24 Kasım 2011 Perşembe

CANDAN AÇTIK CEHLE KARŞI BİR SAVAŞ

Öğretmenler gününde nedense ilkokul öğretmenimi hatırlarım önce, çok sevdiğimden değil aslında, ama sanırım beş yıllık bir beraberliğin izleri kolay silinmiyor insan hafızasından.. Kırk yaşıma geldiğimde yüksek sesle söyleyebiliyorum ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi.. Bunca yıldır belkide hiç edinmediğim sevgimden, saygım kalmış yine de geriye.. Yine bile içim sızlıyor bunu itiraf ederken, tıpkı çocukken İstiklal Marşı çaldığında ayağa kalkmamayı günah sandığımda hisettiğim gibi.. Günahı ne sanıyordum ondan da çok emin değilim oysa.. Ama saygımının sevgimin önüne geçtiği değerler edindirildiğim kesin..


17 Kasım 2011 Perşembe

EN ÇOK ŞÖHRET YETİŞTİREN EFSANE OKUL

Bazı okullar özeldir.

Hayır.. Paralı anlamında değil. Statü anlamında da değil..

Cafcaflı ismi olanlar hiç değil.

Özel…Yani sıradan gibi görünen sıradışılık anlamında.

Kök anlamında… Ve verdiği köklü eğitim anlamında.

İnsan olma notunun da sınav notu kadar önemsenmesi anlamında.


16 Kasım 2011 Çarşamba

KİMSENİN BİLMEDİĞİ GEÇEKLER

Her gün farklı kişiler başka başka açılardan depremde kimlerin ihmalinin olduğunu tartışa dursunlar gerçek kamuoyunun bildiğinden çok farklıdır:
Öncelikle;

Türkiye’de isteyen herkes müteahhit olabilir. Okuma yazma bilmese dahi kişi bir iki belge götürüp müteahhitlik karnesi alabilir ve gökdelen dahi inşa edebilir.

İnşaat gibi fevkalade önemli ve katmerli eğitimler gerektiren bir uzmanlık dalı, hiçbir mesleki nosyonu bulunmayan vasıfsız insanların tekelindedir. Dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur. Asıl deprem budur. Bu düpedüz cinayettir.



EVREKA!

Malum kış trendi, havalar soğur soğumaz milletden geri kalmayalım diye, bugün oğlumla salya sümük hastayız evdeyiz.. Bir kış günü evde sakin sakin vakit geçirmek gerçekten keyifli oluyor.

Hastayız dedim ya, o yüzden temizlik, yemek, iş güç falan da yok, kanepeleri parselleyip bir film izledik önce, teknolojinin gözünü seveyim biraz alışveriş sitesi falan da dolaştım yattığım yerden çok güzel oldu. Her gün hayatımızdaki tüm kaos ve zamanla yarışa rağmen alışkankık haline getirdiğim gazetelere bakmamak için epeyce oyalandım aslına bakarsanız.

Hatta gündüz iş yerimden girme fırsatım olmayan Face Book u açtım sağa sola biraz laf yetiştirdim. Ama sonra arkadaşımın yazdığı ve bir süredir gündemi yolundan çıkarmaya çalışan bedelli askerlik hakkındaki aşağıdaki cümleleri okuyunca duramadım açtım gazeteyi..

"Bakan acikladi: kredi kartina bedelli askerlik... Komutan: nasilsin asker? Askerler: VADAAAAAA...."

Gazete de başbakanımızın çalışmaların sonuna gelindiği ve en geç önümüzdeki haftada açıklanacağını söylediğini okudum. Arkadaşımın yazdığı başlığı görünce epeyce güldüm aslında bu ülkede yaşanan ölüm haberi içeren olayların bir çoğuna güldüğüm gibi. Hani öyle Engin Ardıç'ın Atatürk diktatör değildir diyenlere güldüğünü söylediği yerimle değil, ağzımla.. Netekim herkes ağzı neredeyse orasıyla gülebiliyor, bu anlamda Sayın Ardıç'a da kızmamak lazım olduğunu da burada yeri gelmişken belirtmek isterim.

Huyum kurusun işimde dahil her konuda paranoya üreterek tüm ihtimalleri gözden geçirdiğim için, bir yandan gülüp, bir yandan gazeteye göz gezdirirken, öte yandan düşünmeye de devam ediyordum. Aslında bir kaç gündür aklımda gezinen şöyle bir soru vardı?

"Ülkenin içinde bulunduğu dönem göz önüne alınacak olursa, özetle ordunun yıpratıldığı ve bulunan her yöntemle bastırıldığı, ölümün kol gezdiği, terörün tabiri caiz ise "top yaptığı" ve bütün ortadoğu ülkelerinde sıcak iç savaştan doğan ateşin sınırötesine sıçrayan kıvılcımlar ürettiği düşünülerek, her zaman alıştığımız gibi gündem değiştirmek için kullanılan bedelli askerlik meselesine bu defa sadece gülüp geçmeli mi? yoksa bir çapanoğlu aramalı mıydı?"

E Türk'ün aklı belki evde hasta yatarken de gelebiliyor ve atalarımız bunu gözden kaçırmış olabilirlerdi. Bu bağlamda bence hazır vaktim de varken bir çapanoğlu aramakta sakınca görmemekteydim açıkçası.

Askerlik dediğimiz şey neydi.. "Vatan hizmeti".. Ne diyordu askerler "Her şey vatan için", şehit anaları ne diyordu "Vatan sağolsun" ben bu haberi hangi gazete de aramıştım "Gazete Vatan".. İpuçları beni doğrudan "vatan sevgisi" konusuna doğru götürmüştü. İyi de öte yandan benim de bir oğlum vardı. Ülkede ülan edilmese de bir doğal afet ve milli yas, ayrıca yine söylenmese de iç savaş tarzı bir durum vardı. Aslında bir de darbe olacaktı da neyse onun önünü aldılar, öbürleri hala duruyor..

Neyse konuyu dağıtmayalım, evet benim bir oğlum vardı, arkadaşlarımın da bir çoğunun erkek evladı vardı. Dünyada erkek nufusunda bir artış mı oluyordu ne? demiyeceğim elbette. Biz çocuklarımızı bu şartlar altında "en büyük asker bizim asker" nidaları içerisinde askere güle oynaya gonderir miydik? Yoksa arkadaşımın da söylediği gibi kredi kartına peşin fiyatına on taksit ile groupfoni indirimi kullanıp, turkcelliler yaşadı kampanyalarından faydalanıp, bir de üzerine word puanımızı ekleyerek bankalar önünde kuyruklar oluşturur muyduk?

Düşündüm karar veremedim bir anne olarak.. Kafam karıştı.. Hani şu Kahpe Bizans filmindeki gibi onu "asker yapmayın beni yapın" diye ortaya atlayıp , ağlasam ratinglerim yükselir miydi acaba? Ben bu vatana oğlumu değil kendimi feda etmek istiyorum, onsekiz yaşına gelince o da kendi kararını kendi versin diyeceğim ama gel gelelim o zaman da ben onsekiz yaşımdayken bunu yapar mıydım diye kendimi dönüp sormam gerekti. Kırk yaşımda buna vereceğim cevap "evet" aslında ama o yaşlara geri dönüp bunu kesinleştirmek biraz zor.

Sonra buradan nereye mi vardım? İkilemler.. Son donemde neredeyse ikilem yaşamadığım konu kalmamıştı gündeme dair. Gazete ve internet ortamında yayınlanan beyanların neredeyse çoğunun bir kısmına katılıyor bir kısmına katılmıyordum. Hiç ortası yoktu ya da tamamen katıldığım düşünce yapısı o kadar azdı ki.. Albert Camus'un yabancısı ben miydim acaba? Yoksa gazetelerin yalancısı mıydım?


Neyin bedeliydi sahi bu askerlik ücreti? Hem sonra bu toplanan paralar ne olacaktı, depremden mütevellit önceki hükümetlerin uygun gördüğü vergilerle GrahamBell'in bizlere armağan ettiği iletişimin bedeli ile yapılan duble yollardan sonra, triple yollar mı yapılacaktı ülkeye? Yoksa TSK nın cebine girecek de militarist bir yonetim arzusuyla darbe üzerine darbe yapmalarına mı yarayacaktı. İkinci alternatifi pek sanmıyorum zira orduda darbe yapacak üst düzey yetkili kalmadığından ve neyse parası vermiş içeride bir askerliğe bakıp çıkacak arkadaşlarla da darbe yapılamayacağı gün gibi ortadaydı.

Durun durum bu bedelli askerlik paraları ile belkide daha önce bahsi geçen ama ülkede konu konuyu açtıkça unutup gittiğimiz diğer şeylerden biri olan paralı sınır birlikleri mi kurulacaktı yoksa? Parayı veren düdüğü ay pardon sınırı çalacak mıydı ki?


Derken bir de baktım intertnet dünyasının siyasi videolarının en fazla hit alan kahramanı değerli Muammer İnce almış elinde 10 Kasım ve I. Abdülmecit'i anma törenleri davetiyelerini bas bas bağırıyordu. Niye 10 Kasım davetiyesi fotokopi imiş de Abdülmecit'inki süslüymüş. Yarın ki gazetelerde beklediğim göz yaşları içerisindeki açıklama "Efendim siz de takdir edersiniz ki, ulu önder Atatürk gösterişi sevmezdi" . Hadi buyrun, var mı itirazı olan, koskoca ihtişamlı bir Osmanlı Padişahının anma davetiyesi de elbette ihtişamlı olacaktı bu durumda, bunda yanlış anlayacak ne vardı?

PKK askerimi ve sonunda sivilleri kırıp geçirirken öfkeyle ağzdımdan Kürt kelimesi çıkmasın diye dikkat ediyordum çünkü hedefim bu ülke de yaşayan Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil BDP ve PKK'ydi doğrudan.. Bu ikimele düşenleri yanıltmak bu ikilemi kullananların ekmeğine yağ sürmek istemiyordum.

Van da yaşanan büyük deprem ve ardı arkası kesilmeyen artçılar sonrası enkaz altında, soğuktan donarak ölen yaşlı, gençi çocuk herkes için içim kan ağlarken bir yandan aman yardımlar PKK ya gidiyor dikkat edin uyarıları neticesinde ikilem yaşamadınız mı bir çoğunuz  ve hala yaşamıyor musunuz? Önemli olan niyettir ben elimden geleni yapayım, kul bilmezse Allah bilir demediniz mi çoğunuz yardımlarınızı gönderirken? Ben dedim..

Sayın Egemen Bağış'ın bir yurt dışı üniversite gezisinin 10 Kasım saat dokuzu beş geçe Atam dolma bahçede saatine denk gelmesi sonucu,  türban ve ergenekon meselelerinin Atatürkçü düşünce temeline dayandırmak suretiyle sarfettiği sözde Atatürk'ü öven cümleleri, eminim bir çoğunuzun kafasında soru işaretleri ve şaşkınlık yarattı. Atatürkçü düşünce huzur ve refah demektir dedi kendisi ayrıca, Atatürk düşüncesinin AK Parti yorumunu mu dinledik yoksa sabah mahmurluğu kafası mı karışıktı bilmiyorum.

Ardından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir terörist cenazelerinde ön saflarda yer alırken birden bire depremde yaptığı yardım ve destekten dolayı TSK ya teşekkür etti. İş başka arkadaşlık başka diye mi düşündü bilmiyorum.

Gazetelerde son terörist ölümlerinin ardından cenaze evlerinin Türk bayrakları ile donatıldığı haberlerini gördük. Evladı terör örgütüne yem oldu diye aileler de PKK destekçisi değildi elbette ama o bayrakları gorene kadar kaçımız bunun farkına vardık. Sonra Feribotta etkisiz hale getirilen teröristin cenazesine katılan ve alkış tutan BDP milletvelikili Tunceli ve diğer tüm PKK ve BDP yandaşlarını terörist in annesinin cenaze evinden kovduğu haberini okuduk. Ne hisettiniz? Ne düşündünüz bilmek isterdim. Maçta gol atılınca hisettiğiniz o taşkın "Goool" çığlığını mı atmak istediniz - ben bir ara oyle hissettim-, yoksa acılı Anadolu anasının alnından öpmek mi istediniz. Peki bütün bu haberler olmasaydı, o teröristin bir ailesi olduğunu ve aslında terör örgütüne karşı bir vatansever olabileceklerini hiç düşünür müydünüz? Yoksa sanal ortamlarda bir çok insanın yaptığı gibi "En iyi Kürt, ölü Kürttür" temelli düşünce akımına mı kapılır giderdiniz? İkilemlerle dolu ülkem benim..

Bunu savunduğum için yani o terörsitin ailesinin de bir vatansever olabileceği gerçeğini göz önüne almanızı istediğim için ben terör örgütüne veya Kürt kökenli vatandaşlara sempati yaratmaya çalışmakla suçlanır mıyım dersiniz? Tıpkı Kur'anı övdüğümde yobaz, Atatürk'ü övdüğümde dinsiz sayılabildiğim gibi. Her şey bu kadar siyah beyaz mı bu ülkede? O zaman acilen bir KaraParti kurmak lazım AkPartinin karşısına ki, ak parti, kara parti bir an önce belli olsun biz bu ikilemlerde boğulmadan önce..

Tüm bunları düşünürken düşünürken gazetede gördüğüm şu haberle şimşekler çakıverdi beynimde..
Sayın Başbakanımız hani BDP nin PKK ültimatomu üzerine meclisten çekilse mi çekilmese mi tartışması yaşaması üzerine, "Çekilseler kaç yazar, çekilmeseler kaç yazar" ya da benzeri bir şey söylemiş ya.. İlkin şöyle düşündüm.. "Öyle tabe yeaa... Kimmiş ki onlar?", ardından şöyle düşündüm "Oğlum burası meclis değil mi? Kim var bu mecliste? Milletin vekilleri? E tamam da bunlar milletin değil teröristin vekili olmuşlar.. Mecliste ne işleri var gerçekten? Ama öte yandan bir başbakan milletin vekilleri için çekilse kaç yazar çekilmese kaç yazar der mi yaa? Derse bu nedemektir? Meclis beni bağlamaz mı demek? Al sana bir ikilem daha, dahası bir ironi..

Sonunda yıllardır o gündemden bu gündeme sekerken, daha bir tanesini düşünüp taşınmadan öbürüne kafa yormaktan sersemlememizin nedeninin bu hükümetin "sürekli gündem ve ikilem yaratma marifetiyle" olduğunu ve bu sersemliğimizin bizi eriştirdiği koyun mertebesi neticesinde de bu gün gelmiş olduğumuz durumun temel noktasını bir çırpıda çözüverdim. O halde "evreka" ..

Taa ki, yarın yeniden günlük kaos ve zaman yarışına girip, iki arada bir derede gazetede değişen gündemi takip edip kafamı kurcalayacak yeni bir konu bulana kadar elbette.. O yüzden unutmadan yazayım dedim..

Şimdi hastalığıma ve mırıldamama kaldığım yerden devam edebilirim.

Saygı ve sevgilerimle
AKS

13 Kasım 2011 Pazar

ANADOLU DOĞURUYOR DÜNYA TARİHİ DEĞİŞİYOR

TAŞ DEVRİNDE yapıldığı belirlenen tarihin en eski yapıtları Urfa’ya 15km mesafede Örencik Köyü yakınlarında Göbeklitepe’de ortaya çıkarıldı.
Bu devir, çanak çömleğin henüz yapılmadığı, yazının bilinmediği madenin keşfedilmediği en ilkel zaman dilimi olarak bilinirdi

İlk insanın mağaralarda yaşadığının varsayıldığı zamanlara ait,
T şeklindeki kolonlardan ve labirentlerden oluşan mükemmel bir mimari sistem ile karşılaşılması dünyada büyük şaşkınlık uyandırdı.

Dikilitaşlar 11.500 yaşında. Üzerlerindeki kabartma hayvan figürlerinin olağanüstü tekniğinin ve mükemmel ustalığın açıklanabilmesi ve herhangi bir örnekle benzeştirilmesi mümkün olmadı.
Henüz tekerlek icat edilmemişken, 15 tonluk taşların 300-500 metre öteden nasıl taşındığı ve 4- 5 metre yüksekliğindeki kolonların mono blok kayadan nasıl yapılabildiği hala tartışılıyor.
Bu teknolojinin beraberinde bir sosyalleşmeyi getirdiği ve bunun da belli bir iletişimi gerektirdiği çok açık.

Bu durumda, bilim adamları ‘pardon!’ demek ve Neolitik Çağ derslerine en baştan başlayarak çalışmak zorunda kalacaklar.Çünkü insanoğlunun uygarlık gelişim süreci bilgileri artık tarihe karıştı.
Ya da Göbeklitepe ‘tarihi karıştırdı’ demek daha yerinde olacak.
…………….

Göbeklitepe, ‘Dinin Doğuşu’ başlığı ile National Geographic’e kapak oldu. Der Speigel dergisi, History Channel, New York Times, Newsweek de bu taş devri mimarisini tüm dünya gündemine taşıdı.

Bu güne kadar, tarihin en eski yapıtları olarak;

Malta monolitikleri M.Ö 3600
Stonehedge M.Ö 3000-
Piramitler M.Ö 2650
İnka Machi Pichu M.S 1450
bilinirdi.

Göbeklitepe yerleşkesinin (M.Ö 9600) Gize'deki Keops piramitinden 7000 yıl önce inşa edilmiş olduğu kesinlik kazandı.

Göbeklitepe'yi kazan arkeolog Klaus Schmidt bu alanı tapınaklar tepesi olarak açıklasa da; insanlığın henüz yerleşik düzene geçmesinden ve din olgusuyla tanışmasından çok önce yapılmış olan bir yapının tapınak olma ihtimaline kuşku ile yaklaşanlar var.

Der Spiegel’in yapmış olduğu 'Adem'in yaşadığı yer' ve ‘Gizli Cennet’ tanımları gerçekçi bulunmuyor.
Dönemlerden Taş Devri... Takvimler M.Ö 9600 ü gösterirken,

Harran Ovasında kendilerine özgü medeniyetleriyle Fred Çakmaktaş’lar, Yabaduba duuuuu sesleriyle yaşamış olabilirler mi?
…………….
Şu anda paha biçilemeyecek bir hazinenin üzerinde oturuyoruz.

Şu anda Anadolu, hiç olmadığı kadar zengin, hiç olmadığı kadar bereketli.

Ülkemiz çok önemli bir doğum sürecinde. Bu doğumu kolaylaştıracak her olanağın sağlanması için yetkililer ilgili birimlerini hızla harekete geçirmelidir. Konusunda uzman kişilerin çalışmalara katılması, sivil toplum kuruluşlarının devreye girmesi, sadece bölgede değil, Türkiye’deki tüm duyarlı insanların ve özellikle üniversite gençlerinin gönüllü hizmet vermesi hayati önemdedir. Bu proje ülkemizin geleceğidir.

Aldığım son bilgilerle Göbeklitepe güncesi şöyle:

Kazı Arkeolog Klaus Schimidt başkanlığında bir Alman Ekip tarafından başarıyla devam ediyor.
Çok kısa süre içinde büyük ölçekte turist akınına uğrayacağı bilinen bölgenin, yolu bozuk, ulaşım zor.
W.C, büfe, danışma, dinlenme alanı, hediyelik eşya kitap satış dükkanı, teşhir salonu gibi, turist ve araştırmacılara yönelik hizmet üniteleri bulunmuyor.

Plato sit alanı olmasına rağmen, arabalar kazı alanına(üstüne) park ediyor.

Kazı alanına yaklaşım, antik kente giriş, gezi yolları dağılım projesi Ankara’da bekliyor.

Gişe yapılmadığı için Kültür Bakanlığı bekçi atayamıyor.

Koskoca alanı üç tane köylü vatandaşımız koruyor. Onların maaşlarını da Alman’lar ödüyor.
Taşınabilir bir heykel çalınmış.

Neolitik bulgularla ilgili olarak hazırlanan İngilizce kitap, finansman zorluğu nedeniyle basılamıyor.
Hazırlanan diğer 3 kitap için de ayrıca sponsor aranıyor. Kitapların tüm dünyadaki müzelere ve üniversitelere ücretsiz dağıtılması için yardım bekleniyor.

Remide Arsan

12 Kasım 2011 Cumartesi

ANKARA CUMHURİYET LİSESİ 52. KURULUŞ YIL DÖNÜMÜ DUYURUSU

Sevgili arkadaşlarımız,

ACL 'mizin 52. kuruluş yıldönümü töreni 19 Kasım 2011 Cumartesi günü Okulumuz B binası (80.Sokak Emek/Ankara) konferans salonunda saat 14.00'de yapılacaktır. Aynı gün sabah Okul, Resmi Kurumlar için yapılacak sınavlara tahsis edilmiştir. Bu nedenle bu yılki kutlama töreni saat 14.00'e alınmıştır.

Kuruluş törenimizi onurlandırmanızı önemle rica ederim.

Saygılarımla
Yekta IŞIKOĞLU
Ankara Cumhuriyet Liseliler Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı


Program:
1. Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı,
2. Başkent Üniversitesi "Orkestra Akademik Başkent" sanatçılarından dinleti,
3. Dernek Yönetim Kurulu adına konuşma,
4. Lise Müdürümüzün konuşması,
5. 2010-2011 öğretim yılı Lise birincisinin ödüllendirilmesi,
6. Heykeltraş Metin Yurdanur'a plaket sunumu,
7. Yenimahalle Belediyesi, TUBİL Halk Dansları Topluluğu'nun gösterisi,
8. Gözleme ikramı.

NOT:

1- Ulu Önder Atatürk ,18 Kasım 2011 Cuma günü saat 11.00 de Ankara Cumhuriyet Liselilerce ziyaret edilecektir. Mozeleye çelenk koyma merasimi yapılacaktır. Tüm ACLlileri Atamızın huzuruna bekliyoruz.

2- 52. Yıl gece etkinliğimiz 19 Kasım 2011 saat 19.3o 'da PARK HOTEL'de (Simon Bolivar Caddesi No:32 Çankaya/Ankara) yapılacaktır.Bir kişilik davetiye 65,-TL. olup, Yönetimden temin edilebilir.

3- 20 Kasım 2011 Pazar günü saat 10.oo da FEVZİ HOCA (Orman Genel Müdürlüğ Lojmanları Beştepe-Ankara) da brunch düzenlenmiştir. Brunch ücreti 20,-TL.dir.
Bilgilerinize sunulur.

PARİS’TE BİR ÇİPURA !

                                                  
Yaşam tesadüf ve mucizeler ile dolu. Ne zaman nelerle karşılaşacağımızı ve bir anlık değişimin bizleri tahmin ve tasavvur edemeyeceğimiz nasıl bir başka dünyaya götüreceğini bilemiyoruz.  


 Bu, yıllardır doğru diye bildiklerimizin ya da zamanla huy haline getirdiğimiz alışkanlıklarımızın bir anda değişimine de yol açabiliyor. İşin sırrı, sıradan bir karşılaşmayla ya da dinlediğimiz minik bir öykü ile başlayan “o an”da yatıyor !. .

Sevgili okuldaşım Enis Akdağ‘ın asıl mesleği serbest muhasebecilik ve mali müşavirlik. Günün birinde balık çiftliği işine merak salmış. Sorup soruşturayım, araştırayım derken, kendini Urla ÖZBEK’de kurduğu bir balık çiftliğinin başında bulmuş.

Arada bir büroma uğrar Enis; çay kahve içer sohbet ederiz. Enis’in en özlediğim yanı, sakin sakin anlattığı (yaşanmış) öyküleridir. Keyifle dinlediğim her öyküsünün çarpıcı, bir o kadar da öğretici yönleri vardır. Artık İzmirli sayılırız, İzmir’in işi gücü sabah akşam çipura yemek. Evelallah, balığın tazesini bayatını ayırt etmeyi de öğrendik. Doğal deniz çipuraları pahalı oluyor diye, daha sağlıklı olduğunu duyduğumuz toprak havuz çipuraya da talim eder olduğumuzu itiraf edeyim. Tam da böyle bir birikimin üstüne, Enis’in anlattıklarını duyduktan sonra, şoka girip, hiçbirşey bilmediğimi de kabul ederek, ”paylaşmamak büyük bencillik olur” diyor ve onun ağızından harika bir çipura hikayesini sizlere aktarıyorum sevgili arkadaşlarım :


1988 yılı sonuydu, çiftliği kurdum. Doğal yem kullanıyorum.. İhracat yapabilirim ama Pazar bulmakta zorlanıyorum. Oraya git, buraya git. Ona sor, buna sor.. Her önüme gelene anlatıyor, bir çıkış yolu arıyorum. Neredeyse bütün umutlarımı yitirdiğim bir anda, kahvehane gibi bir ortamda birilerine dert yanarken, anlattıklarımı dinleyen 80 yaşlarında hiç tanımadığım yaşlı bir adam yanıma gelip omuzuma dokundu. Bu numarayı ara diyerek elime bir kağıt tutuşturdu. Bir yurtdışı numarası, altında da Bülent diye bir isim.. Teşekkür edip ayrıldım. Baktım, numaranın başındaki kod Fransaya ait. Hemen köşebaşındaki ankesörlü telefonun başına geçip numarayı çevirdim ama birden o yaşlı adamın adını bile sormadığım aklıma geldi. Aynı anda, içinde Bülent sözcüğü geçen Fransızca bir cümle ile birlikte, kişiyi karşımda buldum. “Beyefendi numaranızı bir beyefendiden aldım. Doğal yöntemlerle çipura üretiyorum. Pazarlama sorunları yaşıyorum” dedim. Bülent bey, son derece sakin ve kararlı bir şekilde, “elbette, ürününüz uygunsa alabiliriz” diyerek bana bir adres yazdırdı, ulaştıracağım örneği inceletmeleri gerektiğini söyledi.. Tanımam etmem. Komisyoncu mudur, pazarlamacı mıdır, üçkağıtçı mıdır bilmem ? “Oğlum, al bir örnek, atla uçağa git, yerlerini de gör” dedim. Hakikaten öyle de yaptım. Elimde minik bir strapor kutu, içinde orta boy bir çipura, indik Paris’e. Çevirdim bir taksi. Elimdeki adresi şoförün eline tutuşturdum. Adam, tamam anladım der gibi kafasını sallayıp gazladı. Döndük dolandık, Paris’in göbeğinde, koca bir binanın önünde zınk diye durdu araba. Kafamı kaldırdım. Paris Belediye binası ! Allah Allah diyorum içimden. Girdim içeri. Kapıdaki görevliye Bülent CALGI yazısını gösterdim. Adam eliyle 3 işareti yapıp, asansörü gösterdi. Çıktım 3. Kata, buldum adamın odasını. Merhaba, merhaba. Yarım saat 45 dakika memleket sohbeti yaptıktan sonra, kutuyu masanın üstüne koydum. Örnek mi dedi, evet dedim. Buyurun geçelim diyerek ayağa kalktı. O önden ben arkada. Geldik her tarafı bembeyaz bir laboratuvara. İçeride simsiyah (zenci) bir kadın. Kutuyu elimden aldı. İçindeki balığı çıkartıp avucuna koydu. Uzun ince bir pens ile sırt yüzgecinden minicik bir parça kopardıktan sonra balığı çöpe attı ! Ardından, kopardığı o parçayı bir mikroskobun camına yerleştirdi. Ayarlamayı yapması ile birlikte yandaki bilgisayar ekranı ışıklandı, aradan bir dakika geçmeden, ekran aşağıdan yukarı doğru akan yazılar ile doldu. Azotdan arseniğine, kurşundan fosfora ne var ne yok herşey şakır şakır dökülüyor. Ve geldik balıkdaki horman değerlerine : HORMON SIFIR. Yıl 1989, adamlardaki teknolojiye bak. Ben şaşkınlıktan ağızı açık bakarken, Bülent bey yazıcıdaki çıktıyı alıp, “tamamdır Enis Bey” diyerek elini uzattı. Tokalaştık. Yeniden odasına geçtik. Çok kısa bir pazarlıktan sonra, “333 gramın altında olursa gelişmemiş sayarız, 350 gramın üstünde olursa kart demektir, buna uyalım. Göndereceğiniz her parti bu laboratuvar denetimden geçecek, malı uçağa verdiğiniz anda da paranız hesabınıza aktarılacak” diyerek çekmecesinden (iki nüsha) sözleşme çıkarttı.


                                                                                                                                   Sayfa - 1 -


İmzalayıp önüme koydu, birer imza da ben çaktım. Bir nüsha bende, bir nüsha onda. Ne ihale, ne de başka bir şey. İyi günler dedi adam. Çıktım odadan, aşağıda belediye binası önüne kadar inmişim ve öylesine olayın şokundayım ki, belki bir beş dakika öylesine dikilip, karşılara dalmış gitmişim. İşte azizim, tamı tamına 22 yıldır ben bütün üretimimi Paris Belediyesi’ne gönderiyorum. Belediye, bu malı balıkçılara ve marketlere veriyor. Halk sağlığı garantide, benim standartlarım aynı, üretim ve satış miktarım belli, Paris’in balık ihtiyacı garantide. Herşey tıkır tıkır..

Dostum bu doğal yem dediğimiz de şöyle bir şey. Doğal yemimizi de biz üretiyoruz. Bildiğimiz kavak ağacından 5 – 6 metre uzunluğunda 100 adet kadar alırız. Kabuklarını soyarız. Kuruturuz, Sonra ziftleriz. Herbirini, birer metre arayla bir daire oluşturacak şekilde deniz tabanına çakarız. Gövdenin bir metresi zemine girer, 4 metresi suyun içinde kalır, su yüzeyinden de 60-70 cm altta olur. Sonracığıma, gemilerde o çımacıların kullandığı halatlar var ya (ama illa kenevir olacak), işte o halatları, dikenli tel gibi bu gövdelere sararız. Hani o siyah midyeler olur ya işte o midyelerin en sevdiği şey kenevirdir. Bir tanesi, ama sadece bir tanesi o halata tutundu mu, arkası çorap söküğü gibi gelir. Sanki ışık hızıyla ürer, çoğalır bunlar, haftasına kalmaz, bütün kenevirlerin üstü simsiyah midyelerle kaplanır Bunlara yenileri de yapıştıkça, ortalık midyeden geçilmez. Fındık kadar oldular mı, bizim dalgıçlar her gün bu midyeleri toplar, götürür denizdeki ağ havuzlara, çipuralara yem olarak veririz. Çipuranın da en sevdiği şey bu midyedir işte. Daha suya girer girmez, midyelerin kabuğunu çatur çutur kırıp, içini yemeğe başlarlar. O kadar ki, yemleme yapılırken, kafanı denize soksan, suyun içinde bu sesleri duyarsın. Üstelik, bu midyeleri kabukları ile birlikte yiyen çok sayıda başka balık da vardır. Yemleme sırasında midye kabuğuna yapışmış artıkları ve hatta bir kısım kabukları da dışarıdan havuzun etrafına gelen diğer balıklar yer. O sırada kepçeyi daldırsan, kefalinden sinaritine, levreğinden çinekopuna ne kadar balık varsa yakalarsın. Ortalık mahşer yerine döner. Sonuçta, zemine düşen kabuklar, dalgalar ile açık denize çekilir bir iki yıl içinde kuma dönüşür. Hiçbir yem zayi olmaz ve doğaya hiçbir şekilde zarar gelmez. Bir ara halk galeyana geldi, şikayetler oldu. Bütün çiftliklere gelip baktılar. Diğer bütün çiftlikler başka koylara ya da açığa çekildi. Bir kısmı kapatıldı. Bizim çiftliğimiz her denetimden yüzünün akıyla çıkar. Örnek gösterilir. Hala daha halledilemeyen tek sorun dinamitçiler. adam geliyor bizim koya, atıyor bir dinamit, hani havuzun etrafına üşüşen o balıklar var ya, onlarla birlikte bizim havuzun içindeki balıkların yarısı da gidiyor. Doğaya da büyük zarar veriyor bunlar. Devlet, polis çözemiyor bunu kardeşim. 

Aslında, bu çipuranın diğer adı “ALYANAK”tır. Çünkü, doğada yetişen, doğal besinler ile beslenen çipuranın yanakları böyle al al olur ve sırtı bembeyazdır bunların. Bakacaksın, yanakları al al ve sırtı bembeyaz ise bu doğal çipuradır diyeceksin.

Bir de toprak ya da deniz havuzda yetiştirilen ama SUNİ YEM ile beslenen çipuralar var. Toprak havuz dediğin, karada bir çukur kazıyor, bir havuz yapıyorsun ve içine deniz suyu dolduruyorsun. Arada bir alttan suyu tahliye ederken üstten taze deniz suyu basıyorsun. Verdiğin yem suni, üstelik de fena halde hormonlu. Denizde ağ (ya da kafes) havuz içinde SUNİ YEM ile beslediğinde de toprak havuza göre değişen bir şey yok. Ne diye toprak havuz ürünlerini marifetmiş gibi daha pahalı satarlar anlamak da mümkün değil.

Aslında bir çipuranın 350 gr boya ulaşması için doğal ortamda 1 yıl geçmesi gerekir. Oysa, bastılar mı suni yemleri, ki müthiş hormonlu bunlar. Resmen balon gibi şişiriyorlar hayvanı, 3 ayda al sana yarım kiloluk çipura.. Bunlar sadece tatsız tuzsuz olmaz, hormonlu olduğu için zararlıdır. Yem atıkları da doğaya zarar verir, hayvanların dışkılarında bile hormon kalıntıları vardır. Sağlığa zararlı, sentetik bir ettir bu. Al eline bu balığın irisini hayvanın orasında burasında şekil bozuklukları vardır. Hani bir de “hanım bak 700 gram bu, alalım ikiye böleriz” falan demeye kalkma. Büyüğünü de küçüğünü de yemeyeceksin kardeşim.

Sonuç olarak dostum, doğal besi çipura yiyeceksin, doğal besi de 333 gramdan küçük, 350 gramdan büyük çipura da yemeyeceksin. Hadi bakalım afiyet olsun !


Yavuz Oran








BAYRAM CİCLERİMİZ KOYNUMUZDA UYURDUK…


Televizyonun ilk zamanlarında, yani gençliğimizde spiker, yaşlı tonton çifte mikrofon uzatır, ‘teyzeciğim, amcacığım, sizin zamanınızda bayramlar nasıl olurdu, bize anlatır mısınız ?’ diye sorardı.

Şimdi bayramları anlatacak yaşlı kişiler biz olduk..Bayramları en güzel haliyle en son yaşayanlar biziz.. Korkarım bizim ellerimizde de öldüler.                   
                                       …………….


Çocukluğumuza doğru bir uzanalım bakalım daha neler hatırlayacağız :

Bayram, geleceğini bir ay önceden belli eder ve 10 15 gün kala da tüm evlerde heyecanlı koşuşturma başlamış olurdu. Bizim de içimiz kıpır kıpır ..

Her şeyden önce, bizim çocukluğumuzda bize ‘yeni bir şey’ sadece bayramlarda alınırdı. Bu şey, çok kapsamlı bir şeydi!!

Yani yeni giysi, ayakkabı, elbise, gömlek, oyuncak, bisiklet , top , kitap, çeşit çeşit tatlı, yemek, gezmek vs. gibi...... 

Tepeden aşağı yeni giysilerle donatılırdık ama bunlar bayramdan önce giyilmezdi. Bizim aramızda, bayram giysisi ve yeni ayakkabısı ile koyun koyuna uyumayan kimse yoktur!

Geçim yapmak çok güç şartlarda olduğundan ailede herkes bu bilinç ve terbiye ile bir dayanışma içinde olurdu. Bayramlar dışında bir beklentide olmaz ve olur olmaz zamanda istek dile getirmezdik. Bu nedenle bayramlar çoğunlukla çocukları sevindirmeye endekslenmişti.

İşin daha da güzel tarafı, fakir, zengin, orta halli, her kim olursa olsun , çocuğunu bir şekilde yüzünü güldürmek için çaba ve para harcadığından, her çocuğun elinde yeni ve oynanabilir bir oyuncak olurdu.. Uzun sopası olan ve sürerken trilingg sesi çıkaran zilli bir araç(!),teneke kamyon, teneke tabanca, yo-yo, topaç, bez bebek, maytap, tüfek, elişi kağıdından yapılma fırıldak, uçurtma ve benzeri bayram hediyeleri ortalara çıkar, mahallece bundan yararlanırdık. En güzel hediye iyi cins bir toptu.. Futbol topu daha rüyalara bile girmemişti o zaman. Orta halli bir topla herkesin katılabildiği pek çok oyun oynanır ve topun sahibi küstürmemeye çalışılır, ona iyi davranılırdı. 'Verin topumu ben gidiyorum' esprisi buradan kaynaklanmaktadır.     

Bayramlarımızda genellikle aile büyükleriyle bir araya gelinirdi. Yüklüklerden yataklar, kar gibi çarşaflarla kaplanmış renkli saten yorganlar, kenarları dantel işlenmiş yastık kılıfları ve uzun yastıklar ortaya çıkardı. Biz çocukların karyolaları misafire verilince sevinirdik. Çünkü o zaman geceleri bayıldığımız yer yataklarına yatar, sevdiğimiz ve bizi seven bir akrabamızın kollarına kıvrılmaktan büyük keyif alırdık.

Bayramlar daha çok şımartılmak, daha çok sevilmek, daha renkli sofralara oturmak daha neşeli sohbetler yapmak demekti.. Bu esnada da radyoda bayram şarkıları çalar, müzik bu yemek kokularına karışırdı. Radyo sanatçılarının çaldığı Harmandalı ve Nihavend Longa bayram sabahlarının vazgeçilmeziydi. Sonra da ses sanatçılarından teker teker şarkılar gelmeye başlardı.

Bu seslerle büyümüş olan bizim kuşağımızdaki her kişi, kendi öz müziğimize duyarlıdır. Bu ses, damarlarımızın içinden geçerek tüm içimize, beynimize, hücrelerimize yayılmış, ruhumuza işlemiştir.

Bayramlarda ikram tarzı ve sırası birbirine benzerdi. Önce limon kolonyası tutulur sonra da çeyizlerden çıkarılan kibar kadehlere likör konularak, yanında şeker, badem ezmesi veya çikolata ile birlikte ikram edilirdi.


Sigaralar kendi orijinal paketlerinden çıkarılarak, düzgün bir biçimde bir tabağa yerleştirilmiş olurdu. Babalar Harman, Yenice, anneler de havalı olsun diye kırmızı uçlu Bahar sigarası içerdi.

Akşam saatlerindeki bayram skeçlerinde, Orhan Boran’ın şımarık Yuki’sine, Uğurlugil Ailesinin Arap bacısının ‘kuşuk bey dol(nu)ma doldurdum afiyetle yiyin’ şeklindeki gaflarına saatlerce güler, neşelenir eğlenir, bol bol sohbet ederdik.

Bu arada, sobanın üzerinde kestane pişirilir, mısır patlatılır, çeşit çeşit tatlılar, hormonsuz meyveler ortaya gelirdi. Radyo başına toplanan büyük - küçük herkes radyo tiyatrosuna hazırlanırdı.. Çok güzel seslendirilmiş hikayeleri heyecan içinde, çıt çıkarmadan dinlerdik.  


O zamanlar, yakınlarımızdan gelen bayram kartlarını okumak ve bayramımızı tebrik eden sevdiklerimizi anmak çok önemli ve değerliydi.. Birkaç satır yazı dünyalara bedel olurdu… Zira bizim başkaca haber alabilme, kutlama veya kutlanma aracımız yoktu. Hep gözümüz de gönlümüz de yollarda olurdu.

Telefon yok, bilgisayar yok, cep mesaj yok, mail atmak yok, chat yapmak yok televizyon yok.. Yok yok ..

Tek bir bağ vardı: Sevgi 

Tek bir bağlantı vardı: Mektup 

Tek bir iletişim vardı : Sohbet .

Ayrı odalarda ayrı programlar izlemek ne demekti ?

Kelimeler ete kemiğe bürünmeden, ekrandan ekrana sohbet yapmak ne demekti?

Aşkını bir cep telefonu mesajına sığdırabilmek ne demekti?

En çok postacılarımı özlüyorum..

Remide Arsan









NORVEÇ’İN DÜDÜKSEVER SOMONLARI !

                                       
Sevgili Enis Akdağ‘ın günün birinde havuz balıkçılığna merak salıp, kendini Urla ÖZBEK’de kurduğu bir balık çiftliğinin başında bulması sonrasında, yanında bir çipura ile Paris’de yaşadığı harika öyküyü sizlere aktarmaya çalışmıştım. Artık biliyoruz ki, o gün bu gündür (1989 yılından beri) Paris’in bütün çipuraları İzmir’li. İster istemez, günün birinde yolunun Paris’e düştüğünü, çipura dolu bir balıkçı tezgahı ile karşılaştığını ve o anda büyük bir heyecanla yanındakilere dönüp “yahu bu balıklar bizim ACL’li Enis’in” dediğini hayal ediyor insan.

O Enis ki, ne var ne yoksa öyle bir çırpıda anlatıverir. Tatlı tatlı dinlerken hiç algılamasanız da, bir başka gözle bakınca verdiği emeklerin ve çektiği çilelerin ayırdına varmak zor değil. Aşağıda aktaracağımız öyküde de somut olarak yer vermediğimiz, hedefine kilitlenmiş, inatçı ve sabırlı bir insanın inanılmaz meşakkatleri onlar.

Şimdi buyurun, Norveç’in düdüksever balıklarını Enis’in ağızından dinleyelim :

Çipura işini oturttum ama bir taraftan da dört bir yanda, su ürünü yetiştiriciliği adına ne var ne yoksa araştırıyorum. Derken, duydum ki küçücük Norveç bütün dünyaya somon gönderiyor. İyi de, yahu el kadar ülke orası. Bütün dünyayı doyuracak kadar somon üretmek için havuz da yetmez yem de.. Değil binlerce, onbinlerce çitlik kursan altından kalkamazsın. Yanıtı yok bu sorunun. Olacak iş değil diyorum: Düşün düşün, mantığıma da sığdıramıyorum. Ona soruyorum, buna soruyorum, kimselerde yanıt yok. O aralar Urla’da su ürünleri okulu da açılmış. Oraya da gittim, sordum. “Denizde yetiştiriyorlar” diyor hocalar ama o kadar. Benim sorunun yanıtını bilen yok. Giderek bu düşünce aklımı kemirir oldu. Baktım olmayacak “ne duruyorsun oğlum, çık git Norveç’e” dedim. Nasıl olsa yer gök somon çiftliğidir, girersin birine, öğrenir gelirsin. Hani belki işine yarayacak birşeyler de bulursun.. E tabi ya, harika fikir ! Ver elini Almanya, oradan da Norveç. Uçaktan iner inmez, hemen bir araba kiraladım azizim. Vurdum direksiyonu sahillere. Gün boyu, ne kadar fiyort varsa artık, geziyorum. Birinci gün, ikinci gün.. Fiyord dediğin de öyle elli tane yüz tane girintili çıkıntıdan, koydan ibaret değil ki; Orada yer gök fiyord. Onbinlerce, Belki de yüzbinlercesi var. Önceleri, girmediğim, görmediğim koy da kalmadı diyordum da ne mümkün ? Git git, gez gez bitecek gibi değil mübarekler. Öyle boş boş, bir çiftlik bulurum belki diye bir hafta kadar dolandım. Allah inandırsın ne karada, ne denizde, ne bir havuz, ne de bir çiftlik; En küçük bir emare dahi yok. Ulen bu adamlar fabrikada mı yetiştiriyor bu hayvanları ? Çıldıracağım, deli olacağım. Halbuki, kendi başına uğraşıp, ne dolanıp duruyorsun be adam? Sor birilerine, öğren bir yerlerden değil mi ? Uzatmayayım, sordum sormasına da sonrası şaka gibi. Al sana somon çiftliği kardeşim :

Bir kere adamlar müthiş ketum. Sözleşmiş gibi de değil, sanki yemin etmişler, 3 – 3.5 ay kaldım Norveç’te bir Allahın kulu çıkıp da baştan sona, şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz diye hiçbirşey anlatmadı. Herşeyi tek tek soracaksın, dikilip görüp öğreneceksin. İşin aslı, özeti şöyle : Devlet sormuş adama; balıkçı mısın sen kardeşim. İyi o zaman önce şu kooperatife gir bakalım.. Norveç’de bütün balıkçılar bir kooperatife üye. Somon işi yapan kooperatifin balıkçılarının öyle teknesi, oltası falan yok. Ayaklarına bir sarı çizme, üstlerine de birer sarı pardesü geçirmiş adamlar. Denize menize açılmaca da yok. Sirkülasyonu güzel, okyanusa yakın koyları seçmişler. Her koyun ağızını küçük gözleri olan bir ağ ile baraj gibi kapatmışlar. Her koyun balıkçıları da belli. Haydi bakalım, döküyorlar somon yumurtalarını koyun ortasına. Ertesi sabah gün doğmadan üretim (!) başlıyor ; Her balıkçının elinde bir düdük. Adamlar günde 3 kez o koyun kıyısına 10 – 15 metre aralıkla diziliyor. Ekip başı elini kaldırıp düdüğünü öttürdü mü, bütün balıkçılar başlıyorlar düdüklerini öttürmeye. Düüüt, düüüüt. Var güçleri ile habire öttürüp duruyorlar. Düdük dediğin de izci düdüğü gibi tiz, garip bir ses çıkarıyor. 10 dakika sonra başlıyorlar yemlemeye. Doğal yem tabii ki. Yemleme süresince de düdüğe devam. Öyle bir iki gün de değil. 3 ay boyunca, düdüklerini öttürüp duruyor bunlar. Bir düdük, bir yem, bir düdük bir yem.




Üç ay oldu mu topluyorlar o ağı. Haydi bakalım bütün balıkllar okyanusa. Balıkçılar da evlerine..
Ulen ne iş ? Gitti gider balıklar diyorsun !


Ama öyle değil işte, Aradan 9 ay geçtikten sonra gene bir sabah geliyor balıkçılar kendi koylarına. Ekip başından bir komut, Haydi bakalım başlıyorlar düdüklerini öttürmeye. Sabahtan öğleye kadar, düüt de düt. Zaten o koy, o balıkların yuvası olmuş. Düdüğü duyan, geliyor. Doluyor mu hepsi o koya ? Bu arada, her biri olmuş, 500 – 550 gram. Tamam mı, geldi mi somonlar. Ardından ağı salıp, kapatıyorlar koyun ağızını. Az bir yemleme. Topluyorlar bütün balıkları ortaya. Torba bir ağ.. Daldırıyorlar file kepçeleri. Al sana hasat. Zayiat, binde bir bile değil üstelik. Doğru fabrikaya.

Dünyaya afiyet olsun, Norveç’in kasası dolsun kardeşim. Bu arada, Allah senden de bin kere razı olsun (İvan) Pavlov !

Yavuz Oran

ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ZAVALLILIK ÜZERİNE…

Ulu Önder Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 73. yılında yine özlemle andık.

Onun çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma düşüncesi, yıllar öncesinde olduğu gibi bugün de sıcaklığını koruyor. Çağdaş bir ülke olabilmenin öncelikli yolu çağdaş bir demokrasi, insan haklarına ve hukukun üstünlüğe saygılı bir düşünce sisteminden geçiyor. Hiç kuşku yok ki, Atatürk’ün öğretmenlere emanet ettiği yeni neslin bu konuda büyük sorumluluğu olacak.

Sözüm ona bir köşe yazarı, bir parlamenterin sözlerinden yola çıkarak Atatürk’ün bir diktatör olduğunu söyleyebilecek kadar akıl ve iz’andan uzak bir tavır sergiledi. Atatürk’e “diktatör” yakıştırması yapabilmek her şeyden öte bir saygısızlık, hatta terbiyesizliktir.

Ulu Önder Atatürk, 1925 yılında yaptığı bir konuşmada, bu konuda çok net ve anlaşılabilir ifadeler kullanmıştı. Atatürk, şöyle diyordu:

“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit (diktatör, zorba) asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetlerimiz, memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe (diktatörce) hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Toplumsal düzenimizi bilerek yada bilmeyerek bozucu kimselere müsaade edemeyiz. Bizden bu hususta sessiz kalma ve tarafsızlık isteyenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdür.”

Böylesine açık ve net bir ifadeyi ancak ve ancak Ulu Önder Atatürk kullanabilirdi.

Atatürk’ün kadın-erkek eşitliği, öğretimin birleştirilmesi ve medeni kanun gibi devrimleri ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü onun ne kadar büyük bir devrimci olduğunun kanıtları arasındadır.

Vefatında Japan Times gazetesi “Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, devlet adamı olarak daha büyük” diye yazmıştı. Avusturya’da yayımlanan Neue Freie Presse ise “Büyük düşüncelerin adamı, bir devlet mimarıydı” görüşüne yer vermişti. Alman Profesör Walter L.Wriht Jr. ise Atatürk’ü “O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı” diye tanımlamıştı.

Hiç kuşku yok ki, Ulu Önder Atatürk, eşi benzeri olmayan bir özgüvene sahipti. Onun bilgiye ve kültüre dayalı yaptırım gücünü “diktatör” diye tanımlayabilmek gaflettir, zavallılıktır. Ona yakışan en güzel ifade “O, bir dahi idi ” olsa gerektir.

Belçika’dan gönderilen bir yeni yıl kartında yazılan ifade son derece anlamlı ve çarpıcıdır. Bu ifade, Türkiye’de milyonlarca insanın ortak görüşünü oluşturuyordu: “Türkiye, Atatürk’ü Allah’a borçlusun, geri kalan her şeyi de Atatürk’e.” İşte, bu kadar… Herkes bu çarpıcı gerçeği içine sindirmelidir.

10 Kasım 2011
ERCAN DEVA