28 Temmuz 2011 Perşembe

GAVUR İZMİR

İzmir’e uzaktan bakarken en çok ‘gavur’ tanımını severdim. Bir kere çok sevimli bir nüans. Biraz da imrenirdim galiba.. Çünkü bu esprili tanım, yurdumuzun genel sosyal yapısına oranla daha batılı, daha çağdaş, daha bilinçli, daha bilgili insanların kenti anlamında.. Daha fazla sayıda kaliteli müzik dinleyen, tiyatroya giden, okuyan demek.. Daha çok bayrak, daha çok Atatürk daha çok eğitim daha çok… her şey demekti. Kısaca beklentim çok, çıta yüksek!

Bir de yetiştirdiği şöhretler var tabii. Türkiye’nin neredeyse her mesleği, o mesleğin en üst seviyeyelerinde icra edenlerin çoğu İzmir’li. Listesini say say bitiremedim.
Ne mutlu! Demek ki ‘ne yaparsa yapsın ama en iyisini yapsın’ları yetiştiriyor bu topraklar. Hemşehrilik koyu kıvamda. (Bu bağlılık bu oranda bir de Adana’lılarda vardır. Bereketli topraklardan çıkarak Türkiye çapında ünlü ve başarılı olanların sayısı az değildir.Birbirlerini çok tutarlar ve desteklerler.)



İçinde büyümesem de İzmir’in rakı kokan otunu, annemin evinde görmesem de limonlu suda yüzen enginarlarını, her renk ve boydaki çekişkelerini, tuhaf isimli yemeklerini her nasılsa bilirim. Bizdeki -sarma¬-dolma-çeşit çeşit çorba- ile sınırlı yemeklere karşın, Şevket’le tanışıklığım olmuştur ve kendisini pek sevmişimdir !. Bağımız, sanırım ‘Şevket-i Bostan’ yemeğinin lezzetinden çok, bana pek de romantik gelmeyen isminin aklımda kalmışlığından kaynaklanmaktadır. Öte yandan yemeği icat eden marifetli kadının ilham kaynağının, belki de bu bitkiyi bostanından alıp ona getiren Şevket’e duyduğu aşk olabilme ihtimali yüksektir. En azından ben öyle düşünmekte bir sakınca görmüyorum. O zamanlarda da kalpler arasındaki mesafe, yolun mideden geçmesi halinde derhal kısalmaktaydı herhalde.


Mum ışığında yenen bir yemekte ’bir porsiyon şevket-i bostan rica ediyorum’ demenin ambiyansa uygunluğu tartışılabilirse de, ne gam? Bunların hepsi, ötesi, berisi, bahçesi, bostanı, İzmir’i gözümde her daim sıradışı yapmıştır.

Benim bu kentin herhangi bir ağacında takılı kalmış bir gençlik anım, bir bankında el izim, suyun öte yakasında bir yürek sızım olmadı. Yine de Sezen’in ezgilerini dinlerken, E.Özkök’ün kaleminin ucundan İzmir damlarken, şarabın rengine eş gün batımlarında -varsın fotoğraf olsun- ben de onlarla dalıp giderdim uzaklara. Ege’nin yeli, yaprağının sesi, bulutunun aksi bir başkadır derlerdi..Öyle güzel anlatırlardı.

Başka mevsimlerde, başka yağmurlarda büyüdüm ben..
Koynunda salıncaklarım.. Salıncaklarda uykularım..Gölgesinde nice heyecanlarımın barındığı.. Kocaman kollu geniş bağırlı kestane ağaçlarına ihanetim vardır: Sapsız çöpsüz gölgesiz, dalsız palmiyelere uzaktan sevdalanmışımdır.
Benim değildir, hiç olmamıştır ama bana müzikteki sekizinci nota gibidir İzmir..

Başka bir sevdam da, her köşesi santim santim örülürken, harcına kimlerin terinin karıştığını, duvarlarına kaç yankının gizlendiğini, merdiven trabzanlarına kimlerin elinin değdiğini hayallediğim görmüş, geçirmiş yapılarıdır. Her biri tarihin ta kendisidir. Ve bu büyülü kentte tarih kitaplardan okunmaz, tarih yaşanılır, tarih gözle görülür, tarihe dokunulur ve solunur.

Tahsin Sermet şanslı bir mimarmış. Konak’taki Devlet Opera ve Balesi ile Milli Kütüphane binalarını tasarlamanın gururunu yaşamış.
İmrendiğim o değil.

Bir mimarın şantiyesine Atatürk’ün hem de kaç kez kontrolör olarak gelmesi nasıl bir duyguydu acaba?

‘Tozun toprağın çamurun kusuruna bakmayın Paşam’ diye mi karşılamıştır onu?
‘Oğlum şu sandalyeyi çabuk temizleyin, acele paşama semaverdeki çayı tazeleyin mi demiştir?
….İç geçirdim.

İzmir’e geçen yıl gelip yerleştiğimde, yurt dışında araştırma yapan bir arkadaşım için Milli Kütüphane’den bir belge almam gerekti. Konak’ta otobüsten inince, trafik polisine, otobüs şoförüne, simitçiye, köşedeki gişelere, büfelere, mağazalarda çalışanlara, yoldan geçen kerli ferli bir beye, şık giyimli hanımlara ve çok sayıda gence Milli Kütüphane nerede diye sordum.

‘Bilmiyoruz’ dediler.

 Biraz ilerleyince kafamı kaldırdım. Konağın neredeyse tam göbeğinde, tam da karşımda Kütüphane.. Neoklasik tarzdaki zerafeti .. 5000i ‘emsalsiz değerde’ olarak kayıt altına alınmış 750.000 kitabı ve içinde Atatürk’ün dokunuşları ile..

 Görevli beni gezdirirken : Elimizde Victor Hugo’nun paha biçilmez bir orijinali eseri bulunuyor. Bunu görmek için Fransa’dan gelirler dedi.

İzmir’in Konağında boynum büküldü.

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi

Hiç yorum yok: