30 Eylül 2011 Cuma

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 2


Dün söze başlarken , bu güzel oluşumun öncüsünün değerli mezunumuz Yavuz Oran olduğunu söylemiştik. İnsanları bir araya getirmek, hele ki bir oluşuma dahil edip, bir düşüncenin peşine takmak öyle kolay bir iş değildir. Ama aramızda elini değdiği her işi mucizevi bir şekilde ayağa kaldıran Yavuz Bey gibi kişiler olduğu sürece, bizler daha nice güzel oluşumların altına okulumuzun adını yazdırarak, imzamızı atacağız.

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan ormanımızın bugüne gelmesinde emeği geçen değerli mezunlarımıza sözü bırakıyorum. Evet Abdullah Gürgün sordu, Yavuz Oran cevapladı.

ACL ORMANI'NIN ÖYKÜSÜ / YANAN BİR ORMANIN DİRİLİŞİ


Abdullah Gürgün :
Bu işe ne zaman, NEDEN giriştin ve ormanı gerçekleştirmek için neler yaptın/yapıyorsun? Şirince yangını ne zaman oldu? Şimdi kaç fidan var? Hedef 20 bin fidan mı yoksa sonra yine devam mı?


Dışardan kolay gibi görünüyor ama biraz bürokratik zorluklar da var gibi. Şimdi senin ACL ormanı gerçekleştirme deneyiminden yola çıkarsak başka okullar da bizi örnek alıp orman yapmaya kalksalar nasıl ve nereden başlasınlar, önerilerin, tavsiyelerin neler olabilir?

Yavuz Oran :

Yaz hafta sonlarını İzmir civarında sahillerde,  tarihi ya da turistik yerlerde geçiririz genellikle.  2008 Yılı Temmuzunun ilk haftasında bir cuma akşamından yola koyulup Kuşadası’ndaki yazlığında, annemi ziyarete  gitmiştik.  Akşam sofrasında söz döndü dolaştı Şirince’ye geldi. Yıllardır İzmir’de yaşıyor olmama rağmen, 1980’lı yılların sonunda  ancak bir kez görebildiğim, çok daha gelişip güzelleştiğini duyduğum halde bir daha gidemediğim gerçekten de adı gibi şipşirin bir köydü Şirince.  Hemen ertesi gün Şirince’ye gitmek hepimize uygun geldi.  Sabah erkenden yola koyulduk.  Köye girdiğimiz andan itibaren de gördüklerimize inanamadık.  Sanki bütün köy, bir elden çıkmış gibi yeniden düzenlenmiş, yolları doğal parke taşlarla kaplanmış, köy meydanına çıkan eski evlerin bulunduğu yol yerel giysi ve yiyecekler ile hediyeliklerin satıldığı turistik işyerleri ile şarap evlerinden oluşan capcanlı bir çarşıya dönüşmüştü. Ayrıca, çok sayıda çay bahçesi ve lokanta da açılmıştı. Ortalık yerli ve yabancı turist kaynıyordu. Oraya girelim, buraya bakalım, şurayı da görelim şurada da nar suyu içelim diyerek iki ikibuçuk saat içinde gezmedik sokak, görmedik yer, tatmadık şarap bırakmamacasına, bütün köyün altını üstüne getirdik. Köy meydanının orta yerine gelip, muhtarlığın yanındaki köy kahvesine oturduğumuzda yorgun ama çok mutluyduk. Kahvelerimizi yudumlarken, tam karşımızdaki ormana takıldı gözlerimiz. Art arda dizilmiş gibi duran tepe silüetlerinin dalgalandırdığı yemyeşil örtü büyüleyici güzellikteydi. Sağımızdaki sırtlara vuran akşam güneşi ile oluşan benzersiz görüntünün, seyrine doyulmaz anlarına tanıklık ediyorduk sanki. Tanımsız güzellikte, harika duygular yaratan, insanın ruhunu temizleyen, muhteşem bir yerdi Şirince..

Aradan bir hafta geçmemişti ki, (11 Temmuz 2008 günü saat 16.30 sularında) bütün radyo ve televizyonlar normal yayınlarını kesip, yüreklerimizi de yakan şu haberi vermeye başladılar : “İzmir’in tarihi ve turistik Selçuk İlçesi’ne bağlı Belevi beldesi yakınlarındaki Pranga mevkiindeki makilik alanda sat 16.00 sularında yangın çıktı.

Rüzgarın da etkisiyle zeytinlik ve çam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alana ulaşan yangına, Selçuk Belediyesi İtfaiye ekipleri ile Selçuk Orman İşletme Müdürlüğüne ait arazözler ve çevre ilçe belediyelerinden gönderilen araçlarla müdahale edildi. Şiddetli rüzgarın etkisiyle kısa zamanda büyüyen alevlerin 40 - 50 hektarlık alanda etkili olduğu, ancak bu alanın ne kadarının orman, ne kadarının otluk ve tarım arazisi olduğunun henüz belirlenemediği bildirildi. Yangının, rüzgarın yön değiştirmesi sonucu turistik Şirince Köyü’ne yöneldiği, yoğun duman altında kalan köy sakinlerinin ve turistlerin panik ve korku yaşadıkları ifade edildi. Yangına 30 arazöz, 7 yer ekibi, 300 orman işçisi, 7 dozer, 7 helikopter müdahale ederken, söndürme çalışmaları için hazır bekleyen 5 uçak ise rüzgar nedeniyle devreye sokulamadı. Şirince köyünde, hoparlörlerle yapılan anonslarla vatandaşlar, kova ve küreklerini alarak, söndürme çalışmalarına destek vermeye çağrıldı ve bunun yasal zorunluluk olduğu hatırlatıldı.

Yangının, üç kişinin eskimiş şeftali kasalarını yakması sırasında, makilik alana sıçrayan kıvılcımlardan çıktığı belirlendi. Kimlikleri saptanan bu kişilerin arandığı da aktarıldı.  Giderek Şirince köyü yakınındaki “Matematik köyü” ne kadar ulaşan alevlerin güçlükle söndürüldüğü, köyün yangından etkilenmemesi yönünde yoğun çaba harcandığı bildirildi”.
Bir anda, hiç de yabancısı olmadığım, 40 -50  yıllık kızılçamlardan göğe yükselen alevlerin, kapkara toprakların orasında burasında adeta yerden tüten  mavi dumanların ve iskeleti kalmış ağaçlardan oluşan koskoca ağaç mezarlıklarının o berbat görüntüsü gözümün önünde beliriverdi. Ertesi gün, Şirince’de toplam 700 Dekar ormanlık ve makilik alanın kül olduğunu acı içinde öğrendik. O yemyeşil denizden eser kalmamıştı !..  İnanılmaz etkilenmiştim.     

Sonraki bir haftayı da yurdun çeşitli yerlerindeki orman yangını haberleri ile geçirdikten sonra, gene Kuşadası’ndaki yazlığa gittiğimizde ve Selçuk’tan geçerken, hep Şirince yangınından söz edip durduk. Yeni hafta da orman yangını haberleri ile başlayınca, birdenbire, “bir şeyler yapılıp yapılamayacağı” aklımdan hiç çıkmaz oldu. Geç ve güç de olsa, o manzara geri getirilmeliydi mutlaka.  Birilerinin açtığı bir kampanyaya katılabilir ve katkı sağlayabilir miydim örneğin ?

Aradan birkaç gün geçtikten sonra yaz tatile çıktık.  Antalya Serik’e doğru yaklaştığımızda, kilometrelerce uzaktan görünen ve yaklaştıkça siyahlı grili duman bulutlarının bütün gökyüzünü sardığı bir başka orman yangını ile karşılaştık.  Bulunduğumuz yerin karşısına gelen dağın etekleri ile yanındaki tepede, bu tepenin arkasında, sağında ve  solunda kalan tepelerdeki ağaçlardan alevler yükseliyordu. Birileri, gördüğümüz bütün tepeleri aynı anda sabote etmişti sanki. Kimbilir oralarda da ne Şirince’ler vardı ? 


Tatil  dönüşü ilk işim, Çevre ve Orman Bakanlığı ve Tema başta olmak üzere ağaçlandırma ya da orman tesisi ile ilgili kurum ve kuruluşları araştırıp soruşturmak oldu.  İlk bakışta, bir orman yaratmanın çok masraflı  ve uzun vadeli bir iş olduğunu, bu nedenle yangın söndürme uçağı ya da helikopteri sayısını artırarak eldeki hazır ormanları korumanın daha akılcı olacağı inancına kapıldım. Biraz daha araştırınca, daha önce yapılması gereken işin havai elektrik hatlarına çare bulmanın, bir mercek gibi iş görüp otları tutuşturan  kırık şişe diplerini toplamanın, gereksiz yere anız yakmanın, arabalardan atılan izmaritlerin, bilinçsizce kesilen fidan ve dalların, otlatılan hayvanların ya da çam tırtıllarının yarattığı katliamı engellemenin çok daha kısa vadeli ve ucuz bir yol kanısına vardım. Ama, ortaokullarda seçimlik olarak okutulan Orman dersinin dahi kaldırıldığını, bu yöndeki eğitimlerin Bakanlık düzeyinde bile eskimiş afiş ve broşürlerde kaldığını öğrenmem de uzun sürmedi. Vardığım son nokta ise şuydu : Aslında bakımı yapılan bütün ormanlarda rutin işlerdi bunlar ve aslında ağacı ya da ormanı sevmenin de korumanın da en etkin yolunun ağaç dikmek idi.  Ağaç diken kişi, çok az da olsa bir “orman bilinci” ediniyordu. Bu arada orman bağışçılarının dikili bir ağacım olsun, üstünde de bir isim etiketim bulunsun gibi bomboş fantezilere saplanacak kadar bilinçsiz olduklarını fark ettim. Aslında soruna böyle bir mantık ile yaklaşan ve bağışcı olduğu kanısı içinde kendi kendine bir onur ya da mutluluk payesi çıkartan o kişiler, ”etiketlerin üretilmesi, bir fidana asılması, korunması..” gibi  (kaynak, zaman ve para israfından öteye geçmeyen) ne denli gereksiz ve anlamsız bir gösteriş takıntıları içine sıkışıp kaldıklarının bilincinde  değillerdi. Her ağaca bir minik plaket iliştirilmesi bedelinin vardığı nokta, bir orman bedelinin 1/10’una kadar ulaşabiliyordu. (Bir plaket 35 kuruş, bir fidan 4 TL). Diğer bir anlatımla, her ağaca bir bağışçının ismini asmak için kaynak, zaman ve emek harcamak yerine, bu nedenle ayıracağımız toplam tutar ile dikeceğimiz ağaç sayısını 10 yerine 11’e çıkartabilirdik. Ayrıca, tek başımıza 3 - 5  ya da 100 ağaç dikmek yerine, birleşerek örneğin 1000 ağaç diktiğimizde daha bir elle tutulur ve gözle görülür bir eserin bir parçası olduğumuzu hissedebilir ve birlikte hareket ettiğimiz kişiler ile paylaştığımız aidiyet duygusu nedeniyle de daha fazla tatmin sağlayabilirdik. Bu, bilinçlenme sürecini de olumlu etkilerdi..   


Bir süre sonra, hemen her gün özellikle internet ortamına girerek, ne aradığını bilmez bir şekilde, umutsuz, kararsız ve sanki içgüdüsel bir araştırma sürecinin içinde buldum kendimi.  Derken,  bilmem gereken ama hiç bilmediğim, aklıma gelmeyen ya da aklıma takılan çok sayıda sorunun yanıtına da ulaşmaya başladım ;  Fidanların hepsi dikiliyor muydu? Dikilen her fidan tutuyor muydu? Sulama ve çapalama yapılıyor muydu ? Sorular sonsuz, yanıtlar ise çok sınırlıydı. Ayrıca örneğin, her bağışçının, mutlaka kendi fidanının gelişimini görmek gibi bir önyargısı ya da takıntısı vardı. Ama bağışçının, kendi adlarına gerçekten fidan dikilip dikilmediğini,  dikilen her bir fidan için gerekli (sulama, çapalama gibi) bakımların yapılıp yapılmadığını bilme olanağıı yoktu.  Bir başka örnek ise TEMA Vakfı’nın ulusal bir kanalda açtığı meşelendirme kampanyasına asgari 5 TL’den başlayan KISA MESAJ bağışında bulunan ve hatta art arda 10 kısa mesaj gönderen iyiniyetli yurttaşın, ödediği her kuruşun önemli bir kısmının GSM operatörlerine gittiğini ve bunun ne anlama geldiğini bilmemesi idi.    


Giderek, her fidanı kendi ellerimle tek tek dikmediğim taktirde amacıma ulaşamayacakmışım gibi garip bir duyguya da kapılır olmuştum. Belki en doğrusu bir vakıf ya da dernek kurup kendi işimi kendim görmemdi.  Giderek, her geçen gün ilgimi yitirerek tam da olağan iş ve uğraşılarıma dönmüştüm ki,  2008 yılı Eylül ayının ilk haftası içinde hiç ummadığım bir sürpriz ile karşılaştım. Yoğun geçen bir öğleden sonranın ardından, randevu öngörmediğim bir saate büromun kapısı çalındı. Sekreterim, bir vakıftan geldiklerini söyleyen iki kişinin 2-3 dakikalık bir görüşme talep ettiklerini bildirdi.  20’li yaşlarında, şirin mi şirin, güleryüzlü 2 genç kız ! Ege Orman Vakfı’nda geliyorlardı. Bir solukta, yeterince aydınlatıcı ve inandırıcı tablet cümlelerle Vakfı, amaçlarını, gerçekleştirdikleri uygulamaları ve hedeflerini anlattılar. Bir fidan 4 TL  idi. Dilediğim kadar bağışta bulunabilirdim. Hatta istersem, 1000 fidanlık bir bağış yaparak kendi adımı taşıyacak bir koru ya da 4000 fidanlık Orman sahibi olabilirdim. Harita üzerindeki alanlardan dilediğimi seçebilirdim. Üstelik, ağaçlandırma alanları içinde Şirince  de vardı !  Diktiğim her fidanı yerinde görme olanağım olacaktı. Daha da iyisi, her fidanımın 5 yıl süre boyunca bakımı (ve tutmayan fidanların yerine yenilerinin dikilmesi de) bağış ücretinin içindeydi. Kaç liralık bağış yapmak isterdim ?  Düşünmek için süre istedim. Talep ettiğim zaman yeniden gelebileceklerdi. 


Bıraktıkları kitapçığı, internet sitelerini, referans listesinde adı geçen dostlarımı, yetinmeyip İzmir’deki gazeteci arkadaşlarımı, (İzmir Barosu’na da bir orman kurduklarını gördüğümden) Baro müdürünü de arayarak ayrıntılı bilgi aldım; Ege Orman Vakfı’nın ağaçlandırma başarısı % 100 gözüküyordu !  Bir anda tereddütlerimin tamamı ortadan kalkmıştı. İstediğim gibi mükemmel bir çözüme kavuşmuştum.



Koru da değil,  bir orman kurmalıydım ama ödemem gereken tutar az buz bir para değildi. Akşam oğlum ve eşime de konuyu açtığımda, harika tepkiler aldım : “Elbette koru değil orman olmalıydı da evet, az para değildi. Ayrıca aylardır kafama taktığım, çılgınca gönül verdiğim bu ağaçlandırma işi bir ormana dönüşecekse, o ormana mutlaka Yavuz ORAN adı verilmeliydi.  Oğluma kalırsa, o zaten 10 – 15 yıl içinde kendi adına bir orman kurabilirdi..”  Oysa, kafamdaki asıl sorun ormanın adı değil, fidanların parasının nasıl ödeneceği idi ! Peşin ödeme yapma olanağım olmadığı gibi, taahhütlere itibar edip levha asmıyorlardı. Taksitle ödeme yapamayacaktım..  “Orman bağışına ayırabileceğim birikimimin üstüne her ay bir şeyler koysam, sonraki aylarda karşılaşacağım acil bir durumda harcayıveririm” diye korkuyordum. 

(Devam edecek)

Abdullah Gürgün - Yavuz Oran

Hiç yorum yok: