31 Temmuz 2011 Pazar

ŞAPKAM KAYBOLDU

Sevgili dostlar ben giyim kuşamla ilgili alışverişi hiç sevmem ,bana alınan herşey Armağan'ın çeşitli numaraları ile beni giyim kuşam satılan dükkanlara sokması ile olmuştur.Hatta eski pantolanumu benden habersiz terziye götürüp yeni pantolon diktirdiği çok olmuştur.Bunları niye söylüyorum geçenlerde kendime bir şapka aldım ,aldım da iyi halt ettim. Evde hiç kimse beğenmedi.Kimi yakışmadı dedi,kimi modeli felaket dedi.Keşke Alper Maçkan'ı yanımda götürseydim o adam bu işin piri.Neyse küçük oğlum Yiğit dedi ki benim şapkayı sana hediye edeyim , çok yakışacağından eminim.Neyse şapkayı giydim

herkes pek beğendi .Şapkayı giyince Fidel Castro gibi oldum. Bana devrimci bir hava verdi zaten ben de havaya girdim.Markası da VANS 'mış çok modaymış filan.Ben şapkama gözüm gibi bakıyorum,kaybolacak ya da biyerde unutacağım diye ödüm kopuyor.

İstanbul'a otobüsle gitmem gerekti Armağan Çengelköy'e gitmişti bende gideyim de sultanımı göreyim dedim.Ankaradan otobüse bindim şapka kafamda ,çıkarırmıyım ya kaybolursa. Kırk yılın başında bana yakışan tek servetim o.Biraz sıcak oldu
şapkayı çıkardım pencerenin yanındaki askıya astım ama gözüm hep onda.Otobüs mola verince muavin kıymetli eşyalarınızı yanınıza alın diye anons yapınca şapkayı kafama takıp aşağıya iniyorum.Durum fena değil.İstanbul'a kazasız ve kayıpsız geldik.Ataşehirde otobüsten indim Üsküdar servisine bindim , bindim de başımda bi ferahlık, hafiflik ama içimde tarifi imkansız bir sıkıntı var.Üsküdar da inince beynimden vurulmuş gibi oldum.Şapkayı otobüste unuttum. Şapkayı astığım yerin üzerine o şerefsiz muavin perdeyi çekmişti..Öf ,öf ki öf...Şimdi ne olcek.Hemen Üsküdar'daki yazıhaneye gittim telefon filan ettiler.Kayıp fişi filan doldurdum ayrıldım.Geldiğime geleceğime pişman oldum.

Neyse Çengelköy'e geldim durumu anlattım ,üzülme filan dediler ama içlerinden ülen herife kırk yılın başında bişey yakıştı onu da kaybetti gibi bir bakışları var. Ya da bana öyle geliyor.


Ertesi gün firmadan haber geldi şapkanız bulundu gelin alın. Ülen oğlum ben Çengelköy'deyim şapka Esenler'de yol parası şapkadan fazla tutar. Siz dedim onu kargo ile yollayın ben buradan ücreti öderim.Neyse kargocu geldi parayı verirken kargocu paketi yere düşürdü tak diye bi ses geldi.Yav benim şapkadan bu ses nasıl çıkar yoksa miğfer filan mı yolladılar diye merak ettim. Neyse acele acele paketi açtım. OHHHH yarabbim şapkam sapasağlam karşımda,karşımda da yanında da bi tane açılır kapanır şemsiye.Yaw bizim şapka sağolsun yalnız gelmemiş yanında bi de şemsiye getirmiş...

Gürcan Karagöz
Ankara Cumhuriyet Lisesi

30 Temmuz 2011 Cumartesi

BEN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE SAHİP ÇIKIYORUM

Yine Şubat 2010 da ve sanıyorum Balyoz Davası ilk başladığında yazdığım bir diğer yazı..

../..

Önce dinimi kirlettiler.. Müslümanlığa yapıcı değil, yok edici darbeleri vurdular hep.. İslam'a en uzak noktaya sıçrattılar bilmeyeni.. Bileni bezdirip susturdular.. Öyle hızlı yayıldılar, öyle hızlı koydular ki adını.. Onlara karşı koyuşun adını din koydurdular bize.. Oysa Allah değildi karşımıza aldığımız.. Kur’an değildi.. Anadolumun en sarsılmaz birliğine inanç birliğine dil uzattırdılar.. Bunun adını Müslümanlık koydular..
Değildi..

Sonra Cumhuriyetime, anayasama dil uzattılar.. Yok muydu yanlışları, vardı elbet.. Yok muydu eksikleri, vardı.. Devrim muhafazakarlığı zarar vermemiş miydi hepimize, vermişti.. Özeleştiri yapmak lazım değilmiydi lazımdı.. Milletlere böldüler ülkemi.. Irklara.. Dinlere.. Tarikatlara... Oysa Mevlana'yı bağrına basan Anadolu'nun çocuğuydum ben.. Komşumun dinine, ırkına, kökenine hiç bakmadım o güne dek.. Yıllar sonra arkadaşlarımın kökenini öğrendim bu yüzden oysa.. Kimliklediler hepimizi.. Saflara ayırdılar.. Oysa kardeştik hepimiz bir zamanlar.. Komşum sadece komşum, arkadaşım sadece arkadaşım, dostum sadece dostumdu.. Bunun adını demokratiklik, açılım koydular..
Değildi...

Ülkemin aydınlarını topladılar tek tek.. Nedir aydın olmak..? Aydın, evrensel doğru düşünceyi yakalamak isteyen kişidir.. Ellerindeki ampulun ışığı dışında ışık sızdıran herkesi aldılar.. Yok muydu yanlışları, yok muydu ideolojileri, vardı.. Tehdit miydiler bu ülkeye.. Canınıza kasttettiler mi? Aydın düşüncenin tohumuna tahammülleri yoktu.. Bir ampul ışığında karanlığa mahkum ettiler bizi.. Oysa ülkem bu kadar karanlık mıydı sahiden..
Değildi...

Şimdi Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyorlar.. Darbe planı yapılmamış mıdır sahiden..? Yapılmıştır.. Yok mudur orduda eksikler yalnışlar ..? Vardır.. Bu mudur müdahale yöntemi..? Askerlik de kalkar mı dersiniz bu gidişle..? Lejyonerlere mi emanet edeceksiniz canınız ileride..? Bir ordu sahibi olmanın dünyadaki gücünü görmezden mi geleceksiniz..? Ordu militarist bir anlayışın sembolü mü sahi bu ülkede.. ?
Değildi...

Ne olacak bunun sonu dersiniz..? İçiniz rahat mı sizin..? Hazmı kolaylaştı mı örnekler çoğaldıkça.. Elinizde şüphe duymadığınız bir değer kaldı mı..? Sizden sonrakilere miras şüpheleriniz kaldı elinizde..

Bundan sonra hangi değerde sıra.. ?

Ben Türk Silahlı Kuvvetlerine sahip çıkıyorum sadece kendi adıma ya da tek başıma..!

Aylin Kosovaeri Şahin
Ankara Cumhuriyet Lisesi'88

DAHA NE BEKLİYORUM?

Bu yazıyı 23 Şubat 2010 tarihinde yazmıştım.. Bu gün gazete başlıklarını görünce yeniden aklıma geldi ve burada da paylaşmak istedim..

-0-

Güpe gündüz sokaktayız, en yakın arkadaşımı hırpalıyor mahallenin çocukları. İlk dalaşmaları değil bu aslında, ama daha önce hep sözlü sataşmalar olmuştu. Bir kaç sert restleşmenin ardından çekip gidiyorlardı. İri kıyımdır arkadaşım, güçlü kendine güvenli bir çocuk. Diğer mahallenin çocukları bile çekinirler ondan. Kendimi güvende hissederim onun yanında, gücünü göstermeyi seviyor olmasına kızmama rağmen korur daima beni, güvenirim. Dostumdur. Hataları olacak elbet, hangimizin yok ki.

Güpe gündüz sokaktayız, bir anda çıkıp geldiler arabaların arkasından, çekip kolundan ortalarına aldılar onu, kollarından yakalamış savuruyorlar. Sonra sırayla vurmaya başladılar, bir daha, bir daha... Bakamıyorum.. Sıktığım yumruklarım canımı yakıyor seyrederken onları, arkadaşımı kurtarmalıyım, onlar kalabalık ben ise tek başımayım.. Tırnaklarım batıyor avuçlarıma artık.. Omuzlarım yukarı doğru kalkmış, kollarım aşağı doğru gergin ve düz.. Cesaretle, korku arasında bir noktada bedenim.. Seyrediyorum arkadaşımı hırpalayışını diğerlerinin.. Daha ne bekliyorum?

Daha önce beni korumak için aynı çocuklara diklenişi geliyor aklıma, öne doğru bir adım atıyorum.. Sonrasında omzuma doladığı kolunun verdiği güven.. Kurtuluşum, gülümseyerek uzaklaşışımız ve o kahramanlık hissi..

Kırıldığım bir başka an beliriyor hemen gözlerimin önünde.. Gücüne güvenip bana koyduğu katı kurallar, kabul sınırlarımı zorlayışı.. Senin doğrun benimki olmak zorunda değil diye haykırdığım anlar yüzüne.. Yanağımda hissettiğim o korkuç acı, bana attığı o yumruk.. Bir adım geri atıyorum yeniden..

Günlerce görüşmemelerin ardından, apartmanın önünde karşılaşıp önce hafiften başlayan sohbetle yeniden oyuna dalışlarımız geliyor gözümün önüne.. Dostluğum, kişisel değerim..

Dudağından sızan kanı görüyorum.. Yine de başı dik mağrur, kaçmıyor, havaya da savursa yumruklarını, ne ağlıyor, ne yardım istiyor.. Ben duruyorum oysa.. Seyrediyorum yanlızca, ne yapmam lazım kesiremiyorum? Yardım mı istemeliyim..? Çığlık mı atmalıyım yoksa?

Göz göze geliyoruz bir an.. Bakışlarımı yere indiriyorum.. Yüreğimde bir ince sızı, yumruklarım hala sımsıkı.. O olsa asla beklemezdi, çoktan girmişti kavgaya biliyorum. Canım yanacak, korkuyorum. Biraz daha beklersem dostumdan olacağım.. En fazla yiyeceğim bir kaç yumruk oysa şu an.. Yok duramayacağım daha fazla... Karışıyorum kavgaya.. Bedenim ağırlaşsa da yediğim yumruklardan, ruhum hafifliyor..

Anlıyorum "değerlerime sahip çıkmak için mükemmel olmaları gerekmiyor... "

Bunları hissediyorum gazete başlıklarını okurken.. En yakın arkadaşımı dövüyor mahallenin çocukları, güvenliğimin garantisi, koruyucumu tartaklıyorlar gözlerimin önünde. Tırnaklarım batıyor avuçlarıma artık.. Omuzlarım yukarı doğru kalkmış, kollarım aşağı doğru gergin ve düz.. Cesaretle, korku arasında bir noktada bedenim.. Seyrediyorum arkadaşımı hırpalayışını diğerlerinin.. Daha ne bekliyorum?

Aylin Kosovaeri Şahin
Ankara Cumhuriyet Lisesi'88

28 Temmuz 2011 Perşembe

GAVUR İZMİR

İzmir’e uzaktan bakarken en çok ‘gavur’ tanımını severdim. Bir kere çok sevimli bir nüans. Biraz da imrenirdim galiba.. Çünkü bu esprili tanım, yurdumuzun genel sosyal yapısına oranla daha batılı, daha çağdaş, daha bilinçli, daha bilgili insanların kenti anlamında.. Daha fazla sayıda kaliteli müzik dinleyen, tiyatroya giden, okuyan demek.. Daha çok bayrak, daha çok Atatürk daha çok eğitim daha çok… her şey demekti. Kısaca beklentim çok, çıta yüksek!

Bir de yetiştirdiği şöhretler var tabii. Türkiye’nin neredeyse her mesleği, o mesleğin en üst seviyeyelerinde icra edenlerin çoğu İzmir’li. Listesini say say bitiremedim.
Ne mutlu! Demek ki ‘ne yaparsa yapsın ama en iyisini yapsın’ları yetiştiriyor bu topraklar. Hemşehrilik koyu kıvamda. (Bu bağlılık bu oranda bir de Adana’lılarda vardır. Bereketli topraklardan çıkarak Türkiye çapında ünlü ve başarılı olanların sayısı az değildir.Birbirlerini çok tutarlar ve desteklerler.)



İçinde büyümesem de İzmir’in rakı kokan otunu, annemin evinde görmesem de limonlu suda yüzen enginarlarını, her renk ve boydaki çekişkelerini, tuhaf isimli yemeklerini her nasılsa bilirim. Bizdeki -sarma¬-dolma-çeşit çeşit çorba- ile sınırlı yemeklere karşın, Şevket’le tanışıklığım olmuştur ve kendisini pek sevmişimdir !. Bağımız, sanırım ‘Şevket-i Bostan’ yemeğinin lezzetinden çok, bana pek de romantik gelmeyen isminin aklımda kalmışlığından kaynaklanmaktadır. Öte yandan yemeği icat eden marifetli kadının ilham kaynağının, belki de bu bitkiyi bostanından alıp ona getiren Şevket’e duyduğu aşk olabilme ihtimali yüksektir. En azından ben öyle düşünmekte bir sakınca görmüyorum. O zamanlarda da kalpler arasındaki mesafe, yolun mideden geçmesi halinde derhal kısalmaktaydı herhalde.


Mum ışığında yenen bir yemekte ’bir porsiyon şevket-i bostan rica ediyorum’ demenin ambiyansa uygunluğu tartışılabilirse de, ne gam? Bunların hepsi, ötesi, berisi, bahçesi, bostanı, İzmir’i gözümde her daim sıradışı yapmıştır.

Benim bu kentin herhangi bir ağacında takılı kalmış bir gençlik anım, bir bankında el izim, suyun öte yakasında bir yürek sızım olmadı. Yine de Sezen’in ezgilerini dinlerken, E.Özkök’ün kaleminin ucundan İzmir damlarken, şarabın rengine eş gün batımlarında -varsın fotoğraf olsun- ben de onlarla dalıp giderdim uzaklara. Ege’nin yeli, yaprağının sesi, bulutunun aksi bir başkadır derlerdi..Öyle güzel anlatırlardı.

Başka mevsimlerde, başka yağmurlarda büyüdüm ben..
Koynunda salıncaklarım.. Salıncaklarda uykularım..Gölgesinde nice heyecanlarımın barındığı.. Kocaman kollu geniş bağırlı kestane ağaçlarına ihanetim vardır: Sapsız çöpsüz gölgesiz, dalsız palmiyelere uzaktan sevdalanmışımdır.
Benim değildir, hiç olmamıştır ama bana müzikteki sekizinci nota gibidir İzmir..

Başka bir sevdam da, her köşesi santim santim örülürken, harcına kimlerin terinin karıştığını, duvarlarına kaç yankının gizlendiğini, merdiven trabzanlarına kimlerin elinin değdiğini hayallediğim görmüş, geçirmiş yapılarıdır. Her biri tarihin ta kendisidir. Ve bu büyülü kentte tarih kitaplardan okunmaz, tarih yaşanılır, tarih gözle görülür, tarihe dokunulur ve solunur.

Tahsin Sermet şanslı bir mimarmış. Konak’taki Devlet Opera ve Balesi ile Milli Kütüphane binalarını tasarlamanın gururunu yaşamış.
İmrendiğim o değil.

Bir mimarın şantiyesine Atatürk’ün hem de kaç kez kontrolör olarak gelmesi nasıl bir duyguydu acaba?

‘Tozun toprağın çamurun kusuruna bakmayın Paşam’ diye mi karşılamıştır onu?
‘Oğlum şu sandalyeyi çabuk temizleyin, acele paşama semaverdeki çayı tazeleyin mi demiştir?
….İç geçirdim.

İzmir’e geçen yıl gelip yerleştiğimde, yurt dışında araştırma yapan bir arkadaşım için Milli Kütüphane’den bir belge almam gerekti. Konak’ta otobüsten inince, trafik polisine, otobüs şoförüne, simitçiye, köşedeki gişelere, büfelere, mağazalarda çalışanlara, yoldan geçen kerli ferli bir beye, şık giyimli hanımlara ve çok sayıda gence Milli Kütüphane nerede diye sordum.

‘Bilmiyoruz’ dediler.

 Biraz ilerleyince kafamı kaldırdım. Konağın neredeyse tam göbeğinde, tam da karşımda Kütüphane.. Neoklasik tarzdaki zerafeti .. 5000i ‘emsalsiz değerde’ olarak kayıt altına alınmış 750.000 kitabı ve içinde Atatürk’ün dokunuşları ile..

 Görevli beni gezdirirken : Elimizde Victor Hugo’nun paha biçilmez bir orijinali eseri bulunuyor. Bunu görmek için Fransa’dan gelirler dedi.

İzmir’in Konağında boynum büküldü.

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi

AH , O FAYTONLAR..!

1962-1965 yıllarında Erzurum'da İstasyon mahallesindeki Demir Evlerde ikamet ederken, tesadüfen olacak,yine böyle faytonların çok sık dolaştığı bir mekandaydık.Buradaki en görkemli fayton bile İzmir'dekilerin yanında 3. el araba gibi kalıyordu.Yaz günleri bile olsa genellikle akşam saatlerinde hava serin olduğu için kilim vs.örtülerle kapatılmaya çalışılan faytonlar pek tercih
edilmezdi.

Erzurum'da yaşamış olanlar uzun süren kış mevsiminde, 6-7 ay zeminden hiç eksik olmayan buz üzerinde yaşamaya alışıktır.Yağmaya başladığında her bir kar tanesi ÖKSÜZ YAMALIĞI kadar büyük olur ve kısa zamanda her yeri kaplar,özellikle çok basılıp ezilen yerler buz tabakasına dönüşür.İşte bu zemin oluştuğu anda ,neredeyse faytoncuların tamamı,atla çekilen kızaklarını hizmete sokarlardı.Mevsim gereği atların ayağına karda - buzda hiç kaymayan özel nallar çakılırdı.Kızaklar meydana çıkması ile birlikte,halkın bunlara binebilmek özlemi ile artan, seyahat taleplerini karşılamakta zorlanırlardı.

Şehrin en uzak ve en en dik bölgesine bile gitseniz ,bindi,indi 150 Krş tek tip ücreti vardı,Benzin yıllarca değişmez fiyatı olan 87 Krş ta' kalınca fayton veya atlı kızak seyahati o kadar pahalı değildi.Üstelik bazılarında dizinize örtmek için Ayı veya Koyun postları vardı.Bu araçların,o bölgede yaşan insanların,sosyal yaşantısında, saymakla bitmeyen pek çok faydaları da olurdu.


Hasta olanlar,doğurmak üzere olan kadınlar hastahaneye yetiştirilir,düğün alaylarında kullanılır,hatta bıçkın delikanlılar,faytoncular tarafından iyi bilinen ''zamparalık'' mekanlarına ,oradan da hamamlara taşınırdı.Bu konu açılınca hatırıma gelen komik bir anımı nakletmeden duramadım.

Adını kurulduğu meydandan alan ERZURUM KONGRESİ ANITI karşısında ,sadece erkek öğrencilerin eğitim gördüğü,eski bir uçak hangarının parçaları ile yapılmış,TABUTLUK adı ile anılan,MERKEZ ORTAOKULU öğrencisi iken, önceleri hiç dikkatimi, çekmeyen,sonraları benim de aralarına katıldığım bir grup öğrenci,(bunlar saçı sakalı olan ve hatta okul dışında dükkanı bile bulunan,bazıları evli tipler) Salı ve cuma günleri belli saatlerde, meydanı gören pencerelere yığılıyor dışarıya bakabilmek için itişip kakışıyorlardı.onlardan birine sorduğumda;durumu öğrendim, Meğerse birkaç sokak ötedeki Erzurum Genelevinde çalışan kadınlar,Faytonlardan oluşan KORTEJ ile ve haftada 2 gün sağlık muayenesi için Hükumet tabipliğine gidip gelirken bu güzergahtan geçiyorlarmış.Faytonlardaki oturuşları ve giyimleri ; PROMOSYON amaçlı verdikleri aşırı frikikler nedeni ile çevrenin bütün esnafı işsiz güçsüz gezeni ve özellikle YETİŞKİN öğrenciler bu bedava show'u asla kaçırmıyorlarmış..!!!

Burada fayton'un sosyal yaşama ne kadar katkı sağladığını bir defa daha hatırlamış olduk.faytonlardan bahsederken;NE ALAKA diye soracağınız bir olay daha anlatacağım. Şu anda Hükumet Tabibi zat kimdi diye soranları duyar gibi oluyorum.Hepinizin tanıdığı bu kişiii..AZZZ SONRRAA. Kimliğini açıklamadan önce aynı doktor biz Çorlu'da iken yine kasabanın Hükumet Tabibi olarak çalışıyordu.İnanmazsanız karşılaşma imkanınız olursa kendisine sorun; Dediğim tarihlerde, dediğim görevlerde olduğunu, kendisi de doğrulayacaktır..Hatta kaderin cilvesi olarak okul tarafından benden istenen sağlık raporu sadece Hükumet tabibi olan bu ZAT tarafından verildiği için kendisine işim düşmüştü...


Evet şimdi sıkı durun BOMBA GELİYOR.!!!.. Bu ZAT , kız olsun (KADIN) olsun,erkek veya 3.cins olsun,bütün yurdun herkesin GÜZİN ABİ'si, PAMUKLU PRENS - MÜMTAZ İNSAN !!!

DR H-A-Y-D-A-R D-Ü-M-E-N 'den başkası değildi...

Hoşçakalın,sağlıklı kalın...

Ahmet Sıtkı Özsancak
Ankara Cumhuriyet Lisesi

26 Temmuz 2011 Salı

TUZ TAVALARI NEREDE?

Bir molekül asidin bir molekül bazla tepkimesinden doğan tuzun, hiçbir canlının onsuz yaşayamayacağı öneme sahip olduğu bilinir. İnsanoğlu'nun yiyebildiği tek kaya olan tuz, insanlık tarihinde de çok önemli bir yere sahiptir. Tuz uğruna birçok savaşlar, işgaller yapılmış. Örneğin ingilizler Hindistanı işgal etmiş... Tuz trafiğinin yönetildiği tuz yolları canlı birer ticaret alanı oluşturmuş. Ortaçağda simyacılığın önüne geçmek için tüm maden üretiminin yasaklanmasına karşın yalnızca tuz üretimi sürdürülmüş. Çin, Mısır ve Roma uygarlıklarının temelinde tuzun büyük önemi olduğu, çeşitli kaynaklarca vurgulanmakta...

Günlük yaşamda 14.000 (yazıyla; ondörtbin) farklı kullanım alanı olan tuz, devletlerin mali politikalarında da önemli bir enstrüman olmuş. Dünyada ilk fiyat müdahalesi, tuz fiyatlarına yapılmış. Yine devletler, savaş giderlerinin finansmanı için "tuz vergisi" uygulamışlar.  Askerlerin maaşları tuz'la ödenmiş. Etimolojik olarak ingilizce ücret anlamındaki "salary", latincesi "salinas" olan tuz'dan gelmektedir.


Tuz üretimi ilk çağlardan bu yana pek değişmemiş. Eğer şanslı bir coğrafi konumda iseniz, sırtınızı dayadığınız dağdan bir miktar kaya kopartıp, öğütüp satarsınız. Üretimi fazlaca bir zahmet gerektirmiyor. Ancak satacağınız pazara gidene kadar taşıması epeyce zahmetli... İkinci yöntem ise biraz zahmetli, bir o kadar da sabır isteyen bir yöntem olsa da, pazara taşıması kolay. Deniz kenarında iseniz, kıyının sığ olan yanına set yapıp, denizin çekilmesini bekleyeceksiniz. Oluşturduğunuz gölette kalan suyun güneş tarafından buharlaşması sonucu oluşan tuz tabakasını kazıyıp kazıyıp satarsınız artık.

Ülkemizin fantastik tarihsel güzellikleri arasında şimdiki Dalyan'da (antik adıyla Kaunos) tuz endüstrisi antik çağlarda çok gelişmiş. Öyle ki, Caunos ahalisi kocaman kayaları yontup, kocaman tavalar yapmışlar ve nasılsa deniz kenarına taşımışlar. Deniz yükselir, sular dolar, deniz çekilir, güneş suyu kurutur, caunos'lular da tavalarda kalan tuzu toplayıp ataları Caunos'un ve Byblis'in ruhuna deysin diye satarlarmış.


Bundan birkaç yıl önce Anadolu Medeniyetleri Müzesi konferansları arasında "Caunos Tuz Tavaları" konulu bir konferansa gitmeden önce biraz araştırma yapmıştım. Yukarıda özetle aktarmaya çalıştığım bilgiler yanında asıl beni etkileyen, tuz tavalarının bulunuşu öyküsü olmuştu.


Bir zamanlar Dalyan'da belediye başkanlığı yapan Suat Tufan, çocukluğunda Dalyanlıların İztuzu'nda bir yerden tuz getirdiklerini hatırlıyormuş. Zamanla teknolojinin gelişmesi, tuzun kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle artık kimse oradan tuz getirmez olmuş. Merakını gidermek için tuzlanın yerini soran Tufan'a yaşlılar, tarif etmişler. Tarif edilen yere giden eski başkan Tufan, tuzlayı hala tuz üretebilir durumda bulmuş. Tuzla, herkesin gözünün önünde ama kimse fark edemiyormuş. İztuzu Plaj İşletmesi'nin arkasındaki İztuzu Gölü'nün kenarındaymış tuzla. Kışın su altında kaldığı için görünmüyor, yazın herkes denize yöneldiği için o tarafa bakan olmuyor...


Rahmetli Prof. Baki Öğün tarafından başlatılan, onun ölümünden sonra da Prof. Cengiz Işık tarafından sürdürülen, muhtemelen halen de sürdürülen Caunos kazılarında Agora yanında tuz tavalarının yerinin gün ışığına çıkarılması da büyük önem taşıyormuş. Ancak kolayca bulunması gereken kocaman tavaların nerede olduğu bir türlü bulunamıyormuş.


Eski Başkan Tufan, bir gün Kaunos kazılarını yürüten Prof. Dr. Cengiz Işık'ı, "Hocam size bir yer göstereceğim. Belki ilginizi çeker" diyerek tuzlaya götürmüş. Tuzlayı gören Prof. Işık, sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Işık, "Biz hep yanlış yerlerde aramışız. İztuzu adının bize ipucu olduğunu anlayamamışız. Baki Hocam, (Prof. Dr. Baki Öğün) hep başına vurur ve 'nerede bu tuzla?' diye sorardı. Sağ olup, burayı görmesini çok isterdim" demiş.

Cengiz Işık hoca, konferansta daha önceden okumuş olduğum bu öyküyü anlatmış ve ; Baki hocamın ruhunun şu an aramızda olduğunu, bu tarihi duvarlar arasında gezindiğini hissediyorum demişti. Evet, ben de bir an için hissettim, bu tarih dolu ortam içinde onun varlığını. Ama bunun yanında, orada olmayan ve bu tarihi yapının gün ışığına çıkmasında önemli payı olanların kulaklarının çınlatılması, belki de ruhlarının şadedilmesinin de gerektiğini hissettim. Hissettim de nedense hocayı uyaramadım...


Gökten bana bu kez iki elma düştü:

-Kültür, bir tür birikim. Okumak yetmiyor. Yakın ve uzak çevrenin de önemli etkisi var.

-Yalnızca ölenler değil, çoğu zaman yaşayanlar da anılmak istiyor.


Bakalım sizin payınıza ne düşecek?

Yaşar Cengiz Çınar
Ankara Cumhuriyet Lisesi

20 Temmuz 2011 Çarşamba

TANRI İYİ İNSANLARLA KARŞILAŞTIRSIN

90'lı yılların başı...Sovyet zinciri kopmuş, her cumhuriyet bağımsızlığını ilan etmiş, 80'li yıllara kadar yaşanan gönenç, son on yılda bitmiş, tükenmiş, her bir ülke, bizim Bitlis'in 30 yıl kadar önceki hali... Yoksulluk, sefalet, işsizlik, karamsarlık diz boyu... O yıllar, özellikle Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetlerini öncelikle ülkemiz tanımış, herbirinde birer büyükelçilik açılmış, Bir an önce yeni dünyaya adapte olsunlar diye din müşavirinden tarım müşavirine tüm devlet kurumlarından görevliler gönderilmiş...

Memuriyetimin neredeyse üçte biri diplomaside geçti. Son görev yerim Taşkent Büyükelçiliği Ekonomi Müşavirliğiydi. Büyükelçiliğimize yaşlı bir Kültür Müşaviri atandı. İktidarlar değişince, üst kademe derhal yurt dışı tayine gönderilir. Kültür Bakanlığı'nın en üst düzey görevlisiyken hükumet değişmiş, buncağızı Taşkent'e göndermişler. Adamcağız aksi, asabi, huysuz bir ihtiyarcıktı. Belki bu kadar değildi aksiliği ama bu yoksulluklar ülkesinde tek başına kalınca muhtemelen daha da arttı. Ama yine de o ne denli aksi olsa da, biz gençler ona elimizden geldiği kadar yardım etmeye çalışırdık.



Akşam üzeri hem toplumun nabzını tutmak, hem de alışveriş için Alay Pazar'a gider, meyve, sebze alır, eve dönerdim. Pazarın girişinde yaşlı bir rus kadını eski bir akordiyonla eski rus melodileri çalar, gelen geçenden para almaya çalışırdı. Ben iyi bir dinleyicisi olmuştum. Her seferinde birkaç bozuk para attığımdan beni her görüşte şerefime "Kalinka" çalardı.

Günlerden bir gün Özbekistan Filarmoni Orkestrası Türkiye'de konser vermek üzere davet edildi. Gecenin bir vakti, Orkestra üyelerine uçak biletlerini vermek ve onları Türkiye'ye uğurlamak üzere Kültür Müşavirimizi aldım, havaalanına gittik. Herkes elinde enstrümanı, önümüzden geçiyor,

Biraz ilerimizde bana "kalinka" çalan yaşlı rus hanımı gördüm, Kültür Müşaviri'ne; bakın benim kalinkacı da gidiyor galiba dedim. Kültür Müşaviri hışımla karşımızda duran Orkestra şefine gitti, birkaç dakika hararetle birşeyler tartıştılar, sonra geri döndü.

-Ne oldu, ne konuştunuz, dedim

-Sorma, dedi, Şefe; o kadın Alay Pazar'da akordion çalıp, dileniyor. Onun ne işi var Türkiye'de, o gitmesin dedim,

Şef demiş ki; kadıncağızın damadı Rusya'ya kaçtı, bir kızı, bir de torunu var. Aldığı maaş 25 dolar. Bu maaşla ne kendisi, ne de evdekiler geçinebilir. Ne yapsaydı yani, bu yaşta yapabileceği tek şey akordionunu çalıp, evine biraz para getirmek. Kötü bir şey yapmıyor ki...

Bir an düşündüm, 80 yaşında bir kadın, MUTLULUKTAN DEĞİL, ÇARESİZLİKTEN yaşama sıkı sıkı sarılmış, yaşlı bedeniyle evine para getirebilmek için elinden ne gelirse yapmaya çalışıyor. Ömrünün son günlerinde hala büyük acılar yaşıyor...

Gökten üç elma düştü denir ya öykülerin sonunda; bu öykünün sonunda bana bunlar düştü:

Kimse yaptığı işten dolayı küçümsenmesin...
Tanrı gördüğünden ayrı koymasın....
Tanrı iyi insanlarla karşılaştırsın...

Bakalım size ne düşecek...
Yaşar Cengiz Çınar
Ankara Cumhuriyet Lisesi

14 Temmuz 2011 Perşembe

Doğru İnsan Olmak

Annem birinci kuşak Selanik Mübadili'dir. Hani Lozan Antlaşması ile 1923 yılından itibaren kafileler halinde karşılıklı olarak Anadolu'lu rumlar ve Yunanistan'daki türklerin trafiğinden...

Lozan Antlaşması imzalanmış, ilgili maddesi ile mübadele rejimi başlamak üzeredir. Yusuf dedem, Pembe ninem, annem ve ablası Nesibe teyzem ile 7 dayım Anadolu'ya geçmek üzere tedirgin bir bekleyiş içindedirler.

Rum palikaryalar sürekli rahatsız etmekte, dayımlar elde silah gece gündüz onların tacizlerini savuşturmak için nöbet tutmaktalar.

Yıllardır dedemlere bal getiren bir Yorgo varmış. Dürüst, namuslu... Dedem nineme demiş ki; Pembe, gemi bizi almaya gelince biz canımızı zor kurtaracağız, Nesibe'nin çeyizini Yorgo'ya verelim, bizim için ağırlık olur, Yorgo dürüst birisi, ona helal olsun...Ninem; halklısın demiş, verelim! Bulmuşlar Yorgo'yu, vermişler teyzemin çeyiz sandığını...

Gemi yanaşmış Selanik limanına, türkler bir an önce gemiye ulaşmak için kayıklara doluşmuşlar,
Dedem, ninem, 2 kızı 7 erkek çocuk, vira mübadele gemisi...

Gemi kalkmak üzere iken, uzaktan bir kayık, çala kürek geliyor. içinde bir adamcık. Kayık gemiye yanaşmış, içinde balcı Yorgo, iki elinde bir kocaman sandık....

Dedem dönmüş çocuklarına;

Şu Yorgo var ya, demiş, bizden önce cennete gidecek....Hem de bu dünyada...

Yaşar Cengiz Çınar
Ankara Cumhuriyet Lisesi

Siz hiç mutluluğu gördünüz mü?

Ablamı İstanbul'a yolcu etmek için Ankara Garı'na gitmiştim. Eşyaları yerleştirmek üzere ben önde, o arkada vagonda ilerlerken bir baba ile 7-8 yaşlarında biri kız ve biri erkek iki küçük çocuk gözüme ilişti. Kasaba pazarından alındığı belli, ama tertemiz elbiseleri üzerlerinde, ikili pulman koltuğa oturmuş, önlerindeki yemek tablasını açıp üzerine gazete kağıdından örtü sermişler, birkaç salkım üzüm, bir parça beyaz peynir ve bisküvileri özenle serpiştirmişler, bekliyorlardı. Yanlarından geçerken; "afiyet olsun Hemşerim, ne güzel bir sofra kurmuşsunuz" dedim.


Baba;" buyur ağabey sen de ye" dedi. Erzurum'dan geliyorlarmış, İnegöl'e düğüne davetlilermiş. Çocukların gözleri babalarının kanatları altında yepyeni bir dünya keşfetmenin heyecanıyla ışıl ışıl parlıyor, baba ise çocuklarına özenle hazırladığı sofranın gururuyla çocuklarını izliyordu. Kıza; "sen okula gitmedin bugün demek!" dedim" Neşeyle, "ama öğretmen'den izin aldık" dedi. Cennet sofrasına benzettikleri tabladan bir üzüm tanesi aldım, "sofranız bereketli olsun" deyip ayrılırken elinde birkaç gazoz şişesiyle bir erkek çocuk usulca arkamdan gelip aralarına ilişti. Yüzünde kendisini merakla bekleyen kardeşlerine ilk kez bindiği trenden inip, karşı büfeden gazoz alıp gelmeyi başaran muzaffer bir komutanın ifadesi vardı.

Yepyeni bir dünyayı görmeyi heyecanla bekleyen çocukların sevinci, bir şeyleri becerebilme cesaretinin verdiği kendine güven,

Çocuklarının karnını doyurup, onları yeni dünyalarla tanıştırma görevini başarıyla yerine getiren bir babanın gururu...

Her birinin küçücük dünyaları onları mutlu etmeye yetmiş de artmıştı.

Siz hiç mutluluğu gördünüz mü?

Hem de bir vagon dolusu... İnegöl'e gidiyordu.

Ben gördüm!

Yaşar Cengiz Çınar
Ankara Cumhuriyet Lisesi

Homeros (V.2)

New York şehrinin sembolü nedir?
- Özgürlük heykeli
Londra’nın sembolü?
- Big Ben Saat Kulesi ve Londra Köprüsü.
Sydney’in gururu ?
- Opera Binası tabii.

Paris’i sormuyorum bile..

İstanbul’un da, dünyaca ünlü  birden çok simgesi vardır. Hepsi birbirinden anıtsal, birbirinden değerli ve tarih kokan yapılar. Kimine göre Ayasofya, kimine göre de Kız Kulesi, Sultanahmet Camii.

Şehirlerin  simgeleri, anıtsal, tarihsel veya  görsel özellikleri ile dikkatleri toplayan değerlerdir. Mesela Rio’daki Kurtarıcı İsa heykeli.. Mesela  Roma’daki Closseum..
Bunlar ya Tac Mahal gibi dünyaca bilinen bir hikayesi olan ve o şehre damgasını vurmuş yapılardır; ya da Atatürk –Anıt Kabir- Ankara örneğindeki gibi tarihe mal olmuş kişiler ve  mekanlar birlikte  simge oluşturur.
 İzmir, deyince de birçoklarının aklına yalnızca Konak Saat Kulesi gelir.. Oysa tarihi ve konumu açısından İstanbul ile yarışacak zenginlikte bir ‘inci’ olan İzmir’in dünyada hiç önemi olmayan bir  saat kulesi ile  simgeleştirilmesi büyük bir hata olmuştur. Bu konu, günümüzde bir çok kişi ve kurumun da  dikkatini çekmiş ve gündeme alınmış durumdadır. Açıkçası  ben kendimi de söyleyecek sözü olan bir mimar kişi olarak görüyor ve bu önemli konuyu daha da açmak ve  vurgulamak gerektiğine inanıyorum.

Bu zarif  Saat Kulesi, tarihin elbisesini giymiş bir bilge kente ancak şık bir aksesuar olabilir. Ne yapısal olarak ne simgesel olarak İzmir’i temsil etmekten uzaktır. Çoğunluk İzmirli’nin bu saatin nereden geldiğini ve ne amaçla Konak Meydanının  ortasına dikildiğini bildiği  de  ayrıca şüphe götürür bir durumdur. Sadece çok küçük bir kesim, bu armağanı  için Alman İmparatoru II. Wilhelm’e  teşekkür etmeleri gerektiğinden haberdardır. Çünkü her ne kadar kendi içimizde tarihsel bir dokunuşa sahip olsa ve tüm İzmirli’lerce simge olarak görülse de,  dünyanın bu saatten  haberi yoktur!!
 Peki dünyanın İzmir’de, hem de Bornova çayının aşağı kısmındaki bir vadide yaşamış olan  bir ozandan haberi var mıdır?

?

Bu Anadolu ozanının yazmış olduğu destanlarla Klasik Çağ Yunan Edebiyatı'nı ve Yunan Mitoloji'sini derinden etkilediğinden;
 ayrıca bu yazıtların  tüm  Batı Edebiyatının şekil almasında çok önemli bir rol oynadığından;
 örneğin İrlandalı yazar James Joyce'un Ulysses'ini, İngiliz yazar Shakespeare'in Troilus ve Cressida'sını, Roma'lı şair Virgil'in Aeneid'ini, HOMEROS adlı  bu ozandan  feyz alarak yarattıklarından haberdar mıdır dünya?

- Evet..Hem de bin kere Evet!!   Homeros’tan ve Homeros’un   ünlü destanları olan  İlyada ve Odysse’den  tüm dünya insanının haberi vardır.
Buna karşın “Homeros” adıyla Yunanlılarca sahiplenilen HOMER’in
öz be öz İzmir’li olduğu;
Gökdere havzasında yıllarca dolaştığı, doğduğu bu topraklara  sonradan  onun adının verildiği;
barbarsözcüğünün ilk kez onun  İlyada adlı eserinde Anadolu’ya saldıran Avrupalıları tanımlamak için kullanıldığı  hiç kimse tarafından bilinmez.
 Bereket, Homer’in  yaşadığı mağaraları Alman Tübingen Üniversitesi’nden Prof. Manfred “Osman” Korfmann’* bulmuştur da  bizi dünyaya ‘ispat’etmek  zahmetinden kurtarmıştır !
………….
Burası Homeros vadisi.. Dünyanın en eski ve en  bilinen ozanının yaşadığı paha biçilmez topraklar. İzmir’i taçlandıracak, gururlandıracak  ve onu büyük bir  çekim merkezi haline getirecak olan  SİMGE,   kentin adının altına atılacak bir  HOMER imzası olmalıdır.
                         ……..

Birkaç gün önce bu olağanüstü vadideydik.
M.Ö 8. ve 9. yy da kimbilir hangi ağacın altında ne aşklar yaşanmış, hangi meyveler yetişmiş, havzasında hangi savaşlar  yapılmış, hangi ocak başında ne tür aşlar pişmiş topraklardaydık...

Bir savaş  komutanının seçimi olabilecek bir verandadan İyonya’ya, Homeros Vadisine  ve tüm körfeze  baktık. Homeros'la ilk  tanışmamızı hatırladık.. Lise öğretmenleri, müfredata uyarak bizlere sadece İlyada ve Odysse'yi öğretmişlerdi. O kadar....Oysa asıl bilinmesi gereken  daha pek çok detay her zamanki gibi bizde eksik kalmış.  Meğerse  dünyaca ünlü epik şair bizim İzmir'li hemşehrimizmiş!..Hem körmüş hem de gezgin.. Hem şairmiş hem de hikaye anlatıcısı..  Hem bilineni yazmış hem de bilinmeyeni. Çocukça bir anlatımı ve hayal gücü varmış. Basit ve  sade olan anlatımı klasmış  klasikmiş, makbulmüş..Truva savaşını  kendince kendine özgü yönleriyle yorumlamış.. Bu anlatım o kadar uzunmuş ki, diğer bazı ‘hikaye anlatıcılar’  da işe karışmış olabilirmiş.. Dili, lehçesi farklılıklar göstermiş. Bir kör için çok hakiki bir görüş gerektiren tasvirler yapmış. 

Meğer tüm dünya Homeros’u bizden önce ve bizden çok biliyormuş.
Meğer Homeros, İzmir'in sembolü olmak için vadisinde uzun zamandır bizi beklemekteymiş  ama  biz randevu için  yanlış  bir yerde,  bir saatin altında boşa zaman tüketmekteymişiz.
Biraz daha gecikecek olursak,  karşı komşu Homeros’a   Sakız adasında bir  dam bulacak ve biz İzmir’in simgesi dediğimiz  saatimizin bunca yıldır bize öğretmeye çalıştığı zaman’ı bir kez daha geri alınmaz bir biçimde kaçırmış olacağız.
 İvedilikle  uluslararası bir  amblem yarışması düzenlenebilir. Böylece  hem görkemli bir organzisayonla İzmir’in  KENT SİMGESİ  oluşturulmuş,  hem de tüm dünyanın  şahitliğinde   HOMER adı yaşadığı  topraklara kazınmış olur.

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi