13 Eylül 2011 Salı

3D VE BİZİM SİNEMALAR

Biz normalde filmleri bir perdede  bir resme bakar gibi iki boyutlu olarak izleriz. 3D  teknolojisi ile  üçüncü  boyut devreye girdi  ve derinliğin algılanması mümkün oldu. Şimdi perde yine iki  boyutlu ama artık sinemalarda dağıtılan özel gözlüklerimizle ve özel ses efektleri eşliğinde filmi mekanın içine girerek  bizzat içinde yaşıyormuş gibi izliyoruz..

Zekanın, hayal gücüyle buluşması sonucu ortaya çıkan 3D  büyüsünün tadını eminim, en çok  bizim dinozor nesil çıkarmaktadır.Torunu götürmek bahanesiyle, üç boyutlu filmleri izlemeye koşan dedelerin  sayısı az değil.

Bu dedelerin bir çoğunun bir zamanlar  boş kutulardan yapılma arabaları vardı. Bu kutuların da  kartondan tekerlekleri..Kutunun   ucuna bağlanan uzunca bir tel  mil görevi yapar, simit büyüklüğünde bir çemberle sonlanırdı. Bu direksiyon olurdu. Günümüzün dedeleri de ığğn ığğn ığğn diye motor sesleri  çıkararak saatlerce bu muhteşem arabayı kullanırlar dünyayı gezerler, mutluluğu tadarlardı.


Şimdi ise varsın çizgi film olsun.. Ralli pistlerinde en gözde spor arabaları kullanıyor hissi yaşamak torundan önce bu  dedelerin  hayal ötesi heyecanı olmalı.


Bizim sinemalarımızda yumuşacık, içine gömülünen koltuklarımız ve bunların kenarında bardaklıklarımız yoktu. O zamanki tahta sandalyelerin açılıp kapanma seslerini hala  hatırlarım.. . Meğerse ne kadar sert ve rahatsızmışlar. Hiç farketmemişim...

Bizim pop corn kültürümüz de olmadı. Sade gazozun içine leblebi atar, hem yer hem de içerdik. Buz kutularındaki dondurmanın adı frigoydu ama frigo buzzz diye satıldığından, aklımızda da o isimle  kaldı. Pahalı olduğu için aklımızdan midemize pek geçiş yapamazdı zaten.  Ayrıca şimdiki yumurcaklar gibi öyle her filmden sonra çizgi kahramanın oyuncağını istemeye kalksak şaplağı da yerdik herhalde.

Salonlarda bırakın 3D teknolojisindeki gerçek doğa seslerini;  filmin kendi öz sesini  bile duyabilmek tamamen şansa kalmıştı. Film akıp giderken ses birdenbire kesilir, aktörlerin ağzı oynar, ne dedikileri duyulmaz olurdu. Genel bir sağırlık yaşayan tüm seyirci 'makinist seeees seeees ' diye kendini paralayarak makinisti uyarmaya çalışırdı.

Filmin en güzel yerinde elektriklerin  kesilmesi de sıkça görülen bir felaketti. Kulakları sağır eden protesto ıslıkları, kibritler ve çakmaklar eşliğinde  …. makinisssstttt diye hiç suçu olmayan zavallıya  bağırmanın ne yararı olacaksa?  Film yarım kalmışsa, ertesi gün gelinip devam edilirdi.


Bizim sinemalar epik tiyatrolar gibiydi. Ortamı yakalayan seyirci, film kahramanı ile diyalog içine girer ve onlara göndermeler yapardı. Örneğin Ayhan Işık  kötü kadına çaat diye tokadı atınca tüm salon alkışlarla  inler;  fedakar ve masum anne   ‘o suçsuzdur asıl suçlu benim, beni asın ‘ dediğinde  yüksek sesle takdir sözcükleri söylenirdi.

Arada da  oyunculara tüyolar verilir ne yapması gerektiği  hatırlatılırdı: ‘Bak bak, yan tarafa saklandı.. Sakın o kapıyı açma..  Lan lan lan.. Baksana, arkandan yaklaşıyo lan..’ diye


Savaşlara çoluk çocuk hep birlikte ‘Allah Allah’ diye gidilir, zaferler beraber kazanılır,  göndere bayrak çekilince ortalık inlerdi.


Küçüklüğümüzde Anadolu Sinemalarında yaşanılan bir diğer olay  da, film esnasında çocuğunun çişi  gelen annenin çaresizliği ve bulduğu çözümdü! Karanlıkta onca insanı yarmak, yolu bulmak, pis tuvaletlerde çocuğu işetmek öyle kolay mı?

Hem üstelik o anda   esas oğlan kapıdan içeri girip, sevdiği kızı başkasının kollarında görmek üzereyken…. ‘Tam da buldu çişinin geleceği saati’ diye içinden söylenen anne, yavaşça çocuğun pantolonunu indirip gazoz şişesine uzanır, bir göz perdede, bir göz şişede…….


Kısaca komedi  perdede değil, bizim kendi aramızda  oynanırdı! Tam filmliktik yani.. Keyfi de buradaydı.

Ben bu gün dahi bir sinemaya gitsem burnuma, mazotla silinmiş tahta kokuları gelir.  Sanırım  zeminini temizlemek için petrol atığı bir malzeme kullanılırdı. Koku buradan kalmış olmalı.. Sinemanın o loşluğunu, o sessizliğini, oradaki fısıltılı konuşmaları severim. Omuz omuza oturan  iki  sevgilinin birbirlerine sokulmalarını,dünyaya umursamayan dertsiz tasasız gençlerin kıkırdamalarını izlerim, geçmişe dalarım. ...

Bizim baskılı yaşamımızda, korkularımızda, heyecanlarımızda, küskünlüklerimizde, ümitsizliklerimizde, aşklı ve aşksız tüm zamanlarımızda , hepimizin sığındığı tek kuytu limandı sinemalar...Melankoliye zaten eğilimli olduğumuz gözyaşı enflasyonlu çağlarımızda,  hüzünlerimiz, gönül acılarımız, sıkışan kalbimiz, derin soluklarımız, iç geçirmelerimiz, bir sinemanın kuytu köşesinde, perdesinin bir kıvrımında takılı kalmıştır .. Ya da bir filmin can alıcı bir sahnesine gizlenmiştir. Münir Özkul'un ünlü tiradındaki replikler gibi. Hepimizden bir parça vardır oralarda bir yerde..Bir sinemada.


Şimdiki gençler hayal güçlerinin sınırlarını  ne kadar  zorlarsa zorlasın,  kurnalı hamamlardan jakuziye, telgraftan e-maile, radyodan televizyona, benzin kokan burunlu otobüslerden müzikli tv kanallı iki katlı araçlara geçmenin büyüsünü anlayamazlar.


Ben şimdi kalkıp da ellerinde rengarenk, her boyda ve huyda telefon olan nesile  biz doğduğumuz zaman  ev telefonu için başvuruda  bulunulurdu, telefon sırası biz büyüyünceye kadar ancak gelirdi’ desem bana ne gözle bakılacağını biliyorum.


Onlar teknolojiye doğdular.. Yaşadıkları sürece bu teknolojinin çeşitli evreleriyle karşılaşacaklar ve hep bir gelişme içinde olacaklar. Bir çok yeniliğe bizim gibi ve bizim kadar şaşırmayacaklar.


Çünkü hiç birisi hiçbir zaman bir yüzyıldan diğerine atlayarak hatta uçarak geçmenin heyecanını bizler kadar bilmeyecek.. Biz eski ve yeniyi her ikisini de gördüğümüz için çok şanslıyız.


Dün bir arkadaşımın elindeki teknoloji harikası  cep telefonuyla  konuşurken söylediği cümle

ara nesil olan bizleri pek güzel tanımlıyor:

‘Kısa kesiyorum, jetonum bitmek üzere’


Jetonunuz düştü mü? 

Remide Arsan

Hiç yorum yok: