7 Şubat 2012 Salı

YA TUTARSA (6) AGARTA VE YERALTINDAKİ DÜNYA

Ne ilginçtir ki, Baba Burnunun bulunduğu Zonguldak Ereğlisi yakınlarında, Türkiye’nin Cumayanı denilen ve 10km. Uzunluğuna erişen en büyük mağarası yer almaktadır.

Klasik Yunan-Roma tradisyonlarında yer altı dünyasının Anadolu’daki girişlerinden biri olarak değinilen bir diğer yer de, güneybatı Türkiye’nin kadim kayra bölgesindeki kutsal Akharaka’da bulunuyordu. Yer altı dünyasına açılan bir yolun ağzı sayılan bu yerden, kükürtlü gazlar çıkardı ve hastalar şifa bulmak amacıyla burayı ziyaret ederlerdi. Akharaka ile Agarta adlarının benzerliği de üzerinde durulması gereken bir husustur.


Herodot’un, Trakyada yaşayan Getaeleri inisiye den ve Pythagoras’ın spiritüel üstadı olduğu söylenilen, Zalmoxis adındaki bir şahıs hakkında yazdıkları, yer altı dünyasına Trakya’dan da ulaşılabildiğini göstermesi bakımından ilginçtir: “Zalmoxis, Trakyada geniş bir hol yaptırttı. Ve burada topladığı kişilere kendileriyle gelecek kuşakların ölmeyip her şeyin bol ve zengin olduğu başka bir yere gidip daima mutluluk içinde yaşayacaklarını öğretti. Yerin altında inşa edilmiş bir evi vardı yeraltına girip, gözden kayboldu ve üç yıl süreyle orada kaldı. Herkes öldüğüne hükmederek ağladı. 4. yıl içinde tekrar ortaya çıktı ve bu stratejisi sayesinde de vaaz ettiği öğretiye inanmaları için halkı ikna etti.” okült kaynaklara göre, Zalmoxisin indiği yer altı ikamet yeri Yer altı Işık Uygarlığı Agartaydı.

Anadolu’nun sözlü gelenekleriyle klasik tradisyonların bu konuda söylediklerine paralel olarak aşağıda belirtilen enformasyon, büyük bir önemi haizdir: orta Doğuda, Agartanın yer altı dünyasına açılan üç kadim giriş,

1-Gize, Mısır;
2-Edruselbruz Dağı, Kafkaslar;
3- Troya, Batı Anadolu’da yer alıyordu.


Bir dünya haritası üzerinde, bu üç yeri birleştirmek suretiyle bir üçgen çizildiğinde, kuzey kenarı tam Baba Burnunun üzerinden geçen bu üçgenin içinde kalan kara kütlesinin Anadolu’dan başkası olmadığını görürüz! Aynı zamanda, bu üç girişin açıldığı başlıca tünel tesislerinin, bir yer altı geçitleri sistemiyle birbirleriyle irtibatlandırılmış olmaları çok muhtemeldir. Eğer böyleyse o zaman Anadolu’nun altında muazzam bir dehliz şebekesi bulunmalı ve Anadolu’da Agarta tünel sistemlerinin en önemli kavşaklarından biri olarak işlev görüyor olmalıdır. Ve Kapadokyanın kendisinin Anadolu’nun tam ortasında yer aldığını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla, yer altı ağının Kapadokya altında yoğunlaşması ve bu bölge dâhilinde tünellerin yer altı kentlerine açılması son derece mantıki gibi görünmektedir. Öte yandan, Anadolu’daki dehliz sistemlerinin geriye kalan kısmına ilişkin bazı belirtiler de vardır. Örneğin, Hititlerin başkenti olan ve Kapadokya’nın kuzeyinde olan Hattuşaş’ın günümüzdeki adıyla Boğazköy ün altı dehlizlerle ve tünellerle kaplıdır.

Resimde görülen üçgenin Ankara'nın başkent oluşu ile ilişkilendirildiğini biliyor muydunuz? Agarta ile ilgili bölümün tamamlanmasının ardından bu konu hakkında da bir anlatım hikayemiz içerisinde yer alacaktır.

Şimdi Anadolu’da mağaraları biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim. Anadolu’nun, Elbruz Dağının yer aldığı Kafkaslara yakın olan kuzeydoğu köşesine yaklaştıkça mağaraların adedi ortalama sayının çok üzerine çıkmaktadır. Speleolojik etütler, Türkiye’nin tam kuzeydoğu ucunda yer alan Artvin ilinin mağaralarla dolu bira araziyi kapladığını göstermektedir. Peter Kolosimoya göre, Sovyet bilim adamları, “Azerbaycan’da, Gürcistan’da bulunan ve Kafkasları bir uçtan bir uca kat eden daha başka tünellerle bağlantılı oldukları meydana çıkan komple bir tüneller şebekesinin yer aldığını tespit etmişlerdir… Kafkas tünellerinin, yakınında sık sık rastlanan mağaralarda, dünyanın her yanında görülen motifleri de temsil eden çizimler vardır: bunlar, Gamalı Haç ve Sarmaldır.” kolosimo, daha sonra, bu galerilerin “ İran’a doğru uzanan devasa bir şebekenin ir parçasını oluşturduğunu ve Amu Derya yakınlarında( Türkmenistan’la Rusya- Afganistan sınırında) keşfedilen tünellerle, hatta merkezi ve doğu Çinin, Tibet ve Moğolistan yer altı labirentleriyle irtibatlı oluğunu belirtmektedir”

İşte, bir yandan da batıya doğru uzanarak, Anadolu’nun altından devam edip, Troya ve Gize’nin çevresinden gelen dallarla birleşen şebeke budur. Bütün bunlar, mantıken, Artvin ile çevresindeki mağaraları aynen komşu Gürcistan mağaraları gibi, söz konusu şebekenin yer altından uzanan bölümüyle sistematik olarak ilişkili oldukları ihtimaline işaret etmektedir.

Anadolu’nun altında yer alan ağa ilişkin en ilginç kanı, hali hazırda aşina olduğumuz bir yerden, kadim Commagene yöresinden çıkmaktadır. 1954 yılında Commagene bölgesinde kazı yapan arkeologlar, Nemrut dağının yakınında yer alan, Eski Kâhta köyünün altında uzanan bir tünel keşfettiler. Bu tünerlin girişi yek pare bir yazılı kaynın altında yer alıyordu. Kayanın üzerinde, buranın Antiochosun babası tarafından, son uykusuna yatacağı kutsal yer olarak seçilmiş olduğunu belirten bir yazıt bulunuyordu.

Söz konusu tünel, aşağıya doğru eğim yapıyor ve belirli bir mesafeye kadar herk iki yanında basamaklar bulunuyordu. Tünelin başlangıcından yaklaşık 100m. İlerde bir balçık tabakasına rastlanmıştı. On noktadan itibaren tünelin temizlenmesi çalışmalarını durdurmak zorunda kalan arkeologlar, gerekli teçhizatı tedarik ederek, iki yıl sonra, temizleme işlemine kaldığı yerden devam etmek üzere Eski Kâhta’ya döndüler. Prof. Karl Döerner, 1956 yılında gerçekleştirilen Bu kazının öyküsünü, Türk Arkeoloji Dergisinde(1957–7–2) şu şekilde anlatmaktadır: “…bundan sonra tünelin şimdiye kadar açılmış olan, Kısımlarına dekovil rayları döşedik, küçük bir çekme makinesi kurduk. Ve tünelin dibinde çalışan işçilere lüzumlu taze havayı temin ve tazyikli havayla çalışan burgulara çalışma kuvveti sevk eden bir kompresör inşa ettik.

“… Tünelin başlangıcından tahminen 120m. Uzaklıkta zayıf olmakla beraber tekrar merdiven basamaklarına rastlanıyordu. Bu noktada tünel hayret edilecek derecede dik bir meyille aşağıya iniyordu(meyil düşüş açısı51 derece!). bu sebeple ray döşememize imkân kalmamıştı; zira bizim bir motorla çalışan çekme makinemizin çekiş kuvveti bu meyile mukavemet etmeye kâfi değildi… Tünelin bu dikliğinde çalışmalarımızı Almanya’da bu maksatla hazırlanan, doldurma sepetleri sayesinde en iyi bir şekilde devam ettirmemiz mümkün olabildi.

Bu şekildeki sabırlı çalışmalarımız sayesinde tünelin 150.m.sine erişebilmiştik… 142–143. m.lerde tünel sol duvarında maden kuyusunu andıran, yuvarlak bir boşluğa tesadüf ettik; 150. m.de buna benzer bir ikinci boşluk daha vardı; her iki boşluk da kayadan oyulmuştu, her ikisinde tünelde bulunan cinsinden baçlı ile doluydu… Bu yuvarlak boşluklar 50cm. Derinliğinde idiler; önlerindeki platform şeklinde genişleyen basamaklarda kül bakiyeleri mevcuttu. Bu boşluklardan hemen sonra, 156.m.de, basamaklardan eser kalmamıştı. Tünelin tavanı gittikçe alçalıyordu; 158. m. De tünelin tavan ve tabanının kemervari bir şekilde birleştiğini müşahede ettik.

“Tünelde herhangi bir şey bulamadık. Bu sebeple, bu muhteşem tesisatın ne gibi bir maksada hizmet etmiş olduğunu kendi kendimize sormamız icap etmektedir. Bütün mesai arkadaşlarım için, Eski Çağda suni oksijen imal eden herhangi bir alete sahip olmaksızın bu muazzam tünelin nasıl inşa edildiği ve her şeyden evvel tünelin aydınlatılması meselesinin nasıl halledildiği bir bilmecedir… Mesela, 120.derinlikte kibrit yakmak imkânsızdır ve bu derinlikte hiçbir ateş yakma vasıtası ateş almaz.1956 yılındaki çalışmalarımız sırasında, kompresör bize daimi olarak taze hava gönderdi ve tünelin aydınlatılması işini elektrikle temin ettiğimiz için oksijene ihtiyacımız olmadı.

“…[yazılı kaya civarında]9m. Yüksekliğinde bir başlangıç dehlizi vardır. Bunun arkasında kayadan oyulmuş büyük bir mağara bulunmaktadır; her ikisi de merdivenvari bir tünelle bağlıdırlar…

“Gerger’deki, Antiochos’un ataları için olan mezarda, kalenin doğu kısmındaki tünel beşlengicinin, Eski Kâhta Kalesindeki merdivenvari kayalı tünel başlangıcı ile aynı teknikle yapılmış olduğunu tespit ettim.”

Şimdi, Nemrut Dağının neden Commagene’nin kutsal dağı olduğunu ve Yüce Güçler tarafından amaçlarına hizmet etsin diye seçildiğini iyice anlayabiliriz. Çünkü Commagene altında bir tünel sisteminin mevcut olduğuna bakarak Nemrut Dağı Mabedinin, kutsal yerlerin ve yapıların Prototipini yani Agarta mabedini örnek aldığını ve böylece he dünyanın göbeğini temsil eden bir kutsal dağda ki, Agarta için bu Himalayalar’dır, hem de himalayalar’ın altındaki Işık Ülkesi gibi, doğrudan görülemez ve ulaşılamaz olan iç mabetten bir iç adadan, bir yer altı çekirdeğinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Kutsal yerler ile yapıların iç eksenlerinin, çoğu kez bir kule ya da tepe noktasıyla belirlendiği söylenir. Bu husus nemrut dağının dorusundaki höyüğün mevcudiyetini bir başka açıdan daha açıklamış olmaktadır. Höyük iç odaya işaret eden bir uç noktası oluşturmaktadır ve höyüğün sırrının bu iç mekânda bulunması da çok muhtemeldir.

Nemrut dağının yer altı odasına Commagenenin tünelleri yoluyla ulaşmak mümkün olsa gerek ama daima kapalı duran höyük gibi dehlizlere de, riyakatsiz kişilerin nüfuz etmesi imkânsızdır.
Bütün bu hususlar şu iki ilişkiye işaret etmektedir:


- Nemrut Dağı mabedinin inşaatının perde arkasındaki gerçekleştiricileri olan yüce güçler ile mekânları Agarta olan ve yıldızlardan gelen Göksel Varlıklar arasındaki ilişki: ne ilginçtir ki, Daniken Türkiye’yi ziyaret edip nemrut dağıyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra, Sirius Yıldızının nemrut dağı mabedinden mükemmel bir şekilde gözlemlenebildiğini açıklamıştır.


- Mithras kültü ile yeraltındaki Ağarta İnisiyasyon Merkezi arasındaki ilişki. Egerton Sykes’în ‘ Klasik Olmayan Mitolojinin Sözlüğü’ adlı kitabında Mithras kültünün bu veçhesine değinilmektedir: “ Zerdüştizmin Yaratılış Efsanelerinde, Yimaya, beşeriyetin korunması için bir ’var’ ya da barınak inşa etmesi söylenir. Ancak, bu daha sonra zerdüştün Kadim İran Dağlarında Mithra’nın şerefine hazırladığı devasa mağara haline gelmiştir. Bu mağarada, dünya unsurlarıyla bölgelerinin sembolleri bulunuyordu; kuzey girişi hayata ve güney girişi de ölüme aitti. Bu öykü, sanki Romalılar zamanında İngiltere’ye kadar yayılmış olan mağara dinlerinin birçoğunun esasını açıklıyor gibidir. Ve bunun kökenini de, muhtemelen beşeri ırktan birçok kişinin, kozmik felaket karşısından mağaralara sığınmak zorunda kaldığı bir döneme dayanmaktadır. Dolmanlar ile geçit mezarları denilen yapıların da, bununla ilişkili olmaları imkân dâhilindedir.”


Ve köşeleri; Troya, Elbruz Dağı Gize girişlerinde yer alan imajinatif üçgeni incelediğimiz takdirde, nemrut dağının Agara tünel ağıyla ilişkisi daha da bariz bir hal almaktadır. Çünkü Nemrut Dağının kendisi, bu üçgenin doğu kenarına oldukça yakın bir yerde bulunmaktadır.


Nemrut dağında esas alınan mabet Prototipi ayrıca, Büyük Piramit için de geçerlidir. Acaba, Troya kenti de, bütünüyle, bu tür kutsal yerlerin bir başka yerlerini oluşturmuyor muydu?

Hisarlık tepede kurulmuş olan Troya birbiri üstüne inşa edilmiş olan 9 ayrı kent tabakasından oluşuyordu. Böylece çok katlı Troya kenti, Hisarlık tepenin merkezi tepesi çevresinde ve tatlı eğilimi üzerinde tesis edilmiş olan eş merkezi kent surlarıyla, bir piramit biçiminde tezahür etmektedir.


Grek Mitolojisinde, Tanrıça Athene nin yaptığı ve adına Palladium denilen bir sihirli heykelden bahsedilir. Denildiğine göre, Zeus, bu heykeli, göklerden aşağıya indirmiş ve Troyanın korunması amacıyla, Troyanın kraliyet soyunun geldiği Kral Dardanus’a hediye etmişti. Ve palladium, Ate tepesine, Hisarlık tepeye yerleştirilmişti. Bu sihirli heykelin, Tanrılarım himayesini kenti ilebilme özelliği vardı. Çünkü ‘ dünyanın kralı’ adlı kitabında Rene Gueno nun da belirttiği üzere Palladium, aslında Spiritüel tesirleri zapt den bir anten olarak kullanılıyordu


Hisarlık Tepenin üzerinde yükselen ve piramit biçimindeki Troyanın uç noktasını oluşturan Palladium’la birlikte bir mabet- kent’in dış formunun görüntüsünü tamamlamaktadır. Peki, iç mabet, yani çekirdek hakkında bir bilgimiz yok mudur acaba? Palladium Efsanesinin geriye kalan kısmına göre, Troya kralları, Ate tepesinde bu heykel için bir mabet inşa ettirmişlerdi. Sonra kenti himayesiz kılmak amacıyla bu heykeli çalan Grekler, böylece Troya savaşındaki galibiyetlerini garantiye almış oluyorlardı. Fakat bir rivayete göre de, Dardanus daima, heykelin bir kopyasını teşhir ediyor ve orijinal Palladiumu mabedin iç mekânında saklıyordu. Dolayısıyla, hisarlık tepenin altında asıl objenin saklandığı ve belki de yeraltı geçitlerine açılan girişin bulunduğu bir iç oda yer alıyordu.

Orijinal Palladium, Troyanın düşüşünden sonra, Aeneas tarafından İtalya’ya götürülmüştü. Heykel Aeneas’a, yeni merkezi Roma’da kurma görevinde Yüce Güçlerin himayesini bahşetmişti. Unutmamalıyız ki, aynı Aeneas, yer altı dünyasına inmiş ve gizemli yer altı cenneti olan Elysium’u ziyaret etmişti. Acaba Elysium, Agartanın bir yansıması mıydı?

İlyada’da, Troyanın ta karşısına rastlayan denizaltı mağarasına ilişkin olarak geçen satırların yanı sıra, ayrıca, Britanya adalarındaki bir tradisyonda da çalılıklarla çevrelenmiş yollardan oluşan Açıkhava labirentlerine(54) Troya kenti denilmektedir. Çok muhtemeldir ki, bu ad, Troya kentinde Agarta galerilerinin labirent benzeri ağına açılan bir girişin mevcut olduğuna işaret etmektedir. Ve son olarak, Schliemann’ın Troyadaki kazılarda bulduğu çok sayıdaki Gamalı Haç heykelcikleri, Troyanın Agartayla doğrudan ilişkili olduğuna dair bir başka kanıt oluşturmaktadır

(devam edecek)

Hiç yorum yok: