31 Ocak 2012 Salı

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 4

Öğrenilmiş çaresizlik, organizmanın davranışlarıyla olumsuz bir sonucu kontrol edemeyeceğini öğrenmesinden sonra, davranışlarıyla olumsuz sonucu ortadan kaldırabileceği durumlarda gereken çabayı gösterememesi olarak tanımlanır.”


İnsanın yapabileceği bazı şeyleri yapamayacağına inanması, bir işi yapmaya teşebbüs ederken cesaretinin kırılması, kişinin başarısız olmasına neden olur. Kendine güvenini yitirdiği için de gelecekte de o işi başaramaz.



Bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece su sesler duyulabiliyormuş:


"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.


Seyirciler bağırıyorlarmış: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, kurbağaların bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!



Aslında tüm olumsuz koşullara ve baskılara rağmen birey olarak yapabileceğimiz bir şey olmasa bile toplu olarak hareket etmeyi başardığımızda pek çok şey yapabileceğimizi biliyor olmamıza rağmen yine de belkide hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilmiş çaresizliklerimiz yüzünden çaba göstermek istemiyoruz.  Biz hala ezan okunurken şarkı söylemeyen ve büyüklerin yanında bacak bacak üzerine atmayan o nesiller olarak yaşamayı tercih ediyoruz.



Kendimden başkasına akıl öğretmek bu yazının amacını aşan bir durum olduğundan ben hikayeme devam ediyorum.

Ülkenin çehresi kontrol edilemez derecede değişme devam ediyordu. Atatürk ilkeleri ile varacağımızı düşündüğümüz muasır medeniyet seviyesi ne yazık ki hiç beklemediğimiz ya da oluşunu farkedemediğimiz bir şekilde yerle bir olmaya başlamıştı. Tüm bu değişim içerisinde Mustafa Kemal’in aslında nasıl yüce bir kişilik olduğunu anlatmak ve Atam neredesin serzenişleri artık ne yazık ki işe yaramıyor aksine, bugüne değin belki korkudan belki saygıdan susanlar bir bir seslerini yükselterek bastırdıkları tüm düşüncelerini açığa vuruyorlardı. Madem ki düşünce özgürlüğü savunuluyordu o halde bu onların en doğal hakkıydı. Bugüne kadar herkesin tek bir değeri var sandığımız dönemlerde savunduğumuz her şey ustaca manevralarla karşımıza dikiliyor ve yapılan her şey en azından dış görünüşünde meşru zeminlere oturtuluyordu. En fazla bir kaç gün söyleniyor ardından bir yenisi ile karşılaşınca onu bırakıp diğerine soylenmeye başlıyorduk.  Bize göre o kadar yanlış vardı ki ve biz inandığımız her şeyi o kadar Türkiye’nin doğrusu sanıyorduk ki, üst üste seçim sandıklarına gömülmemize rağmen yine de bu gerçeği hala kabullenemedik.



Ülkenin büyük bir çoğunluğu mevcut yönetimlerin uygulamalarından memnundu. Bu güne kadar Atatürk Türkiye’sinde yaşadığını sanan bizler andımızın, istiklal marşımızın birer dayatma olabileceğini ya da O’nun resimleri ve heykellerinin putlarla özdeşleştirilebileceğini hiç aklımıza getirmemiştik.



Biz getirmemiştik ama bu ülke bunlarla büyümüş ve yıllarca bu düşünceyi içinde saklayarak yetişmiş onbinlerle dolmuştu.  Elbette bunların hiç biri bir günde bu hale gelmemişti. Anladığım kadarıyla bizim gibi düşünenlerce de geleceği hiç akla gelmemişti.



Peki ama bunca zamandır bizim sahip olmakla gurur duyduğumuz ilke ve inkılaplar bizim gibi düşünmeyenlerce nasıl bu şekilde algılanmıştı ya da algılanması sağlanmıştı. Bunu anlayabilmek için onların tarafından bakmak gerekiyordu.

Çok uzak değil yakın geçmişe baktığımızda önümüzde seçim dönemleri dışında hatırlanmamış bir Anadolu vardı. Cumhuriyet sonrası edinilen değerler Köy Enstitülerinin tarihe karışmasıyla köylerden kasabalardan çoktan uzaklaşmıştı. Böylece biz büyük şehirlerde yaşayanlar değerlerimizin yaşamaya devam ettiği sanıp kendi çapımızda milliyetçi vatanseverler olmuşken, terör ve diğer imkansızlıklar sebebiyle hizmetin bile götürelemediği anadolunun doğu ve güney doğu kesimlerindeki insanlar zaten henüz yerleştirilmeye başlanmış Cumhuriyet değerlerini enstitülerin de kapatılmasıyla bilmez duruma gelmişlerdi. Her seçim döneminin ardından mevcut yonetimi destekledikleri için “satılmış”lıkla suçlanan bu insanların bu noktaya nasıl geldiklerini düşünmek nedense kimsenin üzerine vazife olamıyordu. Sadece bizim gibi olmadıkları için insanları suçlama hakkını kendimizde bulmamız doğru bir bakış açısı mıydı gerçekten. Hele ki bu yazının başında bahsettiğim şekilde temelsiz değerlerle doldurulmuş bizler için. Vardığım sonuç buna kesinlikle hakkımız olmadığıydı.



Biz kendimize veya sevdiklerimize gelecek haksız bir zarardan endişe ederek savunduğumuz değerlerin hiç birine laf üretmekten başka bir şekilde sahip çıkamıyorken, evlatlarını terör örgütüne kaptırmış ve sahip olduğumuz değerlerin hiç birisi için herhangi bir düşünsel veya fiziksel yatırımın yapılmadığı bu bölge insanlarını hangi hak ve yüzle eleştirebiliyorduk.



Yaşam koşulları ne olursa olsun her insanın iyi veya kötü tutunduğu manevi değerleri vardır. Biz ailelerimiz arkamızda okullarımızdan dini bütün müslümanlar ve milliyetçi vatanseverler olarak mezun olurken, onların elinde sadece dini bütün müslüman olmak kalmıştı ve aslına bakarsanız onlarda bu değere bizim elimizdeki değerden çok daha iyi bir şekilde sahip çıkmışlardı.  Bu sadece doğu ve güneydoğu anadoluda değil büyük şehirler dışında kalan tüm anadoluda böyle gelişmeye devam etmişti.



Kurtuluş savaşı sadece fiziksel güç ile değil bu insanların güçlü inanç duyguları sayesinde de kazanılmıştı. Bir insanı bir değer uğruna ölüme ancak inanç götürebilir.  Bu kadar güçlü inanç duyguları olan insanların önüne ne sunarsanız ona inanmaları da gayet doğaldı bana sorarsanız. O bölgede yaşanılanlar ya da kahramanlıklar yıllar geçtikten sonra birer halk hikayesi ve efsaneye dönüşürler eğer o duyguları beslemezseniz. 



İdealist olacak kadar düşüncelerle beslenmemiş hiç bir insandan da yaşam şartları onu zorladığı sürece neredeyse efsaneye dönüşmüş ve bu ülkenin ortak değeri sayılan bir şeye sahip çıkmasını bekleyemezdik.



Peki Anadoluyu böyle aklasak bile büyük şehirlerde yaşayan insanların da bu yönde bir düşünce geliştirmiş olmasını nasıl açıklayacaktık kendimize. Bana göre ilk sebep yine başından beri söylediğim temelsiz değerler edindirilmiş olmamızdı. Büyük şehirlere Anadolu’dan yaşanan göçle bir çok semtte zaten bu değerlere sahip olma şansı olmayan insanlarımız gelip yerleşmişti. Büyük şehirler onlar için birer yaşam savaşına döndüğünden zaten geldikten sonra bile bu değerleri edinmiş olmalarını beklemek anlamsızdı. Ayrıca bu ülkede zaten bu değerlerin olmamasını isteyen ya da başından beri belki karşı olan bir düşüncede her zaman varolduğundan, biz uyurken herşey olup bitivermişti. Ülke yönetimlerinin sürece etkisini söylemeye gerek bile duymuyorum.



Sonuçta ben bu ülkede değer saydığım şeyleri yeni baştan tamamen kendi isteğimle öğrenmek zorunda kalmıştım. Yani ne bu ülkede devletin okulları ne ailem ne de başka biri bana zaten bu yatırımı hiç yapmamıştı. Bir çoğumuz bu değerleri sorgusuz sualsiz kabullendikleri için zaten hala onlara sahiptiler.  O halde Mustafa Kemal döneminin ardından aslında zaten bu değerler hepimizin üzerinde eğreti birer aksesuar olarak kalmıştı.  Hepsi buydu.

Bu ne olduğunu bilmediğimiz ama çok iyi bir şey olduğuna emin olduğumuz bir nesneyi yıllar boyu saklamak ve korumaktan farksızdı bana göre. Tüm bu anlattıklarımı haksız buluyor ve soylediklerimin belkide tam tersini ortaya koyacak bilgi birikimi veya tecrubeye sahip olabilirsiniz. Bu anlattıklarım benim kendi tecrubelerim ve bakış açım.



Yetiştiğimiz yıllar ne yazık ki bu ülkede nesillerin farklı değerlere sahip olmasına neden olabiliyor. Bu kuşak çatışmasının çok ötesinde aslında bu ülkede miras bırakılan değerlerin korunamadığı veya zaten hiç anlatılamadığı sonucunu gösteriyor bana.  Belki de bu nedenle yetmiş milyon farklı gerçek, yetmiş milyon farklı değer türevi var elimizde.

(devam edecek)

AKS

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 3

Ne kadar okursam okuyayım, okuduklarımda bahsedilen kavramlar kafamda net olmadığından bir yerden sonra işime geldiği gibi algıladığımı düşünmeye başladım. Çünkü kendi bildiklerimle kendi düşüncelerimle çürütebiliyordum. Bu yüzden söylediklerim de hedefi on ikiden vurmuyor, nereye çeksen oraya giden şeyler oluyordu. Aslında ilk önce kendime sorduğum soru şu olmalıydı : "Kimdim ben ve ne yapmaya çalışıyordum, arkamda kimler vardı?".


İnsanların şoka girişinin dört aşamada olduğunu biliyor musunuz ?


Duygusal yüklenme aşamasında, duygusal yoğunluğun fazla olduğu görülür. Stresin etkileme derecesine göre ağlama, bağırma, bayılma, şok gibi olaylar ortaya çıkabilir. Amaçsızca dolaşır, yardım etmek ister ama böyle bir yardımda bulunamaz. Doğal bir savunma mekanizması olan şok, kişiyi olaya yabancılaştırarak kaygının tüm yoğunluğu ile duyulmasını önler.

İnkâr aşamasında, duygusal küntlük vardır. Çevreyle ilişki azalır. Birey zihinsel bir’boşluk içindedir. Anlamakta, tepki göstermekte, ilişki kurmakta güçlük çekilir. Anlamsız ve amaçsız dolaşmalar görülür. Yapmak istediği işlerde başarılı olamaz. Bazen birinci aşama ile ikinci aşama iç içedir.


Zorlu düşünceler aşaması, şokun veya olayın ilk etkilerinin azal­masıyla oluşmaya başlar. Olayla İlgili hayaller, düşünceler istemsiz olarak hatırlanır. Bireyin uyanıklık düzeyi yüksek, dikkati artmış durumdadır. Ama bütün bunlar stres yaratan olay üzerinde yoğunlaşmıştır. Zaman zaman dalıp giden bi­reyin çevre ile bağı ve ilişkileri zayıftır, insanlarla yakın ilişkilerden ve kalabalık yerlerden uzak durur, kendi içine dönmüştür.


Çözülme aşamasında, olayla ilgili etkiler ve etkilenme çözülmeye, kişilikte bütünleşmeye yöneliş başlar. Zorlu düşüncelerin sıklığı ve şiddeti azalır, dalgınlıklar kaybolur. Çevreyle ilişki yavaş yavaş artar. Olaylar sakin bir şekilde hatırlanır. Kişilikte yeniden bir bütünleşme ve olgunlaşma gerçekleşir. Birey daha bilinçlidir, gittikçe daha da güçlenerek olayın etkisinden sıyrılmaya başlar.


Psikolojik savunma mekanizmaları stresin yarattığı gerginlikten kurtulmak için gösterilen avunma çabalarıdır. Bilinçsiz olarak geliştirilen bu meka­nizmalar, stres yaratan gerçekleri ortadan kaldırmazlar. Sorunu çözüme ulaştırmazlar. Fakat geçici bir rahatlama sağlarlar. İnsanlar bu yolla gerilim, kaygı yaratan durumdan sıyrılarak, yeniden kendine güven kazanmaya çalışırlar. Böylece geçici olarak ruh sağlığını korurlar.



Sık sık başvurulan savunma mekanizmaları, eğer insanın gerçekleri görmesini engellerse zararlı hale gelir. Bu durumda savunma mekanizmaları ruh sağlığının bozulmasının nedeni olurlar.


Bu mekanizmaların en yaygın kullanılan bazılarını açıklayalım:
Ödünleme (telâfi) mekanizması (kompansasyon): Herhangi bir eksik­liğin veya bir alandaki başarısızlığın, başka bir alandaki başarı ile telâfi edilmesi­dir. Bütün olumsuzluklara rağmen bireyin üstünlük duygusunu koruma, aşağılık duygusundan kurtulma çabasıdır. Ödünleme mekanizması, olumlu davranışlara neden olabileceği gibi olum­suz sonuçlar da doğurabilir.


Başından beri okuduklarınızı bu tanımlar çerçevesinde yeniden değerlendirecek olursanız aslında yaşadığım şeyin ciddi bir şok olduğunu anlayabilirsiniz sanırım.


Evet korkarım ülkemde yıllarca uyuduktan sonra, uyandığımda gördüğüm manzara karşısında ciddi bir şoka girmiştim. Dilerim sizlerde bu yazdıklarınızı okuduğunuzda hisettiğiniz ve yaşadığınız şeylerin bir şok olup olmadığını ayırdedebilirsiniz.


Son yıllarda sosyal paylaşım alanlarında paylaşılan ve yazılanlara baktığımda bu şoku sadece benim değil bir çok insanın bir arada yaşadığını düşünüyorum açıkçası. Hepimiz şokun farklı bir aşamasında olsak da, bu alanlarda paylaşılalanların ve alınan beğeni ve yorumların aslında psikolojik bir savunma ve telafi mekanizmasından kaynaklandığı sonucuna vardım.


Bu da en azından kendimiz için olumlu sonuçlar doğurabilir elbette, sonuç olarak doğruluğuna inandığımız şeylerin hala yakın çevremiz tarafından kabul görmesi umudumuzu kaybetmememize neden oluyor.


Ancak öte yandan bu halimiz aslında sesimizi çıkarıyor gibi görünsek veya hissetsek de çoğunluğu sadece kendimiz gibi düşünen insanlarla zaten hepimizin doğru olduğuna inandığı bir şeyi karşılıklı onamamızdan başka bir sonuçda yaratmıyor toplumsal anlamda ki bu insanların büyük bir kısmı da zaten çıkarılan seslerin yaratacağı siyasi ve kriminal sonuçlarından ürktüğü için sessiz kalmayı tercih ediyor.


Annem haberleri izleyip deliye döndüğü halde, yine de her gün gazetelerin her bir satırını okuyup, ülkede olan biten herşeyi takip eden biridir. Aslında ğitimine devam etmesine izin verilmiş olsa belki de gerçekten şimdi farklı bir konumda olabilirdi. Yine de şimdilerde yaşından kaynaklanan geçmişe özlemin ağır basmasıyla sanırım, günümüzde yaşananları anlamakta ve kabullenmekte zorluk çekiyor. Belki de en önemlisi bu önce olan biteni inkar etmekten vazgeçip kabullenmek ve ardından varlığı kabul edilen bu durumlara çözüm aramak gerekiyor.


Her konuşmamızda insanların artık bir sürüye döndüğüyle başlayan sohbetimizde, Menderes zamanında sadece süpürgeye zam yapıldığında insanların süpürgelerini gelin gibi süsleyerek sokağa döküldüğünü anlatır. Annemden başka birinden duymadığım bu hikayeyi belki de çok dinlemekten olsa gerek nedense hiç araştırmamışımdır. Sonuç olarak insanların sessizliğinden öylesine öfkelenir ki, söylenmelerinin ardı arkası kesilmez. Oysa hemen bu konuşmaların ardından, bana telefonda konuştuklarıma dikkat etmemi, iş yerimde asla böyle konulara girmememi düşüncelerimi eğer istiyorsam onunla paylaşabileceğimi tembihler durur.


Bu benim küçük oğluma her dışarı çıkışımızda “çabuk, çabuk” diye seslenip, ardından adımlarıma yetişmek için koşmaya başladığında “koşma, düşersin” dememe benziyor.


Yani aslında hepimiz yapmamız gereken bir şeyler olduğunu bilmemize rağmen, mevcut koşullar nedeniyle, ne kendimizi, ne de sevdiklerimizi ateşe atacak durumda ve cesarette değiliz ki bunun adına cesaret denir mi bilmiyorum. Belki kör cesaret. Bu nedenle olsa gerek ki, bir çoğumuzun rüyalarında hala bir Atatürk’ün çıkıp bizi kurtarması hayali var. Yani bizler kurtarılmayı bekleyen vatanseverleriz aslında. Bunu kınamak adına değil çaresizliğimizi vurgulamak adına söylüyorum. Örnekleri giderek çoğalan siyasi, askeri, edebi anlamda sadece sözlerle bile mücadele etmeye çalışanların yaşadıkları örnekler ne yazık ki hepimizi bu duruma getirdi. Peki neydi bu insanların hepsine suçlu damgası vuran temel öğe. Mustafa Kemal mi?


Eğer tarihimizde bir Mustafa Kemal olmasaydı ne olacaktı? Bugünlere bile gelemezdik düşüncesinden yola çıkarak söylemiyorum sadece, diyelim öyle ya da böyle bugünlere gelmiş Cumhuriyet ve bağımsızlığımızı kazanmıştık, ama elimizde bir Mustafa Kemal yoktu. Aslında böyle soylemek bile inandırıcı gelmiyor insana, milletleri her zaman kahramanlar kurtarırlar, bu sadece bizim tarihimizde değil, çocuklara anlatılan tüm masallarda, medeniyetlerin efsanelerinde ve diğer ülkelerin tarihlerinde de böyledir. Belki de hepimizin deyim yerindeyse ve bugünkü koşullarda tam anlamıyla kendini feda edecek bir lidere mi ihtiyacımız var? Bu lider bir gün ortaya çıksa bile dokunulmaz mı olacak sanıyoruz hepimiz. Hiç sanmıyorum.


Öte yandan kendi içimizde bile birliğimizi sağlayamadığımız göz önüne alınırsa bu liderin arkasından gitme konusunda da ayrışmalara düşeceğimiz konusunda neredeyse şüphem yok gibi.


(devam edecek)



AKS

24 Ocak 2012 Salı

UĞUR MUMCU'YU ANARKEN BİRKAÇ DÜŞÜNCE

Yazan : Prof. Dr. Mehmet Tomanbay

Ufuk Üniversitesi Öğretim Üyesi

22. Dönem Ankara Milletvekili

 
İnsanlar ölümlüdür. Tek bir farkla; kimi uzun bir ömür sürer kimi de kısa. Kimi etliye sütlüye karışmadan yaşar, bir iz bırakmadan göçüp gider. Bir kısım insan ise yaşadığı dönemde fikirleriyle, düşünceleri ve ürettiği yapıtlarıyla topluma mal olur. Geleceğe damgasını vurur. Bir anlamda ölümsüz olur.

19 yıl önce 24 Ocak 1993 tarihinde “cesur bir kere, korkak 1000 kere ölür” diyen araştırmacı gazeteci ve yazar Uğur Mumcu öldürüldü. Öldürüldü ama hala şu sıralar benim gibi yüzlercesi, binlercesi tarafından yazılar, paneller, konferanslar ile anılıyor ve düşünceleri, fikirleri ve yapıtları toplumumuza ışık tutmaya devam ediyor.

Bu anlamda da Uğur Mumcu ölümsüzdür.

Düşünceleriyle, fikirleriyle ve ürettikleriyle hala yaşayan Uğur Mumcu'nun bedensel ölümünün üzerinden 19 yıl geçmiş. Daha dün gibi anımsıyorum. Birçokları gibi ben de cenaze törenine katılmış ve yüzbinlerce kişilik kalabalık içinde cinayeti protesto etmiştim. Yaşarken düşünceleri ve ürettikleriyle, kalıcı yapıtlarıyla ölümsüzleşen birini, bedensel olarak yok etmekle onu öldürebileceklerini sanan ahmaklara acımayla karışık kızgınlık dolu duygularımla lanet okumuştum.

Uğur Mumcu 25'i yaşarken 3'ü daha sonra olmak üzere 28 kitap yayınladı. Binlerce makale, köşe yazısı ve konferansları da cabası. Öldürüldüğünde henüz genç sayılabilecek bir yaşta, 50 yaşında olan Uğur Mumcu yaşasaydı herhalde yapıtları saymayla bitmeyecek bir düzeye gelecekti. İşte onu katledenler bu kitap ve makalelerinde kalıcılaştırdığı düşünce ve yapıtlarından korktukları için onu en verimli çağında yok ettiler.

Peki düşünce ve yapıtlarının özelliği neydi? Neden Uğur Mumcu'yu en verimli çağında yok ettiler?

Uğur Mumcu kendisini kendi sözleriyle şöyle tanımlıyordu:

“Ben Atatürkçüyüm. Ben Cumhuriyetçiyim. Ben Laikim. Ben Anti-emperyalistim. Ben Tam Bağımsızım. Türkiye'den yanayım. Ben, Özgürlükçüyüm. Ben, İnsan Hakları Savunucusuyum. Ben, terörün karşısındayım. Ben, yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım”.

Başlı başına bu sözler Uğur Mumcu'nun neden öldürüldüğünü açıklayan sözlerdir. Bu sözlerinde dile getirdiği toplumsal değerler görüleceği üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini oluşturan, çağdaş bir toplum olarak varolmasını sağlayan ilkelerdir. Mustafa Kemal'in korunması ve daha da güçlendirilmesi isteğiyle topluma emanet ettiği değerlerdir.

Bu değerlerin düşmanlarının, laik, demokratik cumhuriyetin düşmanlarının bu değerlerin savunucularına saldıracağı açıktır. Ve aynen böyle olmuştur: Cumhuriyet düşmanları, bu değerleri ve bu değerler üzerinde yükselmiş çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmak için öncelikle koruyucularına saldırmayı ana görevleri bilmişlerdir. Bahriye Üçok'lara, Muammer Aksoy'lara, Çetin Emeç'lere, Ahmet Taner Kışlalı'lara, Necip Hablemitoğulları'na ve diğerlerine de bu anlamda saldırmışlardır.

Uğur Mumcu yukarda yazdığım sözlerini dile getirirken anlaşılmaktadır ki, bu günleri taa o günlerden görmüş ve mücadele meşalesini yükseltmiştir. Şu anda yaşadıklarımıza ve çevremize baktığımızda “Kalpaksız Kuvayi Milliyeci'nin” savunmaya çalıştığı değerlerin ne yazık ki nasıl aşındırıldığını ve birçoklarının neredeyse yok edildiğini üzülerek görmekteyiz. Bu cumhuriyet Mustafa Kemal'in çağdaş değerlerle donatarak bize emanet ettiği Cumhuriyet olmaktan çok uzaklaşmıştır. Ne yazık ki, İslami bir devlet yapısı mı kuracağız ya da bölünecek miyiz tartışmaları gündemin ön sıralarındadır. Uğur Mumcu, “susmayı, kendi kabuğu içine çekilmeyi çağın suçu” olarak nitelemişti. Bütün bu olumsuz görüntüye rağmen yine de çağdaş Cumhuriyetin savunucuları aynen sayın Mumcu gibi seslerini yükseltecekler, susarak çağın suçunu işlemeyeceklerdir. Uğur Mumcu ve laik ve demokratik cumhuriyet yolunda yitirdiğimiz bütün diğer aydınlarımızın fikirleri ve mücadeleleri ışığımız olmaya devam edecektir. Kendilerini saygıyla anıyorum.

23 Ocak 2012 Pazartesi

BEN ONU HİÇ TANIMADIM

Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.

Bir insan hakkında bir çok insandan iyi veya kötü şeyler duyabilirsiniz. Bu o insanların kendi aralarında paylaştığı, kesiştiği veya ayrıştığı pek çok konuya göre değişir. Bir insan çoğunlukla yaptıklarıyla iz bırakır yaşamda. Yapılanlar kimilerine göre gerekli veya gereksiz olabilir. Kimsenin bir tane yüzü yoktur ki bilesiniz gerçeği. Hepimizin herkese gösterdiği, duruma gore kullandığı çeşitli yüzlerimiz, hatta yüz enflasyonuna uğratacak yüzsüzlerimiz bile vardır.

Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.


Anılarını paylaşanlar, O'nu yaşayan, yaşamayanlardan değil de, birebir kendinden dinlemek isterdim yaşamını. Nasıl şekillendiriyor düşüncelerini anlamak isterdim.Elbette ki kameralar önünde söylenenler, kalemin kağıda bıraktığı izler var ardında. Ama yine de neyi neden söylediğini bilenlerden olmayı tercih ederdim.


Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.


Sokaklara dökülen onbinler tanıdınlar mı bilmiyorum.

O'nun yaşarken uğradığını düşündükleri haksızlıklara mı, ölürken uğradığı haksızlığa mı daha çok içerlediler çözemedim.

Sokaklara dökülenlere isyan eden onbinler tanıdılar mı, onu da bilmiyorum.

Düşünceleri vatansever olmayan birinin ardından gidilmesine mi, yoksa daha önce kendi ırkından olanların gidişlerine ses vermeyen kalabalıkların kendi ırkı tarafından soykırıma uğradığını iddia eden bir adamın ardından ses verir olmalarına mı daha çok içerlediler çözemedim.

Ben o onbinlercesini hiç tanımadım, onlarda da beni hiç tanımadılar.

Bir insanı ya düşünceleri ya da ölüm şekliyle mi değerlendirmek zorundayız anlamadım.

Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.

Ardından ikiye ayrılanların ortasında kalakalmak yerine, isterdim ki ne benim ülkemde ne de başka yerlerde insanların kanları sokağa akmasın ve yine isterdim ki ülkemdeki her insan bu vatanın evladı hissetsin kendini azınlıktan saymasın.

Kanı sokağa akmış bir insanın ardından insanlığımızla, memleket sevdamız karşı karşıya kalmasın.

Bir ülkede bizden dediğimiz bir insan katletildiğinde, vatansever-insansever ya da insansever-vatansever olmak gibi bir ikilem yaşamayız hiç birimiz, ama bir ülkede, hele ki bu bizim ülkemizse düşünceleri bize göre vatansever olmayan bir insan katledildiğinde insansever-vatansever mi yoksa vatansever-insansever mi olduğunuza karar vermek zorunda kalırsınız tıpkı bugünlerde olduğu gibi..

Olay öyle çok pencereden öyle farklı gozukebilir ki gozunuze, her pencerenin onunde kimliğinizi değiştirp durduğunuzdan, insansever ve vatanseverlik arasındaki mesafeler açılır ve sonunda ağır basan tarafınızdan yana durursunuz..

Öncekilerin kanı sokağa akarken bu ikilemi yaşamadığımız için onbiler olamayız sokaklarda ama, insanseverler ile vatanseverler diye ikiye ayrıldığımızda mı onbinler oluveririz bir anda. Birlik olduğumuzda sessiz, bölündüğümüzde sesli oluveririz nedense, bir kendimize gücümüz yettiğinden midir? Bilinmez.

Önceliği insansever olanların karşısında, önceliği vatanseverler olanların mücadelesi mi bu yaşanılanlar?


Yoksa önceliği vatansever olanların, önceliği insanseverler olanlara karşı mücadelesi mi?

Bir insanın hakkını aramak mı, bir vatanın borcunu sorgulamak mı?

Eli kanlı terörist başları konforundan soylenirken, bir insanın canını bile yakmamış bir insanın katline isyan mı etmeli, yoksa zaten vatansever değildi diyerek isyan edenlere hucum mu etmeli?

Biz bu ülkede ve dünyada düşüncesi her ne olursa olsun bunların yaşanmasını istemiyoruz diyerek dünyaya sesini duyuran vatanseverler olmak yerine, neden her zaman yaptığımız gibi değerlerimizi yarıştırıyor, ikilemler yüklüyoruz zihnimize..

Çözemiyorum..

Önce insan diyenler “vatan haini”, önce vatan diyenler “insan haini”  mi oluyorlar boyle? Bu kadar birbirinden uzak mı sahip olduğumuz değerler?  İnsanlık ve vatanseverlik çelişir mi? Benim ülkemde çelişiyor.

Anlamıyorum..


Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.

O da beni hiç tanımadı. Tanımak ister miydi bilmiyorum.

Yaşamı boyunca ses verdiği kelimelerin yüklendiği anlamlara katılmasam da, hiç bir insanın hakketmediği katledilişinden utanç duyuyorum insanlığımdan. Tıpkı yıllardır sokaklara akan her kanın sahibine duyduğum utanç gibi..

Hepimiz ne O olmalıyız, ne de başkası..

Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz olsak zaten yeter bize..

AKS

21 Ocak 2012 Cumartesi

BİR MASALDIR ANKARA.. GİRİŞ YAZISI

Şehirler insanlar gibidir..
Onların da birer isimleri ve bir çoğunun zihnimize kazınmış silüetleri.. Bu silüetlerin gün ışığına göre renk değiştiren yüzleri ve gizledikleri, biriktidikleri, anıları ve nefesleri, her birinin kendine has hikayeleri vardır.


Şehirler mevsimler gibidir...
Nefes alır şehirler.. Kimi zaman sert ve soğuk, kimi zaman ılık ve şefkatli, kimi zamansa sımsıcak ve ateşli..

Kimbilir kaç bedene değmiştir bu nefes yıllar boyunca.. Kimbilir kaç bedeni kucaklamış sarmıştır tüm çıplaklığıyla...

Kimileri gecedir bu şehirlerin, ortalık karardı mı insan dolar caddelerinde, kimileri gündüzcüdür, akşam oldu mu herkes evinde..



Şehirler masallar gibidir...
Kimileri büyüler sizi derinden.. Kimileri ürkütür, yutuverecek gibidir bir ejderha misali.. Kimileri binlerce yıllık destanlar, kimileri unutulmaz heyecanlar, kimileri çözülmeyi bekleyen sırlar saklar..

İnsanlar da şehirler gibidir..
Kimileri kendi şehrinin masal kahramanıdır, yaşamında bir mutlu son arar durur sokaklarında.. Kimileri başka şehirlere aitdir de sanki, kısılıp kalmıştır yaşamda.. Kimilerinin yetinmez bir şehirle, şehirlere aşıktır.. Kimileri vazgeçmez şehrinden, nereye gitse aklı hep oradadır..

Hepsinin birer adı, kimilerinin zihinlere kazınmış silüetleri vardır. Bu silüetlerin gün ışığına göre renk değiştiren yüzleri ve gizledikleri, biriktidikleri, anıları ve nefesleri, her birinin kendine has hikayeleri vardır.

Her şehrin hikayesini ancak tarihine şahit olmuş taş duvarlar, yaşlı ağaçlar, gölgesini düşüren beyaz bulutlar, o şehrin sokaklarını en iyi bilen yağmurlar, her adımın yükünü almış sokaklar, şehrin köklerini saklayan topraklar, kaleme değimiş kağıtlar ve bir de o şehirle yaşamış hayatlar anlatır..

Bundan sonra okuyacağınız satırlar, bir şehrin silüetini saklayan sessiz fotoğraflara ses vermiş bu şehri yaşayan insanlar tarafından yazıldılar.

Hepsi de, tarihine yazılmış pek çok KARA güne rağmen, bir güneşi bağrında taşıyan, günebakanlar misali her zaman aydınlığa yüzlerini dönmüş insanların şehri olan, ANAdolu'nun kalbi ANKARA'ya sevdalılar..

Cumhuriyet Çocukları : Ankara Cumhuriyet Lisesi Mezunları

AKS



18 Ocak 2012 Çarşamba

3 HİKAYE 3 HAYAT DERSİ

Seyahatinde yanına köpeğini de almak zorunda olan adam, otelin yetkilisine bir mektup yazar ve çok terbiyeli olan köpeğiyle birlikte otelde kalmasında bir sakınca olup olmadığını sorar. Gelen yanıt şöyledir:

Sayın beyefendi,

Uzun yıllardır otel sektöründe çok şey yaşayan biri olarak, sarhoş olan, yanlış odaya giren, sigarası elindeyken uyuyan, ayakkabısını perdeye silen, banyo havlularını yürüten, tuvaleti tıkayan bir köpeğe hiç rastlamadım.


Bu nedenle köpeğinizi otelimizde ağırlamaktan zevk duyarız. Siz de köpeğinizin yanında onun misafiri olarak gelip kalabilirsiniz.

 Saygılarımla


Burada biz insanlara çıkarılacak dersler vardır.

                                       …………………


Rüştü bey, karısı Kadriye hanımı kaybedince yeniden evlenmeye karar verir.

Kadriye hanım ömrü boyunca kendisini ailesine adamış, gösterişsiz, sade, temiz, titiz, her türlü marifeti bulunan dört dörtlük bir kadın.. Çocuklarının anneler gününde hediye ettiği çamaşır makinesini dahi kullanmaya kıyamayıp torunlarına çeyiz olarak saklayan annelerden.. 

Rüştü beyin yakın akrabaları, kendisine yaşlılığında arkadaş olacağı uygun birini araya dursun; Rüştü bey, gösterilen hiçbir adayı beğenmez. Bir gün de ağzındaki baklayı çıkarıverir: Süslü ve boyalı bir kadın istediğini söyler.


Herkes neye uğradığını şaşırırsa da, Rüştü bey, yaşına uygun, kendine özen gösteren, güzel giyinen, takmayı takıştırmayı seven, çalışan bir kadın bulur ve evlenir. Ambalajında duran çamaşır makinesi dahil evin her eşyası değişir. Başka bir hayat tarzı yakalayan Rüştü bey, tahmin edilenin aksine çok mutlu olur. Özel hayatını da ağzı kulaklarında anlatmakla bitiremez.

Aradan yıllar geçip de onulmaz bir hastalığa yakalandığında, eşi çalıştığı gerekçesiyle ona bakamayacağını söyler, akrabalarına haber iletir. Rüştü bey eşine gücenmez. Yıllar boyunca duyduğu şık, bakımlı ve boyalı bir eşe sahip olma isteği içinde kalmamış; hem dileği gerçek olmuş hem de çok mutlu edilmiştir.

Bu tuhaf ama gerçek bir hikayedir.

Bu hikayeden hem bir çok kadına, hem de bir çok erkeğe çıkarılacak dersler vardır.

                             ……………………

 3. hikaye benden ve günümüzden:

Büyükşehir Belediye’sinin Kültür Park’ta, çok ileri bir çağdaşlık boyutu örneği olan ve benim hayranlık duyduğum bir hizmeti bulunmaktadır:

Köpek WC si.

Yetkililer, köpeklerini gezdirmekte olan insanların çevresine duyacağı saygıdan emin olarak, özel bir köşe hazırlatmış burayı zarif bir tabela ile göstermiştir.

Gel gör ki, koskoca anlı şanlı belediye, köpeklerin okuma yazma bilmediğini düşünememiştir, iyi mi?

Ayrıca, köpeğim sana söylüyorum kızım sen anla durumu da pek tutmamış olmalı ki, kent köpek pisliğinden geçilmez hale gelmiştir.

Terbiye verilmesi gereken köpek midir yoksa, elinde torbası ve eldiveni olmadan onu yürüyüşe çıkaran sahibi midir diye sorulacak olursa elbette suçlu köpektir. Çünkü o hayvanın tekidir.

İkinci olarak da suç belediyededir. Yurdun batısındaki bu en batılı kentin içine edilmesine engel olamayan belediye, köpeklere evden çıkmadan tuvalete gitmelerini hatırlatan posterleri duraklara asmayı neden akıl etmez?

Bu kez hizmet alan vatandaşlara çıkarılacak dersler vardır.

Bu yazının ilgili bölümleri; gerçek hayvanseverlere ve insanseverlere saygı için hazırlanmıştır.

Remide Arsan

EKONOMİ YÖNETİMİMİZ BAŞARILI MI?

 

Prof. Dr. Mehmet Tomanbay

Ufuk Üniversitesi Öğretim Üyesi

22. Dönem Ankara Milletvekili

2012'nin ekonomide de, ülkemiz için sıkıntılı geçeceği ortada. Oysa 2011, Hükümet açıklamalarına göre ekonomik başarılara imza atılan bir yıl oldu. Örneğin; 2011'in ilk çeyreğinde ekonomimiz yüzde 12 oranında rekor bir büyümeye imza attı. Gene resmi açıklamalara göre büyümenin etkisiyle işsizlik rakamları TÜİK'e göre yüzde 8.8'e düştü. En son olarak Türkiye İhracatçılar Meclisi; 2011 yılında yüzde 18.2 artış sonucunda 134.6 milyar dolara varan ihracat rakamlarıyla Cumhuriyet tarihinin rekorunun kırıldığını açıkladı.

Oysa bu başarı açıklamalarına rağmen 2012 neden sorunlu geçecek görünüyor?

Kısaca 2 noktaya vurgu yapalım:

İlki; ne yazık ki TÜİK rakamlar konusunda güvenilirliğini yitirmiş durumda. Geçtiğimiz dönemlerde sanayi üretimleri ve işsizlik gibi rakamların yanlış açıklanıp sonra da düzeltilmeye çalışılması ve bu uygulamaların TBMM'ne soru önergeleri ile taşınması güvenilirliği zedeleyen bir iki örnek. Yani TÜİK'in birçok konuda rakamları manipüle ettiği kuşkusu yaygın. Buna rağmen diyelim ki rakamlar doğru bu sefer de başarı hikayelerindeki bilgiler eksik. Ekonomik olaylar bütün içinde değerlendirilmiyor.

Ne demek istiyorum? Dediğim şu: Örneğin son ihracat rekoru, dış ticaretin tek ayağı üzerinden yazılan bir başarı hikayesi. Oysa dış ticarette başarı ithalat ve ihracat birlikteliği ile değerlendirilmeli. Dış ticarete ithalat ile birlikte baktığımızda görünen şu: ihracatın rekor kırdığı 2011'de ithalatın daha da büyük rekor kırdığını görüyoruz. 2011 yılında ithalat en az 241 milyar dolar ile ihracattan daha fazla yani yüzde 30 büyümüş. Dış ticaret açığı 100 milyarı geçmiş. Ayrıca bu başarı hikayelerinden vatandaşın günlük yaşantısına olumlu yönde yansıyan bir şey yok. İşsizler, işçiler, memurlar, tüm çalışanlar ve emekliler artan sıkıntılarla sokaklarda yürümeye devam ediyorlar.

Kısacası 2011 yılı başarı hikayeleri çok da inandırıcı değil.

İkinci vurgu yapacağımız nokta da şu: İktisadi yaşamda istikrar çok önemlidir. Özellikle bizim gibi yatırımların büyük kısmının özel sektör tarafından yapıldığı ekonomilerde istikrar belirleyicidir. Çünkü özel sektör, kalıcı yatırımlarını ekonomideki beklentileri üzerinden yapar. Geleceği uzun dönemli bir şekilde net olarak görebiliyorsa kalıcı yatırımlara yönelir. Ekonomiye ciddi katkılarda bulunur. Aksi halde kısa dönemli, konjonktürel kazançlar peşinde koşar.

Son yıllarda ülkemizde ekonomik istikrardan söz etmek olanaklı değildir. Özellikle ekonomik büyüme rakamları bu durumu açıkça gözle önüne sermektedir.

2007 yılında yüzde 4.7 büyüyen ekonomimiz 2009'da yüzde -4.7 küçülmüştür. 2010 ve 2011 yıllarında ise küçülmeye tepki olarak Türkiye ekonomisi yeniden sırasıyla yüzde 8.9 ve yüzde 7.5 dolayında büyüyerek bir başarı hikayesine imza atmıştır. Ancak 2012 için yapılan tahminler tekrar olumsuza dönmüştür. Uluslar arası kuruluşların yaptığı tahminlere göre Türkiye 2012 yılında yüzde 0.5 ile 3 arasında büyüyecektir.

Bu rakamlara baktığımızda Türkiye ekonomisinde son beş yılda istikrarsızlığın egemen olduğu görülmektedir. Ekonomimizde sert küçülmeler ve büyümeler bir diğer deyişle hızlı canlanmalar ve takip eden hızlı ekonomik daralmalar en önemli özellik haline gelmiştir. Özel sektörün bu belirsizlikler içinde rahatlıkla yatırıma gitmeyeceği ve kendisini, geleceği net bir şekilde görene kadar korumaya alacağı açıktır. Böyle bir beklenti ekonomik küçülmeyi daha da arttırabilir. Bu nedenle 2012 ve gelen yıllarda işsizlik ve yoksullaşma gibi ekonomik sorunların daha da büyüyeceğini öngörmek zor değildir.

Keskin küçülme ve büyümeler yerine ekonomimizde daha istikrarlı büyüme ya da küçülme sürecine girmeden kalıcı başarıları dile getirmek sadece siyasetçilere yakışan bir söylemdir.

17 Ocak 2012 Salı

NAMUS VE BİZ KIZLAR

Benim yetişme çağımda mazbut ailelerin oturduğu evler, sakıncalı bulunan bekara ve öğrenciye asla kiralanmazdı.  

Apartmanın namusu denirdi.



Ev aranırken nezih mahalle seçilirdi. Sokak ve evler lüks değil, ‘ehhh işte’ durumda olabilir ama oturanların nüfus ve aile kaydı temiz  olacak!

Nikahsız birliktelikler hoş karşılanmazdı. Böyle bir çift bir apartmana taşınsa, onlardan bahsedilirken fısıltı halinde konuşulur, mesafeli durulurdu.

Mahallenin namusu denirdi.



Evlenirken namsulu kız seçilir, namuslu ailelerle görüşülür, namuslu arkadaşlar edinilir, ‘hatta aile yerimiz var’ tabelası bulunan namuslu lokantalarda yemek yenirdi.



Ben büyürken, bu namusun nemenem bir şey olduğunu bir türlü çözememiştim. Nedir? Nerede saklanır? Ne zaman ortaya çıkar? Ne işe yarar? Kim ve nasıl kirletir? Nasıl temizlenir? Kimler namusludur?vs. gibi.



Ortada bana göre büyük bir kavram kargaşası vardı.



Örneğin; apartmanımızın üst katında nikahsız eşiyle yaşayan teyze ahlaksız sayılırken apartmanın kapıcı dairesinde aynı şekilde nikahsız oturan Fadime’nin nasıl namuslu sayıldığını;

merdivenden çıktığım saatlerde çöp bırakma bahanesiyle kapısını açıp gizli gizli bacaklarıma bakan alt kattaki amca güvenilir sayılırken,  beni gördüğünde gözünü bile kaldırmadan, başını eğerek yanımdan geçen bekar öğrencilerin nasıl namus düşmanı olabileceğini bir türlü anlayamamıştım.



Erkek aldatınca unutulur, kadın aldatınca vurulurdu.

Birisinin elinin kiriydi. Diğerinin elindeki aynı kir aynı sabunla yıkansa da geçmezdi.

Ortada bir pislik vardı. Bu neydi?



Omuzlarımda ne denli büyük bir yük taşımaya mahkum olduğumu büyürken öğrendim.



Biz kızlar, ailemizin namusu idik.

İyi kızlar erkeklerle gezmez, akşam eve geç gelmez, anne- babanın haberi olmadan bakkala bile gitmezdi.

Tüm Ailenin onuru şerefi bize emanetti



Biz kızlar mahallemizin de namusu idik.

Başka mahallenin erkeleri bize bakamazdı, kan çıkmasa da kavga çıkardı.

Bir erkekle ancak sokağın başına kadar gelebilir, sonra da çekinerek ‘Muhitimize geldik, ayrılalım’ derdik.

Çünkü; biz o mahalleye aittik ve o mahallenin namusu demektik.



Biz kızlar evlenince kocamızın namusu olduk.

Sosyal ve mesleki çevresinin, aile ağacındaki tüm akrabalarının nezdinde onun şerefi, onun namusuyduk ve nedense sadece bize emanetti!

Koca yüz kızartıcı bir suçtan hapse girse bile namus şeref konu olmaz, kadın ayaküstü bir erkekle sohbet etse namus uçup gidebilirdi.



Biz kızlar okuduk adam olduk. Ülkenin namusu olduk.

Hep birlikte ‘her şey erkeğe rahat nefes aldırmak için’ diye yola çıktık.

‘Kendimizi nasıl kapatıp saklasak da erkeği tahrik etmesek’ en birinci amacımız ve en önemli ülke davamız oldu.

Böylece koskoca milletin namusu, ahlakı yine biz, yüzde elli nüfusun  omuzlarına yüklendi.



Anlayamadık;

Kadını namus kabul eden, kendi namusunu bile bir kadına taşıtmaya kalkan, her türlü namussuzluğu kendisi yaptıktan sonra çekip yine kadını vurarak ruhunu ve elini temizlediğini düşünen bir çok erkeğin; kendi başına taşımayı ve korumayı becerebileceği kendi şahsına ait bir namusu yok mudur?



Kendi sorumluluğunda olan, kendisi için kendisinin yarattığı haysiyeti, şerefi?

                                    ………………



Aşağıdaki anket KAMER’in  raporundan alınmıştır.
'Namus nedir''sorusu, Türkiye’nin her yanındaki vatandaşlara sorulduğunda verilen yanıtlar şöyle olmuştur:

1-Karım, bacım, annem, ailem; 
2-Kadınların iffeti; 
3-Kadının cinselliği, bekareti; 
4-Kadınların toplumsal kurallara itaatı; 
5-Erkeğin şerefi haysiyeti; 
6-Kadınların erkeklere itaatı; 
7-Dinin emrettiği.

'Namussuzluğun ne olduğu'' sorusuna ise şu karşılıklar
alınmıştır:

1-Kadının bekaretini kaybetmesi; 
2-Kadının açık gezmesi; 
3-Erkeklerle konuşması; 
4-Aşık olması; 
5-Ailenin istemediği birisi ile evlenmek istemesi;
6-İzinsiz dışarı çıkması;
7-Zina yapması;
8-Dedikoduya sebep olacak davranışlar sergilemesi; 
9-Dili uzun olması; 




NAMUS
1 . Bir toplum içinde ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık.
2 . Dürüstlük, doğruluk (TDK) 
Remide Arsan


BEKLEDİM DE GELMEDİN


Bekledim de gelmedin bir şarkının sözleri. Kaleme alındığı zaman kim bilir ne duygularla yazılmıştı. Oysa ilerleyen zamanlarda Kıbrıs Türk’ü için bambaşka bir anlamı olacaktı.

Biz 1991 yılının Haziran ayında Kıbrıs’a göreve gittik. Görev süremiz iki yıldı. Bir gece yarısı Taşucu’ndan feribota bindik. Bütün bir gece boyunca dalgalarla boğuşarak ertesi sabah Girne limanına geldik. Pırıl pırıl bir gökyüzü berrak, parlak bir gündü. Ciğerlerimiz bayram etti. Nefes aldıkça daha fazlasını istiyordunuz. Burada hava kirliliğinden eser yoktu. Yaşamımızın iki yılını geçireceğimiz Kıbrıs’ta ilk günlerimiz çevreyi tanımakla geçti. Bu arada Kıbrıslı arkadaşlarımla da bir araya geliyorduk.

Bir süre sonra burada çalışma olanaklarını araştırmaya başladım. Türkiye’de iken bir tanıdık Meclis Başkanını görmemi  istemişti. Bir gün KKTC Meclis’ine gittik. Kapıda güvenlik görevlileri karşıladı. Sonradan Türkiyeli olduğu öğrendiğim bir polis memuru bizi Meclis Başkanına götürdü. Burada dikkat edin randevu almamışım ve çat kapı Meclis Başkanına gidiyorum. Derdimi anlattıktan sonra bana verdiği cevabı hiçbir zaman unutmadım. ‘Sizin kaleminizle bize vereceğiniz hizmet çok değerlidir. Biz Kıbrıs’ta başarıyı önce kalemle kazandık.’  Oysa arkadaşlarım işimin çok zor olduğunu Kıbrıs’ta görev yapamayacağımı söylüyorlardı.

Daha sonra bir gün  St Hilarion Kalesine çıktık. Daha sonra da Kale yakınında bir gazinoda Kıbrıslı arkadaşlarımla yemek yiyeceğiz. St Hilarion Kalesi Peşparmak Dağlarının tepesinde bütün araziye hakim bir yerde. Kalenin ilerisinde dağların denize ulaştığı yerde Girne var. Denizin ötesinde ise Türkiye. Ufka bakıyoruz karşısı görünüyor mu diye. Görünen bir şey yok. Saklanmış.

Daha sonra arkadaşlarımla buluşuyoruz. Kıbrıs Barış Harekâtı ilgili anılarını anlatıyor.  Öyle olaylar anlattı ki her biri bir hikaye olur. Beni en çok etkiyenlerden birini sizinle paylaşmak istedim. Oturduğumuz yerden dağların aşağı yamaçlarına baktığımızda bir köy vardı. Bundan sonrasını arkadaşımın ağzından anlatıyorum. ‘Bu aşağıdaki köy Rum köyü idi. Biz St Hilarion’da nöbet tutarken hep   ufka bakardık. Denizin ötesine geliyorlar mı diye. Her seferinde bu gün de gelmediler derdik. Aşağıdaki köyden gavur bize plâk çalardı. Bekledim de gelmedin diye.’ Şimdi oturup düşünün. Bu şarkı sözü hangi duygularla yazılmıştı ve şimdiki anlamı neydi. İnceden alay ediyorlar. Boşuna bekleme gelemezler diyorlar. Savaşmak her zaman topla, tüfekle olmuyor. İşte bir psikolojik harp. Moral bozmak için her şey yapılıyor.

Bekledim de gelmedin şarkısı Sayın Rauf Denktaş’ın anılarında da var. 20 Temmuz 1974 sabahı Bayrak Radyosundan Türkiye’nin geleceğini duyuruyor. Ancak hesaba katılmamış bir durum var. Türkiye’de yaz saati uygulaması var. Kıbrıs’ta ise yok bu nedenle bir saatlik bir zaman hatası var. O sırada Rum Radyosunda ise bir şarkı çalınıyor. Bekledim de gelmedin. Rum kendinden emin bir şekilde bu şarkıyı çaladursun bir saat sonra Türk Ordusu tepelerine iniyor. Uzun zaman Türk Halkının moralini bozmak için çaldıkları Bekledim de gelmedin şarkısı bu kez onların sonu oluyor.

Sonraları bir sonbahar sabahı güne farklı bir şekilde merhaba dedik. Herkes birbirine denizin öte tarafını gösteriyordu. Denizin üzerinde nem kalkmıştı. Güneş her zamankinden farklı parlıyor. Denizin ötesinde ise bütün ihtişamı ile Türkiye görülüyor. O kadar yakın ki. Elinizi uzatsanız dokunacakmışınız gibi. Koşsanız varacakmışınız gibi. Anavatan yavrusunu kucaklamaya gelmiş gibi. Ben buradayım der gibi.

O gün oğlum okuldan koşarak geldi. Anne karşıya bak, dağların üzerinde evler bile görünüyor diyordu. Aslında görünen evler değildi. Toroslara kar yağmış ve güneş üzerine vurdukça karlar parlıyordu. Bu manzara hepimizde sonsuz bir güven duygusu oluşturmuştu. İşte o zaman St Hilariondan ufka bakan arkadaşımın ne demek istediğini daha iyi anladım.



Bilge 67

ANKARA'LI TAKIMINA SAHİP ÇIK : BEN TAKIMIMI SEVMEYİ BABAMDAN ÖĞRENDİM!

Benim babam her zaman erkek çocuğu olsun istermiş, ben doğduktan sonra dünyanın en harika babalığını yaptı bana oysa. Ama yine de saçlarım hep kıpkısaydı ve genç kız olana kadar önü tokalı erkek çocuğu mayoları alırdı bana ve erkek çocuğu kıyafetleri. Sırf bu yüzden sokakta koşturuken teyzeler ve amcalardan “Yavaş oğlum!” diye ihtarlar duyduğum çok olmuştur.
Aslında keşke erkek olsaydım da büyümeden once babamın beni henüz bir erkek çocuğuymuşum edasyıyla dolaştırdığı o dönemlerden hiç mahrum kalmasaymışım, çünkü ben büyüdükçe o da bir erkek çocuğu babası gibi davranmaktan vazgeçip korumacı ve kıskanç bir kız babası oluvermiş ve bu da benim hiç hoşuma gitmemişti.
Henüz ilkokula giderken beni peşine takar tuttuğu takımın maçlarına götürürdü. Annemin anlattıklarına bakılacak olursa evlendiklerinden beri hiç maç kaçırmamış takımı hangi şehirde oynarsa, plan program dinlemez koşarak maça gidermiş. Çoğu zaman yağmurun, karın altında maç seyrettiği içinde hastalanır, annemin serzenişlerini dinlemek zorunda kalırmış.
Öyle sever ki takımını, şimdi yaşı ve sağlığı elverse eminim koşa koşa gider o maçlara. Hele ki takımın boylesine desteğe ihtiyacı olduğu bir zamanda. Gitmekle de yetinmez, annemin bir şey demeyeceğini bilse emekli maaşınıda alır teslim eder takımına.
Asıl ona 1980-81 döneminde bir ikinci lig takımıyken Türkiye Kupası'nı almasının heyecanını sormak lazımdır ki bu gün bile aynı coşkuyla ballandıra ballandıra anlatsın. Döneme ait gazetelerde oyuncular omuzlarında sahanın etrafında attığı turlar sırasında çekilen fotoğraflarının olduğu sararmış gazeteler hala evimizin en saklı yerinde durur. Yüzündeki heyecanı o sararmış gazete sayfaları bile gizleyemez canım babam.
Şu ana kadar bir çoğunuz hangi takımdan bahsettiğimi anladıysa da yine de anlamayanlar için kuruluşu ile ilgili kısa bir bilgi vereyim;
Kazanılan bağımsızlığın ardından ilan edilen cumhuriyetin başkenti yeniden kurulurken, Ankaragücü'nün de temelleri atılır. 1920 yılından itibaren Ankara'da bulunan iki klüp 1922 yılından itibaren yeniden faaliyete geçer. Başkent Ankara'da ilk resmî futbol maçı 26 Ekim 1922 günü bugünkü Cebeci İnönü Stadyumu'nun bulunduğu yerde yapılan maçta Anadolu Sanatkarangücü askeri takım olan Talimgâhgücü'nü 2-1 yener. Başkentin gelişmesi ve özellikle işçilerin artmasıyla birlikte sonradan Ankaragücü adını alacak klübe destek artar.[9] Fabrikalar çerçevesinde dayanışma sandıklarıyla, işçi örgütleriyle birlikte gelişen klüp sosyal alanda da faaliyet gösterecek, o dönemde ilgi çeken bir bando takımı kuracaktır.[10]
Ankara'da kurulan ilk futbol ligi 1923-24 sezonuyla açılırken iki klüp Anadolu-Turan Sanatkarangücü olarak birlikte katılır. Bu dönemden sonra çeşitli farklı isimler altında mücadele edilecektir. 1933 yılında bugünkü adı olan Ankaragücü adını alacak olan mahalli Ankara Liginde çok kez şampiyon olacaktır. Profesyonel milli ligin kurulmasıyla bugüne dek gelen macerasına devam edecektir.
“-Elleri kirli amele takımına Atatürk'ün kurduğu Hakimiye-i Millîye kupası verilir mi?
-Ellerimiz kirli olabilir ama alnımız aktır
— 1929 yılı Eylül ayında Ankara takımları arasında yapılan kupa finalinde Gençlerbirliğini 3-1 yenen İmalat-ı Harbiye galibiyetinin ardından atılan laflar üzerine Natık As'ın cevabı[11]
Evet Ankaragücünden bahsediyorum. Babamın ve benim takımımızdan. Şahrin gecekondu yüzü modernleşirken, modern başkent takımının düşürüldüğü gece konducu durumundan.

Benim henüz ilkokul çağında olduğum dönemde, takım maç öncesi yemeklerini , uzun yıllar şimdilerde sıkışıp kaldığı için daha ileride bir yere taşınan Varan Turizm Söğütözü Terminalinde yerlerdi.
Şans ki tam da babamın orada görev yaptığı yıllardı onlar.. Babam ve ben, ikimiz o kadar Ankaragüçlüydük ki, ikimiz sanki koca bir takımın bir stadyum dolusu taraftarıydık gibi hissederdim ben o zamanlar.
Ankaragücü'nün Varan'da yemek yiyeceği günler okul günü değilse babam mutlaka beni de götürürdü işe. Takım yemek yerken, ben hiç susmadan sürekli onalara sorular sorar, etraflarında döner dururdum. Üzerimde mutlaka sarı lacivert bir şeyler olurdu.Sabahları her biri benim için birer abi olan oyuncuları göreceğim diye heyecandan deli olurdum. Onlar benim Adil Abim, Nazmi Abim diler.. En çok ikisini severdim, o yüzden ikisinin adı kalmış aklımda şimdi.. Arif abim vardı bir de Adil abimin yedeğiydi o. Ah bir kupa alsalardı bana denk geldikleri dönemlerde takımın maskotu yapacağız derlerdi bana. Ben hala umutluyum bekliyorum.
Bir yemek sırasında Adil Abim eşinin hamile olduğunu ve ikiz bebekleri olacağını ve kızı olursa ismini mutlaka Aylin koyacağını söylemişti. Ne kadar gurur duymuştum anlatamam. Şimdilerde takımımızın kaleci antrenörü oldu, beni hatırlar mı bilmiyorum ama ben onu hiç unutmadım.
Nazmi abimin uzun kıvırcık saçları vardı Adil abimin sarışınlığının aksine, alabildiğine esmer hatırlıyorum onu.. Yemekten sonra takım servisine biner stadyuma giderlerdi. Ben ve babam da onlarla birlikte giderdik. Servis de gazete okurlar ya da sohbet ederlerdi. Eğer oynamaya gidiyorlarsa onlar soyunma odasına giderken biz babamla şeref türbününe giderdik, yok eğer izleyeceklerse yine onlarla birlikte oturur izlerdik bütün maçı.
Ben büyüyüp genç kız olmaya başladığımda babam da beni maçlara götürmekten vazgeçti. Oysa onunla birlikte bütün taraftarlar sahanın kapılarında kuyruk olmuş, polis ortalarda dört dönerken, stadyuma girip şeref trübünündeki yerimize oturmak çok heyecan verici gelirdi bana.
Hatta o zamanlar babamın giydiği bej renkli uzun pardesü den dolayı onu teknik adam sandıklarını ve o yüzden hiç yolunu kesmediklerini düşünecek kadar saftım. Sürekli polisleri izlerdim bu yüzden bakıyorlar mı diye.. Oysa o zamanlar şeref trübününde görevli kişi babamın arkadaşı idi hepsi bu..
Yıllarca takımımla çok ilgilenemesem her maçını takip edemesem de o yıllardan kalan derin bir bağ var içimde, babam ve benim Ankaragücümdür o ve her zaman öyle kalacaktır. Yense de, yenilse de.. Ankaragüçlü olduğumu duyunca yıllarca alay eden bir çok insana rağmen, tuttuğum takımı hiç değiştirmedim, değiştirmem..
Gökçek ve ailesinin takıma el attığı dönemde bile, takımıma yakıştırmadığım yönetime ragmen, destek vermeye ve sevmeye hep devam ettim o yüzden. Şimdi artık onlar gitti.. Takımın oyuncuları ve çalıştırıcılarından başka bir şey bırakmadılar geriye.
Onlarsa aynı çocukluğumun kahraman oyuncuları gibi ıslanınca değişecek formaları olmamasına, tüm maaşsızlığa, yokluğa, bir takım otobüsü bile olmamasına rağmen, sadece Ankaragüçlü oldukları için takımlarından vazgeçmeden yollarına devam ediyorlar..
Gururlular, güçlüler Ankaragüçlüler..
Babam ve ben gibi…
Saygı ve sevgilerimle
AKS

10 Ocak 2012 Salı

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 2

Yıllar boyunca duyduklarımla yaşamayı öğrenmiş olsam da, yine de merak duygumu yenemeyip, ilgimi çeken konularda bulduğum her kaynağıincelemek gibi bir adet geliştirmiştim. Kafama bir şeyi taktığımda, iki elim kanda olsa yine de az da olsa zaman ayırmayı başarabilirdim. Üniversite sonrasısüreçte, yeni işler, evlilik ve çocuk darken ancak gündelik hayata yetişir olmuş, meraklı keşiflerime vakit ayıramıyor olmak beni bunaltmay a başlamıştı.Arada sırada bir şeyler okuyup araştıracak vakit bulsam da, bunları ancak zihnimde depolayabiliyor, aklımdaki diğerleri ile birleştirip düşünemiyordum. Yine de sonradan işime yarayacak hatırı sayılır bir birikim yapabildiğimi daha sonra araştırmalarıma yeniden hız verdiğimde anlayacaktım.


Tüm bu süreç içerisinde ülkemin pek çok anlamda çehresi değişmiş. Atatürkçülerle, o zamanların tabiriyle radikal islamcılar çoktan yollarını ayırmışlardı. Günlük basını yeniden takip etmeye başlayabildiğim de okuduklarım beni önce hayrete düşürüyor, ardından bir öfke krizine dönüşüyordu. Aslında öfke krizine dönüşen şeyin duyduklarıma ve okuduklarıma değil de, o güne değin “milliyetçi vatansever” ve “dini bütün müslüman” olduğumu ve herkesin de benim gibi olduğunu sanmamdan kaynaklanan şok olduğunu da sonradan anlayacaktım. Ne de olsa Türk’tüm.


Fatih Altaylı’nın Humeyni hayranı örtülü iki genç kızımızıçıkardığı televizyon programını hatırlayanlarınız vardır. Bu program sonrasıoturup kendimi tüm kontrol çabama rağmen neredeyse hakarete yaklaşan zehir zemberek bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı yazmak beni rahatlatmıştı, çünkü türbani mahalle baskısı haber ve hikiayeleri bir yana koşulsuz sahip çıkmam öğretilen ulu önder Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması ve onun aleyhine algıladığım her olaya karşı saldırgan bir tavır sergilemeye başlamıştım. Atatürk’ü sevmiyorum demek ne cesaretti, ayıptı, yasaktı, günahtı. Bunlar nerede büyümüştü sahi?


Şimdi bunları yazarken okuduğum bir deney aklıma geldi. Bir kaç maymunu tavandan sarkan muzların olduğu bir kafese koymuşlar. Ancak maymuncuklar acıkıp da muza uzanmaya her yeltendiklerinde ellerine vurmuşlar. Bu defalarca tekrarlandıktan sonra, sonunda maymunlar muzu almaya çalışmaktan vazgeçmişler. Uzun bir sure bu şekilde devam ettikten sonra, kafese yeni maymunlar koymuşlar. Acemi maymunlar kafesin kurallarını bilmedikleri için direkt muza uzanmışlar. Ama bu sefer onların ellerine vurmaya gerek kalmadan, tecrubeli maymunlar , acemiler her muza uzanmaya çalıştıklarında onları bir güzel pataklamışlar ve bir sure sonra onlar da, muza uzanılmaması gerektiğini öğrenmişler.


Demek ki “milliyetçi vatansever” kimliği, “dini bütün müslüman” kimliğinden daha iyi işlenmişti bana ki tavrımı ve tarafımıbelirlemiştim ve tıpkı Atatürk’ün “yaptığını sandığım gibi” düşmanı denize dökmek üzere atağa kalmıştım. Bizim kafesteki muzları kimse elleyemezdi.


Derken, yıllardır tanıdığım arkadaşlarımızın gerek sohbetlerde gerekse farklı ortamlarda etnik kökenlerini öğrenmeye başladığımı farkettim.İyi de çoğunu , çocukluğumdan beni tanıdığım bu insanlar hakkındaki bu detayınasıl oluyor da şimdi, hemde topluca öğreniyordum? Hatta çok değer verdiğim bir arkadaşımla etnik kökeni ile gurur duyarak anlattığı devletin üst kademelerinde kendi etnik kökeninin hakim olduğunu söylemesinin ardından az kalsın boğuyordum. Benim ülkemin mahremiyetinde güç sahibi olduğunu mu soylüyordu hem de övünereki, hem de bu ülkenin ekmeğini suyunu içerek. Sen kimin ülkesinde, kime hava basıyorsun edasıyla başlayan tartışma, kavgaya ardından neredeyse küsmeye varıyordu.


Aynı şeyi bir zamanlar annemle Batı Trakya’daki Türklerin, Türkiye’ye trenlerle gönderildiği zaman da yaşamıştık. Annem Türkiye’de yeterince işsiz ve aç varken o insanların burada işi olmadığını söylemesinin ardından, hiç beklemediği bir öfke patlamasıyla karşılaşmıştı tarafımdan. Onlar Türk’tü ve bu ülke de yaşamaya elbette hakları vardı diye bağırıp durmuştum. Tabii ki annem bu ani çıkışımı hoşgörüyle karşılamamıştı, büyüyen kavganın ardından tam bir hafta küsmüştük. Oysa ne o fikrini değiştirmişti, ne de ben.


Biz yine hikayemize dönelim, dinci tabir edilen kesim, etnik köken falan darken dönüştüğüm canavarın farkında değildim ki, o güne değin Emin Çölaşan ve Fatih Altaylı’nın sert çıkışlarına ve usluplarına haklı bile olsalar sinirlendiğimi söyler dururdum. Haklıçıkmaktan ziyade, gıcıklık yapmaya çalışıyorlarmış gibi gelirdi bana. Sinir bozucuydular.


Sarı Zeybek ile hayranı olduğum Can Dündar’ın Mustafa filmi vizyona girdiğinde kendi çapımda bir cihadı çoktan ilan etmiş, sanal ve sosyal ortamlarda “milliyetçi vatansever” kimliğimi bir militant edasıyla sürdürürken buldum kendimi.


Bir taraftan savaşımı sürdürken, öte yandan gündemi daha sıkı takip ediyor, ben kış uykusundayken ya da belki zaten başlangıcından beri bana söylenenler dışında olan bitenin farkında olmadığımdan konunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu ve hatta konu değil konuların söz konusu olduğunu farkediyordum. Dinciler, Atatürkçüler, etnik kökenciler, Osmanlıcılar, asker düşmanları darken, kafam iyice karışmıştı. Canım yanıyor, canım yandıkça bağırıyordum. Canım yanıyordu çünkü ben bana öğretilen herşeye koşulsuz inanmıştım. Sorgulamamıştım, sorgulanttırılmamıştı ve zamanla onlar benim bir parçam olmuşlardı, tartışmasız gerçeklerimdi. Şimdi bu insanlar çıkmış beni parçalıyorlardı. Bu da canımı yakıyordu. Zamanla anlıyordum ki, bunların hiç biriyle başedecek ne bilgim ne de karşılarına koyacak mantıklı bir açıklamam vardı. İstiklal Marşında ayağa kalmak gerek, andımızı okumak gerekti işte bunun kime ne zararı vardı? Yıllardır Atatürk, misakı milli, ve din adına bana öğretilenler bu insanlara öğretilmemiş miydi yoksa. Namaz kılanın önünden geçilmez, ezan okunurken şarkı söylenmezlerle büyükmemişmiydi bunlar. Yoksa Kur’an kursuna gidenler miydi bunlar. Nasıl ve ne zaman bu hale gelmişlerdi.

Sadece nasıl ve ne zamandan beri sorusuna cevap aramaya kalksam her gün bir yenisini farkettiğim oluşumlarla başetmem mümkün değildi. Umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım, ama bağırıp duruyordum yine de, çünkü güçsüzlüğümü göstermemeliydim, o halde bağırarak baskın çıkmalıydım. Ben bağırdıkça onlar da bağırıyordu oysa ve her şey daha kötüye gidiyordu.


Biraz olsun kafamı toparlayabilmek için bir süreliğine sessiz kalmaya karar vermiştim. Önce cepheleri belirlemem, bunları birbirinden ayırdetmem, ardından her biri için ayrı kulvarlarda hazırlanmam gerekiyordu, ama bu tavrım “barış” isteyen birinden çok, savaşa hazırlanma haliydi.


Yine de susmak, çevremde yükselen farklı renklerde sesleri daha çok duymamı sağladı. O güne değin bağırıp durduğumdan ne dediklerini anlamadığım insanlar, ben susunca bağırmaktan vazgeçip, dertlerini anlatmaya ve beni kendi görüşlerine ikna etmeye çalışmaya başladılar. Zaman zaman kendimi çok zor kontrol etsem de, sonunda bende dinlemeyi öğrendim. Duyduğum her yenişey hakkında kendi çapımda araştırmalar yapıyor, her iki taraf açısından da sakince düşünmeye çalışarak değerlendirmeler yapıyordum.


Bu yeni süreç, dinlemeyi öğrenmenin yanı sıra, empati kurmamı da sağlamaya başladı. Sonunda bağırıp çağırmanın kimseye bir faydasıolmadığını anlamıştım. Duyduklarım hakkında araştırmalar yapıp, savunduğumşeyleri sağlam temellere dayandırmayı başardığımda karşı taraf üzerinde ikna kabiliyetimin daha yüksek olduğunu farketmeye başlamıştım. Hele bir de karşıtarafın savundukları hakkında da bilgi edindikçe, aslında bir çoğunun da benim gibi koşullandırılmış olduklarını ve savunduklarını şeyler hakkında iyi veya kötü hemen hiç bir şey bilmediklerini anlıyor ve bu birikimimi de onların önüne serince ikna dozunun daha da yükseldiğini görüyordum.


Tarafında olduğumu düşündüklerinin açıklarını önüme sermeye çalışıp, öte yandan savundukları değerlere dair örnekler vermeye başladıklarında, bilgime başvuruyor ve sonunda herhangi bir kibir sergilemeden onları düşünceleriyle başbaşa bırakıyordum. Bocalıyorlardı bir çoğu çünkü. Bunu görmek ise bende tarifsiz bir zafer duygusu oluşturuyordu. Gücümü bilgidenalıyordum ama aslında savaştan vazgeçmiş değildim sadece uslubumu değiştirmiş ve geliştirmiştim.


İzlediğim bu yeni yöntem başlangıçta bende yarattığı zafer sarhoşluğuyla kendimi bir halk kahramanı gibi hissetmeme neden olmuştu. Ancak öğrendikçe karşımdakini bocalatmak için kullandığım bilgiler zamanla onlardan çok beni bocalatmaya başlamıştı. Eğer sadece kendi fikrimi desteklemek adına öğreniyor olsaydım belkide bu bocalamaların hiç birini yaşamayacaktım, ama ben bir yandan savunduklarımı güçlendirecek dayanaklar yaratırken öte yandan karşıtarafın fikrini çürütmek ve cehaletini ortaya çıkarmak için de bilgi biriktiriyordum. Anlaşılan o ki aslında hırsdan gözüm dönmüştü. Bu bilgi havuzu büyüdükçe sonuç her zaman beklediğim gibi beni desteklemiyor, bir çok zaman çürütüyordu da. İŞte o zaman bocalayan ben oluyordum. Bu işte bir terslik vardıgerçekten. Bu yeni taktik başlangıçtaki başarıyı devam ettiremiyordu. O halde yine durup yeni bir yol çizmem gerekiyordu. Dahası önce kafamdaki karmaşayıçözmem gerekiyordu.


Doğru bir amaç için olmasa bile sonuçta artık çok fazla şey öğrenmiştim. Ama bu bilgiler amacıma doğru hizmet etmiyordu. Bu defa diğerlerini bırakıp kendi içimde bir savaş yapmaya başladım.


(devam edecek)

Aylin Kosovaeri Şahin