Zekanın, hayal gücüyle buluşması sonucu ortaya çıkan 3D büyüsünün tadını eminim, en çok bizim dinozor nesil çıkarmaktadır.Torunu götürmek bahanesiyle, üç boyutlu filmleri izlemeye koşan dedelerin sayısı az değil.
Bu dedelerin bir çoğunun bir zamanlar boş kutulardan yapılma arabaları vardı. Bu kutuların da kartondan tekerlekleri..Kutunun ucuna bağlanan uzunca bir tel mil görevi yapar, simit büyüklüğünde bir çemberle sonlanırdı. Bu direksiyon olurdu. Günümüzün dedeleri de ığğn ığğn ığğn diye motor sesleri çıkararak saatlerce bu muhteşem arabayı kullanırlar dünyayı gezerler, mutluluğu tadarlardı.
Bizim sinemalarımızda yumuşacık, içine gömülünen koltuklarımız ve bunların kenarında bardaklıklarımız yoktu. O zamanki tahta sandalyelerin açılıp kapanma seslerini hala hatırlarım.. . Meğerse ne kadar sert ve rahatsızmışlar. Hiç farketmemişim...
Bizim pop corn kültürümüz de olmadı. Sade gazozun içine leblebi atar, hem yer hem de içerdik. Buz kutularındaki dondurmanın adı frigoydu ama frigo buzzz diye satıldığından, aklımızda da o isimle kaldı. Pahalı olduğu için aklımızdan midemize pek geçiş yapamazdı zaten. Ayrıca şimdiki yumurcaklar gibi öyle her filmden sonra çizgi kahramanın oyuncağını istemeye kalksak şaplağı da yerdik herhalde.
Salonlarda bırakın 3D teknolojisindeki gerçek doğa seslerini; filmin kendi öz sesini bile duyabilmek tamamen şansa kalmıştı. Film akıp giderken ses birdenbire kesilir, aktörlerin ağzı oynar, ne dedikileri duyulmaz olurdu. Genel bir sağırlık yaşayan tüm seyirci 'makinist seeees seeees ' diye kendini paralayarak makinisti uyarmaya çalışırdı.
Filmin en güzel yerinde elektriklerin kesilmesi de sıkça görülen bir felaketti. Kulakları sağır eden protesto ıslıkları, kibritler ve çakmaklar eşliğinde …. makinisssstttt diye hiç suçu olmayan zavallıya bağırmanın ne yararı olacaksa? Film yarım kalmışsa, ertesi gün gelinip devam edilirdi.
Arada da oyunculara tüyolar verilir ne yapması gerektiği hatırlatılırdı: ‘Bak bak, yan tarafa saklandı.. Sakın o kapıyı açma.. Lan lan lan.. Baksana, arkandan yaklaşıyo lan..’ diye
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhije89WLT5CSNcJivws9VxmU_ULrFBWBS4IVQefMxmOcafyuWqySOtZP01cDm0izMK1CFrwo2OywcHuvVU2I5zvpVIZo0hymAbnXSXRbW7aEYgWCzstH30hHbUxDyrqFN-ZWDEBFiBChI/s1600/k_Rifat_Behar_2371958.jpg)
Hem üstelik o anda esas oğlan kapıdan içeri girip, sevdiği kızı başkasının kollarında görmek üzereyken…. ‘Tam da buldu çişinin geleceği saati’ diye içinden söylenen anne, yavaşça çocuğun pantolonunu indirip gazoz şişesine uzanır, bir göz perdede, bir göz şişede…….
Ben bu gün dahi bir sinemaya gitsem burnuma, mazotla silinmiş tahta kokuları gelir. Sanırım zeminini temizlemek için petrol atığı bir malzeme kullanılırdı. Koku buradan kalmış olmalı.. Sinemanın o loşluğunu, o sessizliğini, oradaki fısıltılı konuşmaları severim. Omuz omuza oturan iki sevgilinin birbirlerine sokulmalarını,dünyaya umursamayan dertsiz tasasız gençlerin kıkırdamalarını izlerim, geçmişe dalarım. ...
Bizim baskılı yaşamımızda, korkularımızda, heyecanlarımızda, küskünlüklerimizde, ümitsizliklerimizde, aşklı ve aşksız tüm zamanlarımızda , hepimizin sığındığı tek kuytu limandı sinemalar...Melankoliye zaten eğilimli olduğumuz gözyaşı enflasyonlu çağlarımızda, hüzünlerimiz, gönül acılarımız, sıkışan kalbimiz, derin soluklarımız, iç geçirmelerimiz, bir sinemanın kuytu köşesinde, perdesinin bir kıvrımında takılı kalmıştır .. Ya da bir filmin can alıcı bir sahnesine gizlenmiştir. Münir Özkul'un ünlü tiradındaki replikler gibi. Hepimizden bir parça vardır oralarda bir yerde..Bir sinemada.
ara nesil olan bizleri pek güzel tanımlıyor:
‘Kısa kesiyorum, jetonum bitmek üzere’
Jetonunuz düştü mü?
Remide Arsan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder