bildiklerimizin ya da zamanla huy haline getirdiğimiz alışkanlıklarımızın bir anda değişimine de yol açabiliyor. İşin sırrı, sıradan bir karşılaşmayla ya da dinlediğimiz minik bir öykü ile başlayan “o an”da yatıyor !. .

Sevgili okuldaşım Enis Akdağ‘ın asıl mesleği serbest muhasebecilik ve mali müşavirlik. Günün birinde balık çiftliği işine merak salmış. Sorup soruşturayım, araştırayım derken, kendini Urla ÖZBEK’de kurduğu bir balık çiftliğinin başında bulmuş.

Arada bir büroma uğrar Enis; çay kahve içer sohbet ederiz. Enis’in en özlediğim yanı, sakin sakin anlattığı (yaşanmış) öyküleridir. Keyifle dinlediğim her öyküsünün çarpıcı, bir o kadar da öğretici yönleri vardır. Artık İzmirli sayılırız, İzmir’in işi gücü sabah akşam çipura yemek. Evelallah, balığın tazesini bayatını ayırt etmeyi de öğrendik. Doğal deniz çipuraları pahalı oluyor diye, daha sağlıklı olduğunu duyduğumuz toprak havuz çipuraya da talim eder olduğumuzu itiraf edeyim. Tam da böyle bir birikimin üstüne, Enis’in anlattıklarını duyduktan sonra, şoka girip, hiçbirşey bilmediğimi de kabul ederek, ”paylaşmamak büyük bencillik olur” diyor ve onun ağızından harika bir çipura hikayesini sizlere aktarıyorum sevgili arkadaşlarım :


1988 yılı sonuydu, çiftliği kurdum. Doğal yem kullanıyorum.. İhracat yapabilirim ama Pazar bulmakta zorlanıyorum. Oraya git, buraya git. Ona sor, buna sor.. Her önüme gelene anlatıyor, bir çıkış yolu arıyorum. Neredeyse bütün umutlarımı yitirdiğim bir anda, kahvehane gibi bir ortamda birilerine dert yanarken, anlattıklarımı dinleyen 80 yaşlarında hiç tanımadığım yaşlı bir adam yanıma gelip omuzuma dokundu. Bu numarayı ara diyerek elime bir kağıt tutuşturdu. Bir yurtdışı numarası, altında da Bülent diye bir isim.. Teşekkür edip ayrıldım. Baktım, numaranın başındaki kod Fransaya ait. Hemen köşebaşındaki ankesörlü telefonun başına geçip numarayı çevirdim ama birden o yaşlı adamın adını bile sormadığım aklıma geldi. Aynı anda, içinde Bülent sözcüğü geçen Fransızca bir cümle ile birlikte, kişiyi karşımda buldum. “Beyefendi numaranızı bir beyefendiden aldım. Doğal yöntemlerle çipura üretiyorum. Pazarlama sorunları yaşıyorum” dedim. Bülent bey, son derece sakin ve kararlı bir şekilde, “elbette, ürününüz uygunsa alabiliriz” diyerek bana bir adres yazdırdı, ulaştıracağım örneği inceletmeleri gerektiğini söyledi.. Tanımam etmem. Komisyoncu mudur, pazarlamacı mıdır, üçkağıtçı mıdır bilmem ? “Oğlum, al bir örnek, atla uçağa git, yerlerini de gör” dedim. Hakikaten öyle de yaptım. Elimde minik bir strapor kutu, içinde orta boy bir çipura, indik Paris’e. Çevirdim bir taksi. Elimdeki adresi şoförün eline tutuşturdum. Adam, tamam anladım der gibi kafasını sallayıp gazladı. Döndük dolandık, Paris’in göbeğinde, koca bir binanın önünde zınk diye durdu araba. Kafamı kaldırdım. Paris Belediye binası ! Allah Allah diyorum içimden. Girdim içeri. Kapıdaki görevliye Bülent CALGI yazısını gösterdim. Adam eliyle 3 işareti yapıp, asansörü gösterdi. Çıktım 3. Kata, buldum adamın odasını. Merhaba, merhaba. Yarım saat 45 dakika memleket sohbeti yaptıktan sonra, kutuyu masanın üstüne koydum. Örnek mi dedi, evet dedim. Buyurun geçelim diyerek ayağa kalktı. O önden ben arkada. Geldik her tarafı bembeyaz bir laboratuvara. İçeride simsiyah (zenci) bir kadın. Kutuyu elimden aldı. İçindeki balığı çıkartıp avucuna koydu. Uzun ince bir pens ile sırt yüzgecinden minicik bir parça kopardıktan sonra balığı çöpe attı ! Ardından, kopardığı o parçayı bir mikroskobun camına yerleştirdi. Ayarlamayı yapması ile birlikte yandaki bilgisayar ekranı ışıklandı, aradan bir dakika geçmeden, ekran aşağıdan yukarı doğru akan yazılar ile doldu. Azotdan arseniğine, kurşundan fosfora ne var ne yok herşey şakır şakır dökülüyor. Ve geldik balıkdaki horman değerlerine : HORMON SIFIR. Yıl 1989, adamlardaki teknolojiye bak. Ben şaşkınlıktan ağızı açık bakarken, Bülent bey yazıcıdaki çıktıyı alıp, “tamamdır Enis Bey” diyerek elini uzattı. Tokalaştık. Yeniden odasına geçtik. Çok kısa bir pazarlıktan sonra, “333 gramın altında olursa gelişmemiş sayarız, 350 gramın üstünde olursa kart demektir, buna uyalım. Göndereceğiniz her parti bu laboratuvar denetimden geçecek, malı uçağa verdiğiniz anda da paranız hesabınıza aktarılacak” diyerek çekmecesinden (iki nüsha) sözleşme çıkarttı.


                                                                                                                                   Sayfa - 1 -


İmzalayıp önüme koydu, birer imza da ben çaktım. Bir nüsha bende, bir nüsha onda. Ne ihale, ne de başka bir şey. İyi günler dedi adam. Çıktım odadan, aşağıda belediye binası önüne kadar inmişim ve öylesine olayın şokundayım ki, belki bir beş dakika öylesine dikilip, karşılara dalmış gitmişim. İşte azizim, tamı tamına 22 yıldır ben bütün üretimimi Paris Belediyesi’ne gönderiyorum. Belediye, bu malı balıkçılara ve marketlere veriyor. Halk sağlığı garantide, benim standartlarım aynı, üretim ve satış miktarım belli, Paris’in balık ihtiyacı garantide. Herşey tıkır tıkır..

Dostum bu doğal yem dediğimiz de şöyle bir şey. Doğal yemimizi de biz üretiyoruz. Bildiğimiz kavak ağacından 5 – 6 metre uzunluğunda 100 adet kadar alırız. Kabuklarını soyarız. Kuruturuz, Sonra ziftleriz. Herbirini, birer metre arayla bir daire oluşturacak şekilde deniz tabanına çakarız. Gövdenin bir metresi zemine girer, 4 metresi suyun içinde kalır, su yüzeyinden de 60-70 cm altta olur. Sonracığıma, gemilerde o çımacıların kullandığı halatlar var ya (ama illa kenevir olacak), işte o halatları, dikenli tel gibi bu gövdelere sararız. Hani o siyah midyeler olur ya işte o midyelerin en sevdiği şey kenevirdir. Bir tanesi, ama sadece bir tanesi o halata tutundu mu, arkası çorap söküğü gibi gelir. Sanki ışık hızıyla ürer, çoğalır bunlar, haftasına kalmaz, bütün kenevirlerin üstü simsiyah midyelerle kaplanır Bunlara yenileri de yapıştıkça, ortalık midyeden geçilmez. Fındık kadar oldular mı, bizim dalgıçlar her gün bu midyeleri toplar, götürür denizdeki ağ havuzlara, çipuralara yem olarak veririz. Çipuranın da en sevdiği şey bu midyedir işte. Daha suya girer girmez, midyelerin kabuğunu çatur çutur kırıp, içini yemeğe başlarlar. O kadar ki, yemleme yapılırken, kafanı denize soksan, suyun içinde bu sesleri duyarsın. Üstelik, bu midyeleri kabukları ile birlikte yiyen çok sayıda başka balık da vardır. Yemleme sırasında midye kabuğuna yapışmış artıkları ve hatta bir kısım kabukları da dışarıdan havuzun etrafına gelen diğer balıklar yer. O sırada kepçeyi daldırsan, kefalinden sinaritine, levreğinden çinekopuna ne kadar balık varsa yakalarsın. Ortalık mahşer yerine döner. Sonuçta, zemine düşen kabuklar, dalgalar ile açık denize çekilir bir iki yıl içinde kuma dönüşür. Hiçbir yem zayi olmaz ve doğaya hiçbir şekilde zarar gelmez. Bir ara halk galeyana geldi, şikayetler oldu. Bütün çiftliklere gelip baktılar. Diğer bütün çiftlikler başka koylara ya da açığa çekildi. Bir kısmı kapatıldı. Bizim çiftliğimiz her denetimden yüzünün akıyla çıkar. Örnek gösterilir. Hala daha halledilemeyen tek sorun dinamitçiler. adam geliyor bizim koya, atıyor bir dinamit, hani havuzun etrafına üşüşen o balıklar var ya, onlarla birlikte bizim havuzun içindeki balıkların yarısı da gidiyor. Doğaya da büyük zarar veriyor bunlar. Devlet, polis çözemiyor bunu kardeşim. 

Aslında, bu çipuranın diğer adı “ALYANAK”tır. Çünkü, doğada yetişen, doğal besinler ile beslenen çipuranın yanakları böyle al al olur ve sırtı bembeyazdır bunların. Bakacaksın, yanakları al al ve sırtı bembeyaz ise bu doğal çipuradır diyeceksin.

Bir de toprak ya da deniz havuzda yetiştirilen ama SUNİ YEM ile beslenen çipuralar var. Toprak havuz dediğin, karada bir çukur kazıyor, bir havuz yapıyorsun ve içine deniz suyu dolduruyorsun. Arada bir alttan suyu tahliye ederken üstten taze deniz suyu basıyorsun. Verdiğin yem suni, üstelik de fena halde hormonlu. Denizde ağ (ya da kafes) havuz içinde SUNİ YEM ile beslediğinde de toprak havuza göre değişen bir şey yok. Ne diye toprak havuz ürünlerini marifetmiş gibi daha pahalı satarlar anlamak da mümkün değil.

Aslında bir çipuranın 350 gr boya ulaşması için doğal ortamda 1 yıl geçmesi gerekir. Oysa, bastılar mı suni yemleri, ki müthiş hormonlu bunlar. Resmen balon gibi şişiriyorlar hayvanı, 3 ayda al sana yarım kiloluk çipura.. Bunlar sadece tatsız tuzsuz olmaz, hormonlu olduğu için zararlıdır. Yem atıkları da doğaya zarar verir, hayvanların dışkılarında bile hormon kalıntıları vardır. Sağlığa zararlı, sentetik bir ettir bu. Al eline bu balığın irisini hayvanın orasında burasında şekil bozuklukları vardır. Hani bir de “hanım bak 700 gram bu, alalım ikiye böleriz” falan demeye kalkma. Büyüğünü de küçüğünü de yemeyeceksin kardeşim.

Sonuç olarak dostum, doğal besi çipura yiyeceksin, doğal besi de 333 gramdan küçük, 350 gramdan büyük çipura da yemeyeceksin. Hadi bakalım afiyet olsun !


Yavuz Oran








Hiç yorum yok: