29 Ağustos 2011 Pazartesi

BAYRAMIN GELİŞİ, AREFEDEN BELLİ OLUR..

Hep çocukluğumuzun bayramlarından bahsedecek değiliz. Yakın tarihe de ışık tutmak da fayda var diye düşünüyor insan zaman zaman, ne de olsa bu ülkede yakın tarihe kadar, yakın tarih konuşulmazdı. Malum uzak ufuklarla, miladi kahramanlıklar arasında bu güne gelemeyen bir toplum olduğumuzdan, bugün olanları da bir türlü farkedemiyoruz.


Neyse lafı uzatmayalım, dün dostluğumuzun miladi olduğu  bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, malum eğer tatile filan gitmiyorsak, bayram öncesi babamızın evinde anamızdan gördüklerimizden mütevelletit bir arefe günü yorgunluğu adeti vardır. Kadın kısmı arefe gününden şöyle evi bir silkeleyip akşama pestili çıkana kadar yemek temizlik işleriyle uğraşmassa o bayram bayrama benzemez.


Söylemesi ayıptır, tatilden geldik valizi yeni topladık kaldırdık, şimdi bi tatil daha neyimize gerek diyerek bizde bu bayram ziyadesiyle evdeyiz. Dolayısıyla kırk yıllık adeti bozmak da bize düşmez elbet. Konuşurken evlendiğimde yaşadığım ilk bayram arefesi geldi aklıma.. Eee çiçek burnunda, yirmidokuz yaşına kadar yediğin önünde, yemediğin arkadana bir hayat yaşayıp, buna dayalı anne-baba otoritesinde nefes almışken, insanın kendi evi fikri kulağa hoş geliyor tabi. Hoş geliyor gelmesinede, gel gelelim işin başa düştüğü kısımlarda, hafızalardan annem ne yapıyordu ya, bu işi yaparken yoklaması yapmadan da olmuyor elbette.. Bir evin bir kızından, evinin kezbanına dönüşmekte bir evrim süreci gerektiriyor haliyle.. Annemin tabiriyle dip odadan girip mutfaktan çıkmak lazım geldiğine kanaat getirip, zaten herşeyi yeni olan tertemiz evde koca bir bayram temizliğine kalkışmıştım bende kendi başıma.. Sabahın erken saatlerinde başlayıp, akşamın dokuzunda artık salonun ortasında duran elektirik süpürgesini kaldıracak dermanın dahi kalmamıştı. Ama ne olmuştu, işte ben bir bayram arefesi kahramanca bir kadının yapması gereken maksimum yorgunluğa ulaşmış, eşim eve geldiğinde suratım beş karış, inleyen nağmeler adı esere yeni bir beste yapmakla meşguldüm. Üstelik evde süt döküp bilimum köşeden yalamak mümkün olduğu gibi, gelebilme olasılığı olan misafirlerimize karşı tam teşkılatlı bir sunum hazırlamıştım. Bi hoş geldin kocacım kısmı yapamamışım çok değildi herhalde..


Bir kaç bayram benzeri ama giderek azalan çalışmalarım neticesinde, bizim yeni evli olduğumuzu ve ziyaretin tamamını bizim yaptığımızı ve neredeyse hiç kimsenin bizim eve gelmediğini idrak ettim elbette.. Henüz eli öpülecek yaşa gelene kadar da arefe günü kendini parçala kezban adetinin tarafımıza bir yükümlülük getirmediği gerçeğini sevinç göz yaşları ile karşılamış olmamın nedeni de buydu sanırım.


Bu gün yine bir arefe günü, sorun ben ne yapıyorum.. Ya öyle çok bir şey değil, şöyle bir ortalığı silip, süpürüyorum, e tabi bayramda gezmeden mutfaga girecek vakit olmaz, hani evde oluncada çoluk çocuğun canı çeker diye bir iki de pasta börek, o kadarcık. Akıllandım yani, gerçekten.. Baksanıza oturmuş yazı yazacak bile vaktim var. Ama burada kesmek zorundayım çünkü bizim evde idam kaldırılmadı, çamaşır asmam lazım.. Sonrada mutfağa bir uğramam lazım.


Ne diyeyim siz siz olun benim düştüğüm hatalara düşmeyin.. İnsanlar geliyorsa da sizi görmeye başlıyor, evinizi değil ki.. Değerli Üstün Dökmenin bununla ilgili çok eğlenceli bir yazısı vardı. Bulursam paylaşırım. Ben şimdi gideyim şu çamaşırı asayım.. Ne demişler bayramın gelişi, arefeden belli olur.


Herkese sağlıklı, mutlu, barış ve esenlik dolu nice bayramlar dilerim.

Aylin Kosovaeri Şahin
Ankara Cumhuriyet Lisesi

26 Ağustos 2011 Cuma

HİTİT MUTFAĞI : Kraliçe Puduhepa usulü koyun eti

Eh, Hitit yemeklerine, tabii ki Kraliçe Puduhepa'nın güzel elleriyle yaptığı yemekten başlamak yakışır.

Kraliçe Puduhepa usulü koyun eti :

1 kg koyun kıyması,
2 narın suyu ve çekirdekleri (sevmiyorsanız çekirdekleri koymayın!),
2 yemek kaşığı kuru ekmek kırıntısı,
2 yumurta,
1/4 tatlı kaşığı biberiye,
tuz ve (isteğe göre) dövülmüş sarımsak

Malzemenin hepsi bir kaba konup güzelce yoğrulur. Sonra uygun boyutta bir kalıba yerleştirilir, üstüne iç yağ dilimleri yayılır (ağır gelirse koymayabilirsiniz. Koyun kıyması zaten yağlıdır) ve önceden ısıtılmış fırında 200 °C'de yaklaşık 1 saat pişirilir.

Bunun yanına, buğday ekmeği (cevizli olabilir) ve sek kırmızı şarap yakışır.
Afiyet olsun :)

Burada nar suyu dikkatinizi çekmiştir. Hitit'ler limonu bilmezlerdi. Ekşinin o güzel ve ağız kamaştıran lezzeti için nar suyu kullanırlardı.


Limon Asya kökenlidir ve Avrupa'nın limonun tadına ilk defa bakıp, yüzünü buruşturması ancak Milattan sonra birinci yüzyılda oldu.
Anadolu ve Orta Doğu'da yaygın kullanılması için ise taa Milattan sonra 1000 yıllarını beklemek gerekti.

Ay, ağzım sulandı, ben mutfağa gidiyorum, gerisini sonra yazarım.

Sevim Sunay Akçın
Ankara Cumhuriyet Lisesi

HİTİT MUTFAĞI, HİTİT ALFABESİ

"NINDA-an ezzateni watarra ekutteni"
Dünyanın ilk alfabelerinden birinin olan Sümerlerin kullandığı "çivi yazısı" olduğu bilinir. Yaklaşık 5000 yıl öncesine dayanan bu alfabeyi daha sonra Asur, Elam, Akat, Babil ve Hitit uygarlıkları izlemiştir. Anadolu'da yaşayan Hititler, çağlarına göre görkemli bir uygarlık yaratmışlar ve bu yarattıkları uygarlıklarını çivi yazısıyla günümüze taşımışlar...Ama nice dilbilimci ve oryantyalist, milattan önce 1200'lerde gizemli bir şekilde tarih sahnesinden çekilen hititlerin kullandıkları bu alfabeyi tercüme etmekte çok zorlanmışlar.
 
 
Nihayet, Birinci Dünya Savaşı yılları hengamesinde Viyana’da Asuroloji profesörü olan Bedrich Hrozny Hititçe'nin bir Hint-Avrupa dili olduğunu kanıtlamış. Onbinlerce tablet arasında Hrozny'nin1915’de okuduğu ilk Hititçe cümle şu olmuş: "NINDA-an ezzateni watrra ekutteni" – "ekmeği yiyeceksiniz, suyu da içeceksiniz". Cümlenin başındaki NINDA ideogramının Sümerce "ekmek" anlamına geldiği eskiden beri biliniyormuş. Ezza- sözcüğünü Hrozny, İngilizce "to eat" ve Almanca "essen" – "yemek" eylemleriyle, Watarra'nın ilk kısmı olan watar sözcüğünü de İngilizce "water", Almanca "wasser" ile ve Hititçe'de içmek anlamına gelen eku- eylemini Latince su anlamına gelen "aqua" sözcüğü ile karşılaştırmış. Böylece Hititçe bir cümleye ilk kez anlamlı bir çeviri verilmiş. Daha sonra bu tabletin tümü okunarak aşağıda yer alan Kral I.Hattuşili'nin vasiyeti ortaya çıkmış:
I.Hattuşili'nin Vasiyeti:
"...
Sizler benim, büyük kral Labarna'nın sözlerini koruyun! Eğer onları korursanız Hattusa yükselecek! Ülkemi de huzura kavuşturacaksınız! ekmek yiyeceksiniz, su da içeceksiniz! Eğer korumazsanız ülkemiz başka birinin olacak!
..."
İlginçtir, Hititçe'nin çözümlenmesi yeme-içmeye ilişkin bir tablette yer alan vasiyetle başlamış...
HİTİT UYGARLIĞI'NDA MUTFAK KÜLTÜRÜ

Elimde şu sıralar okuduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum. "Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı" (1) Kitapta, Hitit mutfak kültürü ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. 2008 yılında basılan bu kitabı ancak bugün dikkate almamın nedeni ise -üstüme vazifeymiş gibi- tahıllarda bulunan bitkisel bir protein olan "gluten"in yarattığı "Çölyak" hastalığının tarihsel kökenine ait birşeyler bulabilmek...

Hitit mutfağı, anlatıldığı kadarıyla sandığımdan çok zengin. Baharatlar, sebze ve meyveler yanında, sütten peynir, yoğurt, bira ve malt, çeşit çeşit ekmek ve yemek yapımı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öyle de basit bir dille anlatılıyor ki, insanın oturup yapası geliyor. Çünkü, tabletlerde yer alan yemek tariflerinin uygulanmasında gerçeğe yakın olması için bölgedeki yemek yapma teknikleri araştırılmış ve kalıntılarda çıkan kap kacakların benzerleri yaptırılarak kullanılmış.

Hitilerin mutfağında ekmeğin önemli bir yeri var. Koruyucu tanrılar, hanedan cenazeleri gibi ritlerde çokça kullanıldığı için tabletlerde de çok farklı ekmek türleri bulunmuş. Tam buğday unundan yapılan Ninda Gur ra, Ninda Im-za; Ninda Sıg; (yufka ekmek), Ninda Ku (tatlı ekmek), Ninda iedea (yağlı börek), Ninda lal (ballı ekmek), daha birçok ekmek çeşidi tarifi bulunuyor kitapta... Ekmek yapımında kullandıkları mayalar da çok ilginç: meşe palamudundan, üzümden, incirden ve küden maya yapılmış.

Kitapta; ballı bira yapımı gibi Hititlere özgü alkollü içki yapımı tarifleri de yer alıyor.

Kutsal törenlerde tanrılara sunulmak üzere ve özellikle hayvan sakatatlarından çok çeşitli yemekler yapılmış. Koyun karaciğeri, yüreği ve dalağından yapılan "Sakunni", keçe yüreği ve boyun kısmından yapılan "Zashia", zırhlanmış koyun eti, koyun şişek, nar suyu ve nar taneleriyle yapılan "Esri", bunlardan bazıları...

Kitap, ayrıntılı bir şekilde hitit mutfağına ilişkin bilgiler veriyor. Öyle ki, bu işi az-çok bilenler için bir "Hitit Restoran" açabilecek zengin menü içeriyor.

Edinmenizi öneririm.

1"Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı"
Metro Kültür yayını
ISBN: 978-9944-0188-1-4
Yaşar Cengiz Çınar
Ankara Cumhuriyet Lisesi

25 Ağustos 2011 Perşembe

EVVEL ZAMAN İÇİNDE BAYRAMLAR

Satırlarıma başlarken eski bayramlara kelimesi yerine çocukluğumuzdaki Bayramlar demeyi daha uygun buldum.

Aklımızın erdiği, hayatı yeni tanımaya başladığımız ilk günlerden beri, belki de farkında olmadan bilinç altında biriken; Zihinlerimizi zorladıkça, orada kümelenen, anılar, öğütler, konuşmalar, anekdotlar, dostluklar, arkadaşlıklar, bizlerde derin izler bırakan olaylar, ‘’verimli bir tarihi kazıdan’’ gün ışığına çıkan nadide eserler gibi teker teker hepimizin karşısına diziliyor. Bütün bunlar karşısında o günlerin o yaşanmışlıkların asla geriye gelmeyeceğini bile bile, tekrar hatırlamak,yeni nesillere aktarabilmek,beni çok mutlu ediyor..

Bizi böylesine etkileyen konuları bu gün yaşanan halleri ile mukayese etmek çok yanlış olur. Kim ne derse desin, kendi örf ve adetlerimize sahip çıkmamız gereken, kenetlenmemiz gereken böyle hassas bir dönemde, bu derece yozlaşmanın suçunu kendimizde aramalıyız. Elalemin Noel’!ine verdiği önemi en az onlar kadar benimsemek bile, kendi öz değerlerimizi yeni nesillere aktarma çabası içinde olmayan bizlerin eseridir. Bence bu manevi kayıplara, maddi olanakların kısıtlaması, bencillik, başka hırslar, adam sendecilik, kolaya kaçma gibi nedenler sebep oluyor. Kestirmeden ‘’Dün dündür, bu gün de bu gündür’’demekle mesuliyetlerimizden kaçmak hiçbir zaman geçerli değildir…

Dini bayramlarımız; Çocukluk dönemlerimizde yaşayan herkes için; O yılın programı;Bayramlara endekslenir, evlerin hep birlikte yapılan köklü temizliğine vesile olan ağır işler, bu dönemde yapılırdı. Ahşap döşemelerinin arap sabunu ve TAHTA FIRÇASI ile temizlenmesi, boya, badana, tadilat işleri, camların silinmesi, perdelerin yıkanıp ütülenmesi, halıların çırpılması gibi işler, yılda iki kez yaşanan bir MİLAT’a göre yapılırdı.

Annelerimizin düzenine ve temizliğine çok önem verdiği ve kapısı bizlerin girmemesi işçin devamlı kilitli tutulan MİSAFİR ODALARI açılır , tozluk denilen koltuk örtüleri kaldırılır,Şekerlikler doldurulur,varsa gümüş ikram takımları kaya tuzu ile ovulup parlatılır,misafirler için sigaralar aldırılır,uzaktan gelen yatıya kalabilecek misafirler de olabileceği düşünülüp tertemiz yatak,yorgan çarşaf YÜKLÜKLER’de hazır bekletilirdi.Mutfakta yemek hazırlıkları başlı başına bir olaydı.Bin bir zahmetle ve eziyetle hazırlanan,dolmalar,börekler,tatlılar Bayram gününden evvel çocukların ÜZERİNDEN AŞIRMAMASI için Yüksekçe yerlere kaldırılırdı.

Kim bilir belki de Annelerimiz o günler için bütün bu yorucu işleri kendilerinin ne kadar hünerli ve hamarat olduklarını Bayramda ziyarete gelenlere ve komşu kadınlara ispat etmek için mi katlanıyorlardı hala merak ederim.. Bayramın birisinin tatlı yorgunluğu geçer geçmez, başta çocuklar olmak üzere gelecek Bayramın hazırlıklarına da yavaş yavaş başlanırdı.Bu kaçınılmaz bir döngü idi.Her zaman Bayram’ın çağrıştırdığı şu özdeyişin açınımını merak etmişimdir.İKİ BAYRAM ARASINDA NİKAH OLMAZ !!!

Acaba hangi iki ara, uzun ara mı,kısa ara mı ? Bu sorunun cevabını alamıyorsak HİÇ KİMSE NİKAH YAPAMAZ gibi bir durum ortaya çıkıyor. Nedense işimize gelen bu konuda; Her şeye rağmen asırlardır nikahlarımızı gönül rahatlığı ile yapıyoruz..


Gelelim çocukların Bayram hazırlıklarına: Dini bayramlarımız HİCRİ TAKVİM’e göre her sene on gün evvel geldiğinden, değişik mevsimlere denk gelebilirdi. Bu bakımdan; Aileler hava şartlarına, maddi olanaklarına ve çocuk sayılarına göre farklı şekilde, göğüslemeye çalıştıkları vazgeçilmez masraflara karşı bazı taktikler geliştirmişti. İki kız kardeşim olduğu halde, Kız çocuklarının bayramlara nasıl hazırlandığını kendi bayram telaşımdan dolayıhiç dikkat etmediğimi fark ettim. Ancak onların da kıyafet ağırlıklı hazırlanıp, giysilerini zamanından önce denediklerini hatırlıyorum. Genellikle maddi zorluk çeken ailelerde büyük ağabey’in çok yıpranmamış yeni sayılan giysileri, terzilerde veya olmaz ise komşunun ‘’ kollu dikiş makinesinde’’ küçültülüp, küçük erkek kardeşe UYDURULDUĞUNU da hatırlarım. Bayram günleri bütün çocukların ortak düşündükleri tek şey, nasıl olsa garanti olan giyim kuşam ayakkabı değil; Önce aile büyüklerinden sonra da yakın komşulardan, El öpme eylemi devam ederken, bayram bahşişi verecek elin hangi cepten çıkacağı önemlidir. Çocuklar için ilk ALIN TERİ KAZANÇ anlamındaki bahşişin anlamı çok büyüktür. Çünkü alınan para tamamen kendisine aittir. En kısa zamanda ve doyasıya harcanmalıdır. Zaten onun bu parasınıelinden çeşitli yollardan alacak olan SEKTÖR tezgahını birkaç günden beri hazır tutmaktadır. Fazla uzaklaşmadan mahalle bazında kurulmuş olan seyyar BAYRAM YERLERİ Çocukları adeta çağırmaktadır. Dönme dolaplar, salıncaklar, hokkabazlar ve böyle yerlerde her zaman rastlanan dandik yiyeceklerin, içeceklerin, topların, bebeklerin, balonların mantar tabancalarının, torpil, kız kaçıran, çatapat, uçurtma ve hediyelik eşyaların satıldığı sergiler ziyaret edilir, eldeki para sanki görev verilmiş gibi insafsızca harcanırdı, sonra para bitince bir köşeye sinip, somurta somurta parası birazdan bitecek diğer çocukları seyretmek başlı başına bir olaydı. Kim bilir belki de, her çağda karşılaşılan HAYATIN ACIMASIZ GERÇEĞİ’nin bizim için verdiği bir ders’ti. Böyle bir Bayram Günü, evimizin hemen karşı arsasında kurulmuş olan bayram yerindeki, belki on beş çocuğun birlikte oturacağı büyüklükteki salıncağa binebilmek için Babamın razı olmamasına rağmen gerekli parayı annemden kopartıp,o koca salıncağın yanına gittim,Çocuklar binmek için itişiyorlar.Salıncakta bir müddet sallanan çocuklar ,sallayan adamın YANDI PARALAR diye bağırması ile iniyor yerlerine çabuk davranan yenileri hücum ediyor.seans tekrar başlıyordu. Kalabalığın etkisi ile olacak bir an için,hılıbir şekilde sallanan koskoca salıncağın menziline girmiş olacağım ki; aniden suratıma kamyon gibi çarptı ve ayaklarım yerden kesilerek,sıra bekleyen çocukların üzerinden uçup yere düştüm ve sürüklendim..Hemen yanıma koşan salıncakçıadam,patlayan dudağımı silerken teselli olsun diye ,bir şeyin yok istediğin zaman parasız binersin diyerek beni oyalayıp şirin görünmeye çalışıyordu.Annem koşarak geldi.Beni kan revan içinde görünce hem ağlıyor hem de bu olaya, verdiği paranın sebep olduğunu düşünerek kendisini suçluyordu. Bayram bitti ben iyileştim ama salıncak sonradan uzun müddet arsada kaldı benim olayımdan sonra büyükleri yanında olmayan kimse salıncağa binemedi…

Sizlerden de bayram öyküleri bekliyoruz..
HEPİNİZE MUTLU BAYRAMLAR…

Ahmet Sıtkı Özsancak
Ankara Cumhuriyet Lisesi 

ÖNYAZI

Merhaba sevgili Arkadaşlarım.

Bildiğiniz gibi hemen her konuda yazmak için çabalarım sürüyor, Askerlik ve ‘’bana yeni bir lakap kazandıran’’Faytonlar gibi, aniden gelişen konuları yazdıkça; Hatırlanan her kelime, yepyeni bir yazı dizisinin gelmesi için, yeterli oluyor. Bu nedenle dizi yazılarımı; Konularına göre arka arkaya değil de, ara ara sunmaya çalışıyorum. Bunun nedeni de; Hep aynı konuları işleyen yazılar sizde ve bende bıkkınlık yaratabilir. Elbette diğer konular da devam edecek.Bence böylesi bir çalışma , daha uygun olacak. Bu sefer başlayacağım yazı dizisi ile; Bayan arkadaşlarımın,içeriğinden haberdar oldukları halde, ne kadar ilgilerini çekeceğini, şu anda tahmin etmekte zorlandığım, fakat erkek arkadaşlarımın tümünün, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadıkları, hatta gece rüyalarını bile etkileyen, o çağlarda, kesinlikle haşır neşir olduklarından emin olduğum ortak alışkanlıkları,uğraşıları,ilginç oyun ve eğlencelerini,yazmaya çalışacağım. İmkan bulan, okur arkadaşlarımın da, yazıları ile yeni ilaveler yaparak, katkıda bulunacaklarını hissediyorum. Arkadaşlarımın belki de çoktan unuttukları bu konuları, okudukça ve bazı isimleri, metinleri ve resimleri gördükçe, mazi ile aramızda kurmaya çalıştığım bu köprüden, yıllar sonra tekrar geçebilmenin, tarifi imkansız keyfini, hazzınıbir defa daha yaşayacaklarını tahmin ediyorum. Böyle konuların bizler için asla‘’ çocukluğa dönüş ‘’ olmadığını biliyorum. Coşku ile geçmişimizde yaşadığımız birçok hatıra’yı, aniden karşımızda görmek çok güzel bir duygudur herhalde. Ne zamandır bu konular için zorladığım zihnimde, bazı hücrelerin hala sağlam olduğunu bilmek, bana ekstra yaşama gücü veriyor.Aynı duygular; Sizlerin de içinizde bir anlık heyecan ve yüzünüzde tatlı bir tebessüm bırakırsa ne mutlu bana..

Felsefi yönden bakarsak: Yeni nesil; Yaşadığımız şu zaman dilimi içinde, Modern Sinema, Tv, Bilgisayar ,Digital alem, (MP bilmem kaç) DVD,Video, İnternet vs gibi imkanların sunulduğu, şanslı bir iletişim çağında yaşadıkları halde, kendilerini ‘’hazıra konmaya yatkın’’ bir eğilime sürükleyen bu imkanlar sayesinde, saygılarını ve bazı duygularınıkaybediyorlar. Bizlerde her zaman var olan ,onlarda ise her gün biraz daha azalan ve bir müddet sonra da, hiç kalmayacak insani duygularını, değer yargılarını,farkında olmadan öldürüyorlar, İşte onlara sevgiyi, saygıyı yaşama sevincini, içtenlikle aşılayabilecek bu duyguları, kendi silahları ile, yani yukarıda saydığım modern nimetler ile ulaştırma görevi de bizlere düşüyor sanırım.! Çok basit bir örnek olarak; Gençlerimizin, demode olarak tanıdıkları; RADYO‘nun ‘’bir döneme’’ nasıl damgasınıvurduğunu; Bizler için neler ifade ettiğini, bizlerin bu günlere ulaşmasında oynadığı rolü; Onlara hitap eden ‘’modern araçlar ile’’ anlatmamız bir insanlık borcudur düşüncesindeyim…

Sevgili Bülent Kıvanç Arkadaşımız, ilettiği ‘’YAŞLANMAKTAN KORKMAYIN ‘ başlıklı gönderisi ile, hiç bir işe yaramaz gibi görünen bizlerin; ‘’Birikimlerimizle neler yapabileceğimiz ‘’ konusunu çok iyi işlemiş. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.Bütün bu duygularla; Ne zamandır, aklımda olan; Çocukluğumuzda, ilkokul çağımızda, gençliğimizde hatta yetişkin dönemlerimizde etkisinde olduğumuz, daha okuma bilmediğimiz çağlarda bile, karınca kararınca, bu günlere ulaşmamıza aracı olmuş, hatırlanmasını istediğim, birkaç ‘’materyali’’ dile getirmeye ve yazmaya çalışacağım.. Eminim ki kısa zamanda sizler de, zaman tüneline kapılıp, bu ve benzeri bakir konularda yazıp, bilmeden eksik bıraktığım noktalarda katkılarınız olacaktır...

Konuların ne olduğunu Meraklanmanız için özellikle açıklamadım. EVVEL ZAMAN İÇİNDE gibi bir konu başlığıdüşünüyorum. Şimdilik; Yazma konusunda emekleme devresinde olan ben; Herhangi bir yanılgı ve yanlışlığa sebep olmamak için, araştırma, emek, dikkatli ve titiz bir çalışma gerektiren bu yazı dizisinde de; Her şeyden önce sizlere olan saygım ve sorumluluğumun bilinci adına, hata yapmamaya çalışacağım. Olabilecek hatalarım için beni lütfen uyarın.

 İlk yazımı EVVEL ZAMAN İÇİNDE BAYRAMLAR Adı altında çok kısa bir zaman içinde sizlere ileteceğim..

Sevgiler, saygılar. 
Ahmet Sıtkı Özsancak
Ankara Cumhuriyet Lisesi 

İLGİNÇ RASLANTI

Kıymetli Arkadaşlarım.Güzel bir tatil gününde hepinize mutluluklar esenlikler gönderiyorum..Bu gün sizlere bir müddet evvel yaşadığım, ilginç olduğu kadar hoş ve ender rastlanabilecek; Yaşadığım bir olayı nakletmeye çalışacağım.

Emekli olmadan çalıştığım iş yerinde yaptığım bütün otobüs yolculuklarını; Gündüz iş saatlerini değerlendirebilmek için,gece yapmayı alışkanlık haline getirmiştim.Ertesi gün dinç ve dinlenmiş olarak işe başlayabilmek için,hala ;Bindiğim araç hareket etmeden uykuya dalıp,varış noktasında,evdeki yatağımdan yeni kalkmış gibi inmek, huyuna sahibim.Gerçi gece yolculuklarının pek güvenli olmadığı inancı yaygındır ama,yıllarca otobüsleri de kullanma tecrübem olduğundan; Şoför uykusuz ve yorgun değilse , sürücüye sağladığı avantajlar nedeni ile gece yolculuğunu tavsiye ederim.Elbette ki firma seçimi de çok önemlidir.
 
Geçtiğimiz Şubat ayında İstanbul'a yaptığım böyle bir gece seyahatinde de bu alışkanlığımı bozmayıp,araç daha AŞTİ terminalinden ayrılmadan,pencere kenarındaki koltuğumda,oldukça derin bir uykuya dalmışım.Aracın Ümitköy'deki terminalinden bir kaç yolcu aldığını, hatta,uykumun arasında bunlardan birisinin yanıma oturduğunu hatırlar gibiydim..Yolculuk esnasında trans seviyesinde uyuduğum bir gerçektir ancak yanımdaki zat çok kibar bir şekilde kucağına kadar düşen başımı birkaç defa düzeltmek inceliğinde bulundu galiba.. Mola esnasında; Otobüsün beni ninni gibi uyutan motor sesinin kesilmesi ile herkes indikten bir müddet sonra , kendime gelip isteksiz bir şekilde lavaboya doğru yöneldim.Orada gözüm ister istemez hemen yanımdaki adamın aynadan yansıyan yüzünün görüntüsüne takıldı..Hala yarı uyku sersemi olduğumdan,bir an hayal gördüğümü sandım..Gözlerime inanamıyordum...İşte o büyük insan MUSTAFA KEMAL ATATÜRK yanımda duruyordu..Önce ATATÜRK dizisi falan çekiyorlar diye düşünmeye çalıştım. Hayal dünyasında olmadığımı anlamakta gecikmedim,zira etraftaki diğer kişiler de hayretle ona bakıyor,konuşmak için yanına sokuluyor hatta cep telefonları ile birkaç poz fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı..Acele ile yüzümü yıkayıp iyice kendime gelene kadar kalabalık artmaya başladı,Az sonra çay içilen yerde, gecenin o saatinde, yolculuk yapan diğer insanlarla birlikte, bütün mola yeri personeli,bulaşıkçı'sına kadar tam kadro işi bırakarak onun etrafında toplanmıştı,sesini duyabilmek,ona dokunabilmek, elini sıkmak,onun soluduğu havayı teneffüs etmek,kokusunu duyabilmek için büyük bir çaba gösteriyorlardı.Ona hayranlıkla ve sessizce bakanların da, ne duygular içinde olduklarını çok iyi algılamıştım.Onun varlığına şiddetle ihtiyaçları vardı.Özlemini,hasretini her zaman çekeceklerini biliyorlardı. Aslında onun Gerçek ATATÜRK olmadığını biliyor, ancak ismini koyamadıkları,önüne geçemedikleri ATAYA ÖZLEM duyguları ile ULU ÖNDERİMİZE olan saygılarını, sevgilerini türlü şekillerde ifade etmek istiyorlardı.Bir anda gelişen bu görüntüler karşısında , şaşkınlığımdan kurtulamadım..Bir müddet sonra bizim aracın yolcularını çağıran anons yapılınca da bu güzel rüya sona erdi diyerek yerime geçtim.
 
 
Yerime oturur oturmaz ikinci şok'u yaşadım.Zira mola'ya kadar olan yolda başımı omuzuna yaslayarak geldiğim kişi ;Sevgili ATAMIZIN ikiz kardeşi kadar benzeri olan,ses tonuna kadar ona benzeyen; Sayın GÖKSEL KAYA imiş.İnsanlar ile çabuk tanışır ve kaynaşırım,fakat bu benzerlik karşısında kelimeler boğazıma düğümlendi.Göksel bey kendisini tanıttıktan sonra konuşmaya başladık, bütün yolcuların ara sıra oturdukları koltuklardan geriye dönüp bize bakarak, benim ne kadar şanslı bir yolcu olduğumu düşündüklerini,benim koltuğuma oturmayı arzu ettiklerini hissediyorum.
Tahmin edersiniz ki bu kadar şokun ardından uyku falan kalmadı,samimiyetimiz arttı,yolun kalan kısmını hep konuşarak geçirdik.İzmirde bir güvenlik şirketi kurucusu olduğunu,İş için Ankara'dan İstanbul'a gittiğini,çok sık seyahat ettiğini,etrafında toplananların ilgisine alışık olduğunu,kendisine gösterilen sevgi ve saygının aslında ATAMIZA karşı olan duygularımız olduğunu biliyor.Bu da ona sonsuz mutluluk veriyor.Keşke onun tırnağı kadar olabilsem diyebilecek kadar da alçak gönüllü..ATAMIZ yeni nesile tanıtabilmek için; Onunla ilgili her türlü çalışmaya severek katılacağını beyan etti...
 
 
İstanbula geldiğimizde,sanki kırk yıllık dostumdan ayrılıyor gibi hüzünlenmiştim.El sıkışarak ayrıldık,Şansın bu kadarına inanmak güç ama, hala o gün sayısal oynamadığıma ve beraber fotoğraf çektirmediğime pişmanım.İnşallah tekrar karşılaşmak kısmet olur.Bakarsınız belki sizler de herhangi bir yerde onunla karşılaşırsınız.ULU ÖNDERİMİZİN benzerinin bile yakınında olmanın verdiği o anlatılamaz ve güzel duyguları sizler de yaşayın istiyorum..
 
Ahmet Sıtkı Özsancak
Ankara Cumhuriyet Lisesi

ORTAK KALİTE

İstanbul’un anlı şanlı hukuk bürolarından birini aradım. Telefondaki erkek bir  işlemi yanlış yaptığım için beni yokuşa sürmekte ısrarlı.  Bankamatik havale fişini ona  fax çekmemi istiyor; bense  iki  kelimelik bilgiyi sözlü aktarabileceğimi ve fax’ım olmadığını belirterek, kaçınmaya çalışıyorum.

Otuz saniye içinde kabalaştı ve bana:

‘Sana anlatıyorum anlamıyorsun, burada onlarca .....’ vs. demeye başladığı o an  karıncalar beynime savaş ilan etti.

Bana sen diye hitap edemezsiniz’ diye çıkıştım,  siz  diye hitap etmek ve saygılı olmak zorundasınız. Bakın ben size siz diyorum. Karşıdan yanıt geldi:

‘Niye? Orada birden çok kişi mi var, da sana siz diyeceğim?’

‘Siz’ olamadığıma değil de;  aynı kalitede ‘biz’ olamadığımıza üzüldüm o an..


Yıllarca önce,  çok iyi tanımadığım bir diş doktoruna gidip kısa bir süre tedavi oldum.  Anlaştığımız bedeli  daha önceden hazırladığım beyaz bir zarfa koyarak  kendisine uzattım ve teşekkür ettim. Hızlı hareketlerle zarfı açtı, paraları çıkardı,  şak şak şak  gözümün önünde saydı, zarfı çöpe attı ve bana  geçmiş olsun dedi.

İyileştiğime sevindim de; kendimi iyileşmiş  hissedemediğime üzüldüm  o an..

Bizim ortak bir terbiyemiz vardır. Bize kibar ve ölçülü davranmak öğretilir öncelikle. Nezaket, her ailenin çocuğuna verdiği ilk derstir. Saygı zaten büyüklerden görerek öğrendiğimizdir.. Ailelerin olmazsa olmazıdır. Aksine bir davranış soyadına düşen gölgedir. Kızdığımızda  ‘sen hiç aile terbiyesi almadın mı’ deriz öncelikle… Bundandır. Vazgeçemeyiz..
                                                
İzmir’e geçen yıl yaz ortasında taşındım. Önceden bu şehirde, pek çok resim, müzik, el becerileri ve sanat  kursları olduğunu ve yoğun ilgi bulunduğunu duymuştum. Hem yararlanmak, hem   kendim de yararlı olmak adına  ayağımın tozuyla, Belediye’nin çeşitli birimlerine yazılı-sözlü başvuruda bulundum. O dönemde  ücretsiz olarak ev dekorasyon, iç mimarlık ve sanat, sanat tarihi dersleri  verebileceğimi bildirdim..


Bu kursları bilimsel anlamda değil de, örneğin; Evlerimizi nasıl daha kullanışlı hale getiririz? Mekanları görsel olarak nasıl daha büyük ve ferah gösterebiliriz? Dekorasyonda uygun renk seçimleri ve renklerin dili gibi keyifli ders ortamları yaratarak yapmak  istedim. Aralarda da  İzmir’in tarihi yapılarının hikayesini  öğrenip, gezip  tartışabilirdik.

Amacım, kadınlarımızın zaten var olan zevklerine bilgi ve fikir katkısında bulunmak,  her yaştan kişiyi  Sanat- Estetik  olgusuna ortak etmekti.  Yanı sıra bu yolla kadınlarla bağ kurmak, fikir ve eğitim alışverişinde bulunmaktı. Tanıdığım tüm kişilere de haber bıraktığım halde,  hiçbir yanıt gelmedi, beni  değerlendirmek gereği duymadılar.  

Ben her hafta, kendim üye olduğum TSM kursuma gittim. Her derse gittiğimde, sanat evindeki  yetkilinin gözünün içine baktım.. Teklif ettiğim konuda bir gelişme var mı diye.. Niye baktığımı bile anlamadı sanırım.

Yetkili çok, sorumlu yok durumu…

Ben kendi kursumu başarıyla tamamladım.

 Hocam  bana ‘aferin’ demiş olsa da ben  kendimize  ‘aferin’ diyemediğime üzüldüm o an..

Toplumsal anlamda,  her alanda  ortak  zevk kalitemizin   oluşturulmasına, korunmasına  ve yükseltilmesine katkıda bulunmak isteyen özverili kişileri değerlendirmemek  gibi bir lüksümüz  olmamalı diye düşünüyorum.

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi

22 Ağustos 2011 Pazartesi

O TABAK BİTECEK!

Bu sene anneler gününde bir beyaz eşya markasının yaptırdığı reklamın nakaratı, ilk duyduğum günden beri mütemadiyen zihnimde dolanıyor ve gülümsememe neden oluyor.


“O tabak bitecek, cek, cek, cek..”

Anneannelerimizin, annelerimizin ve bizlerin çocuklarına söylediği her bir cümle annemizin el kitabından çıkmışcasına, bu reklamda bir araya getirilmiş. Gerçekten çok başarılı, tekrar tekrar dinlemekten kendimi alamıyorum.

Ama bir şeyi unutmuşlar ki, şu ara yeniden çok güncel oldu.. “Afrikalı açlar” meselesi...

Tabağımızdaki yemeğin başında geçen süre uzadıkça, hepimiz annelerimizden Afrikalı açların hikayelerini dinledik durduk yıllarca. Biz yemeğe ailecek oturup, afrikalı açlarla kalkardık mutlaka, bizim yemek geleneğimizin bir parçası olmuştu bu ritüel.

Onlar yemek bulamazken biz çoktan doymuş olan midelerimize, sırf annelerimizin, yürekleri rahat etsin diye, daha fazlasını doldurmak zorundaydık çünkü..Sizi bilmem ama ben tabağın başında bir saatden fazla oturduğum günleri hatırlıyorum.  Tabaklar mı çok büyüktü, kepçeler mi, yoksa ben mi çok küçüktüm bilmiyorum ama, tıka basa doyduğum halde, yemeğin yarısı hala bir şekilde tabağımda kalıyor olurdu. Yemeğin bu ikinci yarısına eşlik eden “Afrikalı açlar” hikayesi ise bir süre sonra zaten bir kulağımdan girip öbüründen çıkmayı bırakın, kulağımın dış kenarından direkt kapı dışarı ediliyordu.

“O tabak bitecek, cek, cek, cek..”

Ve o tabak ya yediklerimi püskürterek boşaltmamla ya da şiddetli karın ağrısı ile masadan iki büklüm kalmamla da sonuçlansa öyle ya da böyle biterdi. Afrikadaki açlara karşı görevim de böylece tamamlanmış olurdu. Onlar aç olduğu için benim tabağımdaki yemeğin bitmesi gerekiyordu.  Ben yemeğimi bitirince Afrikalı açlar da doyuyormuş gibi, konu hop diye kapanıyordu. Bir çeşit umacı hikayesiydi yani bu.. Oysa Afrika’da açlık ciddi bir sorundu ve biz “we are the world” dük. Her akşam tabağımıdaki yemeği bitirerek Afrikaya destek olduğumu sandım ben yıllarca, “we were the children”.

Bu güne değin kendi oğluma yemek yemediği için - ki annemin ahı tutmuş olmalı benden beter iştahsız kendisi- bir kez bile Afrikalı açlar örneğini vermek aklıma gelmedi aslına bakarsanız benim, hep kendi sağlığı ile ilgili demeçler verdim. Yani öylesine kendimi kapamış ve beynimin arkasına itmişim ki bu konuyu, artık hatırlamak bile istemiyorum demek ki.

Biz böyle tabağımızdakini bitirince ”Afrikadaki açlar” meselesini çözdüğümüzü sanıp, artık aynı cümleleri duymaktan öğürdüğümüz den kırk kere de söylense duymamaya alışmış bir nesil olarak büyüdük. “Afrikadaki açlar”,  hala açlar oysa..

Büyüyünce anladık ki bizim bitirdiğimiz tabakların onlara bir faydası yokmuş. Keşke o zamanlar tabağımızı bitirmek değil – ki ülkenin hali tabağını silip süpürmeye alışmış bir nesil yüzünden bence bu halde- tabağımızdakini paylaşmak öğretilseymiş hepimize.. Afrikadaki açlara yardımın tıka basa dolmuş midelerle değil, ihtiyacımız kadarını alıp, kalanını payşarak yapabileceğimiz de söylenseymiş. 

Bugün kimse kafamıza vura vura “Somaliye yardım lazım” demek zorunda kalmazdı. Diledikleri kadar desinler.. Biz duymayız ki, zihnimiz Afrikalı Açlara çocukken kapatıldı bizim.

Hala tabağımda kalmış son lokmaya bakarken Afrikalı açları düşünüp ağzıma atıyorsam ben bu işte bir terslik var demektir.

Hadi şimdi işimize bakalım..

“Bu tabak bitecek, cek, cek, cek..”

Aylin Kosovaeri Şahin
Ankara Cumhuriyet Lisesi.


DEV YÜREK

Asıl adı Gülserin’dir. Herkes  onu Gülseren adıyla tanır. Yakınları da kısaca Gül der.  Türkiye’nin en uzun boylu kız basketbolcusudur. Ankara’lıdır

Yetmişli yıllarda  Kız Basketbol Kulüpler Türkiye şampiyonası sıklıkla İzmir’de yapılırdı. Haber, tüm gazetelerde DEV KIZ İZMİR’DE  diye manşetten verilirdi. O nedenle 68 kuşağı İzmir’lileri  de onu yakından tanır.

Gülserin, 2.05 lik boyuyla gittiği takımda,  şampiyonluk ibresini otomatikman değiştiren bir oyuncu olduğu kadar,  aklı, ahlakı ve kültürü ile de ‘ ideal kız sporcu’  modeli oluşturmuştu. Rahmetli babası ‘bu sağlam vücuda, sapasağlam bir eğitimden geçmiş bir de kafa gerekir’ diyerek kızını okuttu mimar yaptı. İstenirse ikisi de oluyormuş dedirtti herkese.

Salonlar Gül’ü seyretmeye gelenlerle doldu, boşaldı. Hayatında basketbol seyretmemiş ve spor salonlarına gitmemiş  ne kadar insan varsa, onun sayesinde sporla ve  kız sporcuyla tanıştı. İlk başta, gelenlerin büyük kısmı açık ağzını kontrol edemeyen, bu ağızdan çıkanı da duymayan ahaliydi.. Saflık ve eşeklik başka şeylerdir. Maçlar boyunca  ‘yuh deve, hayvan, bu ne biçim  insan’ diye yüksek sesle laf atanlara dayandı Gül.. Kimi zaman kızarak, kimi zaman kibarca uyararak, kimi zaman da duymamazlıktan gelerek,  gönül verdiği sporunu yapmaya devam etti.

Bir keresinde, Kemeraltı’nda yürüken, Gül’ü görünce ‘tıp’  oynar gibi kalakalmış bir anne  toparlanıp yanında zırıl zırıl ağlayan kızını azarladı:  ‘Sus kız, bak seni bu öcüye veririm’.

Gül’ün gözlerinde hep bulutları, yüreğinde de hep ateşleri oldu. Yine de tek bir gün bile göz önünden kaçmayı, gücenip kenara çekilmeyi düşünmedi.

İnsanların kendisine özensiz ve çekincesiz davranmayı kendilerinde hak görmelerini de affetti Gülserin..

O ve onun gibi bir avuç kız sporcunun yüce bir amacı oldu her zaman:  Sporu sevdirmek, yaymak, özendirmek ve kız sporcular  yetişmesine önayak olmak. Bunun için her biri dev bir yürek koydu ortaya..

Yıl 1972..  Günlerden bir gün….

Yozgat’ta oynanacak bir kız basketbol maçını tüm kent duymuş ve akın akın spor salonunu doldurmuştu. Maça kadınların geldiği o güne kadar görülmemişti. Aileler  ‘şehre sirk ya da eğlence gelmiş’ düşüncesiyle   tribünlerde yerlerini aldılar. Sonuçta  o tarihte Yozgat’ın da Gülserin’in karşısına çıkaracağı bir kız basketbol  takımı vardı ama  kimsenin haberi bile yoktu,  zaten amaç maçı seyretmek değildi.

1.60  boy ortalaması ile Yozgat kız takımı oyuncuları, 2.05 lik  Gül’ü görünce pek  gülemedi!  Bir de, salonun tarihinde hiç görülmemiş olan kalabalığın uğultusunu duyunca yüzlerindeki son pembelik de  uçtu gitti  gariplerin.. Ama bu bir dostluk maçıydı,  sporu tanıtma ve sevdirme amacı taşıyordu, elbette tolore edilecekti.

Her şey tamamdı ama kızlar  maça eşofmanlarıyla  çıkmak  istiyorlar ve ısrar ediyorlardı. O tarihte kız sporcuların  kıyafeti, siyah  kalınca bir  mus külot ve üstünün  forması  şeklindeydi.

‘Her sporun kendisine ait  prensipleri vardır ve kendisini tanımlayan bir kıyafetle temsil edilir’ dedi misafir takım da, başka bir şey demedi.  Dakikalarca süren ısrarlar sonucunda da geri adım atmadılar, oyunu başlatmadılar. Yozgatlı kızlar sonunda maça  o sporun kendi kıyafeti ile  çıkmanın bir disiplin gereği olduğunu anladılar.. Neşe içinde dostça kardeşçe  bir özel maç oldu.

O cici kızların hepsi şimdi anne ve hatta anneanne. Gül ile birlikte bir avuç öncü kız  ateşledikleri meşaleden  sebeplenmiş olan annelerin  her birinin kendileri gibi  birçok sporcu yetiştirdiklerinden  eminler. Çok gururlular. Bu emeği de gururu da kimsenin bozamayacağına, kesinlikle inanıyorlar.                                                                                   
                                                                       ……….

Şort giydiği için bir sporcuya otobüste dayak atan kişi ve benzeri kafalar, aslında vücutça ve beyince kendilerinde eksik bulunanların telafisine çalışan kayıp kişiler.. Gülserin gibi yapalım, onları hoş ve boş görelim.

Hatta ben olsam bu kişiye, kız maçları için  yıllık abonman bileti hediye verir,  onu bir yıl boyunca çıplak bacak seyretmeye mahkum ederdim!!  Nasılsa baka baka bir zaman sonra bıkar ve kendisini gerçek anlamda  maçın heyecanına kaptırmaya başlardı. Böylelikle belki bir spor ve insan sever  kazanabilirdik.

Remide Arsan 
Ankara Cumhuriyet Lisesi 

YAZI DİZİSİ : OTOMOBİLLER (5)

Şirkette çalıştığım yıllar boyunca sağ olsunlar; Patronlarım, günü geldi kendileri binmeyip,kullanmam için, verdikleri değişik arabalar sayesinde , çok çeşitli markalarda,tiplerde ve özelliklerde olanlarına binme fırsatım doğduğunu, kolay kolay kendime ait arabalar edinemediğimi daha önceki yazılarımda bahsetmiştim sanıyorum.Özellikle 1975 yılından sonra çoğunlukla İstanbul'dan temin ettiğimiz araç parkımızın sorumlusu da bendim.Yıllarca Kayıt tescilleri,bakımları,onarımlarını bu işe hevesli ve halen aynı firmada çalışan bir arkadaşımla yürütmeye çalıştık.O yıllarda Şirketimiz envanterindeki kule vinçleri,İstanbul Ataköy 4 kısım konutlarının inşaatlarında kullanılmak için montajını yapmak için geçici olarak İstanbul'da kalıyordum.Altımda,şantiyelerde kullandığımız,harap durumda 1971 (ilk modeller)  Murat 124 aracımız vardı.Bir sabah işçi arkadaşlar ile birlikte ( Benim ayarda 7 kişi) şantiyeye giriş yaptığımızda aracımızın yavaş çekim flim gibi dağılışını şaşkınlıkla izledik.Zavallı zaten biz almadan taksi olarak ta kullanılmış.Oracıkta ruhunu teslim etti..İş bitiminde Ankara'da hurdaya ayırmak için ,dönecek malzemelerin arasına attık..Hemen araba arayışına koyuldum..
Kısa bir araştırmadean sonra FENER RUM PATRİĞİ'ne ait  MAKAM ARABASI'nın Satılacağını öğrendim,Arabayı görmeye gittiğimde manzara aynen şöyle idi..Bahçedeki ahşap garaj olduğu gibi bir aracın üzerine çökmüş,enkaz arasında marka ve modeli belli olmayan siyah renkli PANZER MİSALİ bir araba zor da olsa fark ediliyor.Enkaz sağ tarafta yoğun olduğu için araç o yöne yatmış..Alıcı olarak gelenler bu araba ancak hurdacıya gider mantığı ile birer birer uzaklaşıyorlar..Aslında hurda olarak da değerlendirebilirim düşüncesindeyken; alıcı sıfatı ile yanlız kaldığımı anladım. O sırada beni içeriden çağırdılar,ilgili kişi Bu arabaya ait özellikleri sıralamaya başladı ; Bu aracın zırhlı olduğu için fabrikasında 375 HP  Benzinli motoru ile özel imal edilmiş 1955 MODEL CADİLLAC Yarı limuzin,olduğunu,Emsallerinde olmayan birçok Ekstra özellikler ilave edildiğini vs.anlattı.Sonunda Fiyat teklifini benden beklediklerini söyledi.Hiç ikiletmeden Kg bazında 1 TL fiyat teklifi yaptım.Hemen kabul etti.
Laf ağızdan çıkmıştı fazla üstelemedim.Çünkü o günlerde hurda demir 1,5 Tl civarında idi.Ertesi gün İşçi arkadaşlar ile gelip araç üzerindeki enkazı dikkatlice kaldırdık ,Niyetimiz en yakın kantara çekerek götürmek,kilosunu öğrenip,satış işlemini gerçekleştirmekti.Nihayet o muhteşem araba toz toprak içinde ve biraz sağa yatık duruşu ile karşımızdaydı.Anahtarla kapıyı açıp daha temiz olan şoför koltuğuna oturunca korkarak marşa bastım ,inanırmısınız ilk marşta kükreyerek çalıştı,375 HP lik motorun rölantide bile sesi ile doyumsuz bir haz verdi,o anda arabayı almaya karar verdim.Araba bana adeta kendisini anlatıyordu.Görevliyi de yanıma alıp kantara giderken,Sağa yatma sebebini arka makaslarda, kırık ihtimali ile olur diye düşünüyordum.Araba kantarda tartılırken iki ŞOK birden yaşadım.Birincisi araç tam 3.800 Kg ağırlıkta idi,ikincisi Makasların uzun zaman yük altında kalarak düzleşen makasları yürürken meydana gelen esnemeler ile tekrar eski halini almış ve araba düz bir şekil'e gelmişti.Bu sevinçle bedelini ödeyip arabaya sahip oldum.Siyah fors direkli bu makam arabası ile İstanbul Trafiğinde, polisler dahil herkes yol veriyordu.Canavarı Kısıtlı fakat BEKAR MAAŞI ve birkaç boya rötuşu ile yaklaşık 5 yıl hiç ara vermeden kullandım.Çok rahat ve sarsıntısız bir araçtı,Benim uzun yıllardır, bağlarımın kopmadığı bazı ACL mensubu arkadaşlarım da bu araba ile gezme ve kullanma zevkine eriştiler.Hani derler ya '' Bir fincan kahveyi dizine koy,KONYA'ya git gel bir damlası dökülmez '' aynen öyle süspansiyona sahipti.1955 yılında yapılmış nikelajları pırıl pırıldı.otomatik olarak fotosel ile çalışan sellektörüne,çok fonksiyonlo koltuk ayar motorlarına,  bu günün arabalarında bile rastlamıyorum.Arka koltukta bacak bacak üstüne atsanız ayağınız ön koltuğa değmezdi.Kurşun geçirmez camları ile Tam bir Mafya arabası gibiydi. O yıllarda  Hatırlayacağınız benzin kıtlığında yürütebilmek için hayli zorlandım.Sonunda Kapımı aşındıran, Beyrut'lu Bir Antikacıya aldığım değerinin çok üstünde sattım.Onu en son konteynere sokarlarken gördüğümü hatırlıyorum...Sizleri sıkmıyorsa daha çok anlatılacak anı ve araba var..Tenkitlerinizi bildirirseniz memnun olurum..

Sevgiler
AHMET SITKI ÖZSANCAK
Ankara Cumhuriyet Lisesi

YAZI DİZİSİ : OTOMOBİLLER (4)

Arabalar ile haşır neşir olduğum ilk günlerden beri TEK KAPI ARABA'lara,  neden bu kadar ilgi duyduğumun sebebini, hiç düşünmemiştim ama şimdi eminim ki; ARABA SEVGİSİ ile ilgili duygularımın filizlendiği yıllarda,tek kapı araba sayısı bir hayli fazlaydı.ister istemez bir her an bir iki tanesi ile karşılaşırdık.Şahsen bu tip arabaların bana o dönemlerde  müthiş bir mülkiyet hissi verdiğini, yeni yeni hissediyorum. Genellikle DİREKSİZ dediğimiz  bu arabalarda,hiç gereği olmadığı halde sırf hava olsun diye,ön ve arka cam hep açık gezilir ve arkadaki koltuğa ender olarak birisi alınırdı. Çoğunlukla Argoda adı YANCI olan, samimi bir arkadaşınız yan koltukta size eşlik eder, oturduğu koltukta Yancılık misyonuna giren her türlü eyleme (kızlara laf atma,Plak değiştirme,''eight track'' kaset değiştirilmesi,sigaramatik görevi,arabanın yağı,suyu,kül tablası,ön cam temizliği,lastik havası vs işler) o hep sizden önce müdahale eder,sataşma,kapışma gibi ciddi durumlarda arkadaşı için karakolluk bile olurdu.Arabalar konusunda çocukluğumdan gelen,bir saplantım da  ''  üstü açık bir araba  hayali '' idi, resim derslerinde yaptığım   karakalem resimlerde; Üstü açık bir arabayı, sarı saçları ve boynundaki şifon eşarbı uçuşarak kullanan bir bayan mutlaka olurdu.

Nedense bu bayan illa ki sarışın olmalıydı.Belki çok etkisinde kaldığım, yerli ve yabancı sinema filimlerinde'ki sahnelerde bolca kullanılan CABRİO tip arabaların görüntüsü bilinç altıma işlemiş olacak; Hep böyle bir araba sahibi olmak istemişimdir.Fakat ne yazık ki, elimden belki yüzlerce araba gelip geçtiği halde,Askeri araçlar hariç, hiçbir zaman cabrio kullanamadım.Belki de bunda '' Hep devrilirse can emniyeti olmaz '' düşüncem geçerli olmuştur.

Ben yaştaki özellikle erkek arkadaşlarımın 1968-1975 yılları arasındaki dönemde,hemen anımsayacakları; Tandoğan Mebus evlerinde oturan ve 1956  model  V 8 otomatik, Pembe-beyaz renkli,beyaz döşemeli, HOVARDA EGZOZ'lu ,çok ÖZEL ve GÜZEL  FORD  CABRİO arabası ile; Bahçelievler -Emek Mah,Sanayi çarşılarında '' bir erkek gibi '' asfaltları ağlatan Sarışın balık etinde bayanı unutmak mümkün mü ??Altımızdaki araba güçlü olsa da bu bayanın kullandığı araba ile yolda kapışmaya çekinirdik..Sizlere hiç bir zaman kullanmaya imkanım olmayan cabriolardan  ve onları aratmayan kullandığım birkaç arabanın benzerlerinin resimlerini gönderiyorum...Devam edecek..

Bahçelinin eski GENÇLERİ ,gözlerinizi kapatıp,zihni'nizde canlandırmaya çalışın. Bu arabayı,külhanbeyi tavırları ile kullanan sarışın bayanı ve aracını hemen tanıyacaksınız  !!! hatırlayacaksınız...
1960 CADİLLAC CONVERTABLE
1967 PONTİAC
1961  CHEVROLET  CORVETTE MAKO SHARK CONCEPT

1955 MODİFİYE CADİLLAC DAGOSTİNO 

1962 CORVETTE
1954  CADİLLAC ELDORADO
1970 CADİLLAC DELLİVE
1957 CORVETTE

1960 CHEVROLET İMPALA
1962 FORD THUNDERBİRD
1971 PORSHE 911

Ahmet Sıtkı Özsancak
Ankara Cumhuriyet Lisesi

HAYIR MI, HIYAR MI?

Bir tarihte bir talihsizlik eseri arabamın plakası HYR idi. Takipçi plakayı teslim ederken  ‘Hayır’lı oldu’ dedi ama ben nerede ve kimlerle yaşadığımı bilmiyor muyum? İçime ateşi düştü ama bereket  bu yine de ‘ehhh’ denebilecek bir tanımdı. Kelimenin açınımı, bizi hiç yoktan  sinirlenen soförlerin  aile boyu tecavüzlerinden kurtardı.

En çok da sağa dönüşlerde  yayaya yol verdiğim için iltifat(!) gördüm ve durup beklediğim için sayısız  küçük kaza atlattım. Bir keresinde de bir hemcinsim yarı beline kadar sarkıp ‘hıyar kadın’ diye bağırdığında bu kez  güldüm. Aynadan baktım, o da gülüyor. Elimle yayayı gösterdim. O da eliye ‘pardon’  dedi. En kibar anım budur.


İstanbul’da hiçbir şoför  ‘sağa dönüşte yayaya yol ver’  tabelasını okumaz ya da bilmez. Aracın ve/veya sahibinin kalitesi, eğitimi, sınıfı ve beygir gücü ne olursa olsun, durulmaz ve duran da hoş görülmez. Çok ısrarlıysanız, arkanızdaki sürücülerin çok sesli kornaları eşliğinde beklemeniz gerekir. 

Ayrıca arabayı kullananın her daim işi  önemli ve aceledir. 

Yaya’nın öyle mi ? İşi acele olsa bir taksiye atlardı, yaya mı kalırdı?

Kısacası, bizde normal olmak anormalliktir.

Şaşılası olan, cümlenin  tersten okunması halinin de  ülkemizde geçerli olduğudur.

Anormallikler  de tarafımızdan çok normal karşılanır:

Yaya geçitinde durdunuz. Yayaya yol verdiniz geçmesini beliyorsunuz.

Bundan sonra olanlar;

‘önden siz buyurun’,  ‘yok  siz’  ‘valla olmaz darılırım’  şeklindeki karşılıklı kibarlık yarışıdır.

‘Ya amca geçsenee’  ile devam eder.

‘ehh, sen bilirsin.. Vınnn’ ile sonuçlanır.

Bu, dünyada sadece Türk’e has bir durumdur. Anlatması çok kolay, anlaşılması ise imkansızdır. Bizim insanımız, hem çok kibar hem de çok kabadır. Hoşgörü yoktur ve de vardır.  Hem saygılıyızdır hem de saygısız. Bizi tek anlayan ve anlatabilen kişi  sevgili Aziz Nesin’di. O rahmetli de  oran  hatası yaptı.

 ***********

Alsancak’tan taksi dolmuşa bindik. Arkada  3 kadın, önde kibar görünüşlü bir bey var. Sürücü, kırmızı ışıkta  durduktan hemen sonraki bir dönüş noktasında ‘yayaya yol ver’  tabelasını kaale almadı. Bir grup  gariban yayanın arasına daldık. Birkaç kişi, neredeyse arabanın üzerindeler..  Yeşil ışığı  gösterip söylendiler. Bizim sürücü daha fazlasıyla küfür ederek el kol hareketleri ile kavgaya hazırlandı. Sonunda yayaları yararak ve neredeyse üstlerinden  geçerek yola koyulduk.

-  Küfür etmeniz ayıp, arabada kadınlar var,’ dedim.

-  Ama görmüyomusun abla.. diye itiraz etti.

-  Hata sizin, yayaya yol vermek zorundasınız dedim.

-  Ben kırmızıda durdum ya..

-  Sen araba kullanıyor musun?  diye sordu.

-  Neredeyse senin yaşın kadar zamandır diye yanıtladım.

Sustu. İçinden söylendiği belli..

Ben şoföre hiç kızmadım. Adam bir kere cesur. Türkiye’nin en medeni kentine gelmiş yerleşmiş.

Adam gözüpek. Nedir, nasıldır diye tanımak gereği bile duymadan  dalmış kentin bağrına..Üstelik özgüveni tavanı aşmış, ikinci katın tavanını bulmuş. Kendi kültürünü ve küfürünü de birlikte getirip tepe tepe kullanıyor.

İzmir bana uysun demiş ve de öyle olmuş!. 

Oysa İzmir’in medeniyeti  öğreten kent olma sorumluluğu var. Biz boşuna mı Gavur İzmir’ demekteyiz?

Arabada derin sessizlik..

Tepkisizlik.

Boşvercilik

Gölgesinden korkan  İnsanlar sustu, …Medeniyet sustu.  

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi 


BİR PORTAKAL AĞACININ HİKAYESİ

Kışı,soğuk,yağmur,ayaza kesen güneşli günler diye mücadele ile geçirir.

Bekler ki  yüklendiği portakallar, tat,renk,büyüklük ve de  sululuk olarak  mükemmele ulaşsınlar.

Ah bir şu yükten kurtulsa da,yeni yılın mahsulü için gerekli gücü sarf edebilse.

Ama hiçte umduğu gibi olmaz.

Ya havalar tam soğumamıştır, alıcılar kış meyvelerine tam yüklenmemişlerdir,ya da henüz portakal piyasası oluşmamıştır...

Beklemek dert değil de, birde don ya da dolu olursa o zaman işte tüm umutlar, çabalar boşunadır.

Anlaşıldı, bu yılda yine, henüz yüklendiği portakallar toplanmadan, yeni çiçekler gelecek.

Portakalların ağırlığı ile yüklü dallara,ufak beyaz noktalar halindeki çiçek habercileri belirmeye başlamıştır.

Meyveler alınmadan, Üzerlerindeki meyvenin kalitesi bozulma korkusu ile ağacın ihtiyacı olan gübrelerde verilemez.

İş yine çilekeş portakal ağacına kalmıştır...

Dayan...biraz daha dayan...

Portakallar toplanır toplanmaz artık bu asil ve doğurgan ağaca takviye zamanıdır.

Gübre ve sürümden sonra, ufak beyaz noktalar büyür, yeşil yaprakların arasından beyaz çiçekler adeta fışkırırlar.

Öyle çok öyle çokturlar ki.

Şimdi onların,patlama ve içinden saçılan olağanüstü kokunun tüm doğaya yayılma zamanıdır. Tüm Finike körfezini  o emsalsiz koku kaplamıştır.

Hele birde sindire sindire yağan Nisan yağmurları da yağmışsa...
Koku arttıkça artar.

Nedendir bilinmez, bu güzel koku, Akşam gün batımı ve sabah erken saatlerde bir artar ki...

Bütün bir kışı yüklü ve yorgun geçiren portakal ağacı, şimdi yine doğum sancıları içindedir...

Bir yandan yorgun ağacın, yıpranmış yaprakları yavaş yavaş dökülürken, yerlerini yeni gelen filizlere terk ederler.

Bu geleceğin yaprağı  olan filizler bir portakal ağacının
yaşamını sürdürmesi için,olmaz ise olmazdır.
Yetiştiricisinin her yıl yenilenen umududur.

Şimdi ağaç tazelenmektedir.
Tıpkı her doğumunda yenilenen kadınlarımız gibi.

Özellikle  bu yeni gelen taze yaprakların arasındaki,öbek öbek beyaz çiçekler yarılırlar,içlerinden mercimek büyüklüğünde portakal embriyonları belirirler.

Bu küçük embriyonlar, zamanla tepelerindeki sarı püskülümsü şapkalarını atarlar ve renkleri yeşile dönmeye başlar.Çiçekler ve bebeleri öyle çok öyle çokturlar ki...Doğanın bu mucizesi karşısında heyecanlanmamak imkansızdır.
Şimdi doğal elenme,dökülme zamanıdır. Bazen dökülen çiçeklerden, ağaçların diplerinde, çiçek beyazı halılar oluşur.

İşte şimdi bu mağrur,vefalı ve verimli ağacın bakım zamanıdır.... Portakal ağacı vefalıdır ama bir o kadar da kırılgandır. Yaşam şartlarındaki ufak bir değişim ile ,öyle bir küser ki, üreticisini de hayata küstürür.

Yenilenmek ve güzelleşmek için yapılan buda,bazen çiçekli dalları da yok eder. Her kesilmiş çiçekli dalları gördüğümde öyle canım yanar ki…Oysaki bu durum kaçınılmazdır. Onlarında canı yanar mı acaba derim… Her geçen gün ile havalarda ısınmaktadır.  Şimdi,dış etkenlerden,hastalıklardan  korunma zamanıdır. Yapılan bakım ile, ağaç hem topraktan hem de yapraktan beslenir,toprak sürülür ve karıştırılır.

Nisan ayına kadar, hemen, hemen tüm mahsul toplanmıştır...

Şimdi, portakal ağacı, eleme sonunda, yollarına devam edebilen,seçilmiş portakal bebelerinindir ve önlerinde, koca bir yaz vardır.
Yakıcı güneş,sıcak ve susuzlukla geçecek bir yaz...

Dökülenler dökülmüş,ağaçlar, beyaz gelinliklerinden soyunmuş,giderek büyüyen,yeni parlak  yaprakları ile,yeşil portakal bebelerini korumaya almış portakal ağacının zorlu yaz günleri başlamıştır.

Şimdi,doğadaki haşerelerin zararlı etkisi ve susuzluk onların baş düşmandır.

Bazen üzerlerine, haşereler için yoğun biçimde sıkılan zehirin ya da hastalıklardan korunmak için adeta yıkanan, yapraklarını kaplayan yağlı ilacın yan etkileri ile uğraşırlar.

Ama başka türlüde Akdeniz in sıcağından,kavurucu güneşten korunmanın yolu yoktur.

Yeter ki yaşam için gerekli su olsun,zamanında verilsin.

Portakal ağacı çilekeştir.

Ben onları kırsal kesimdeki çilekeş kadınlarımıza benzetirim. Tıpkı, portakal ağacının, portakalı ve çiçeğini aynı anda taşıdığı gibi,kadınlarımıza da, çifte çubukta uğraşırken  sırtlarında ve karınlarındaki bebeler eşlik etmez mi…

Kadınlarımızı, çift dönüşü, evdeki işler,yemek çamaşır, çocuklar ve yataktaki koca beklemez mi?..


Güneş,su,toprak ve hava bileşkesi ve özelliklerinin sentezi ile portakalın gelişimi tamamlandığında,aylardan Aralık ya da Ocaktır.

Eylül sonu başlayan limon kesimini, kasım, aralıkta da mandalina  kesimi takip eder.

Ocak ve şubatta sıra portakala geldiğinde, tüm ağaçlar yüklenmiş, alt dallar toprağa değmektedir yer yer …

Şimdi de, Akdeniz ikliminin getirdiği yağmurla gelen rutubet ve ona bağlı nem sorundur yeni mahsul için.

Yetiştiricisi, şimdi de, rutubetin sebep olacağı mantar hastalığına karşı onu korumak durumundadır.

Lekesiz ve parlak meyveler için bazen çatallı kuru kazıklar ile etek dalları askıya alınır.

Koyu yeşil yaprakları ve kış ayazında, renkleri iyice koyulaşan portakal taneleri ile sanki fenerler asılmış noel ağacı gibidir şimdi portakal ağacımız.

Bunca zorluklardan sonra, şimdi mahsulün kesim zamanıdır artık.

Bereket ola...

Portakal ağacı yorgundur, portakal ağacı mağrur dur,
Bilir ki her yeni yıl, onun yeniden dirileceği, verim vereceği yıldır...

Yeter ki, doğa verisini ve insanoğlu ilgisini eksiltmesin...
Betonlaşmaya, çarpık yapılaşmaya, beyaz,sentetik bir bulut gibi gelen seracılığa yenik düşmesin.

Beyhan Şekerci
Arkeolog ve
Portakal Üreticisi