17 Kasım 2012 Cumartesi

Bilkent TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi Ziyareti Notları


1984-1995 yılları arası gunumuzde olduğu gibi PKK ve terorle mücadele yine gündemimizde, ve yine gazeteler şehit haberleri ile doluydu.

Genel Kurmay Başlanlığının ilgili yıllar arasını kapsayan ve 1995 yılında yayınlanan “Politik ve Askeri Durum Değerlendirmesi” raporunun son bölümü olan “İç Güvenlik Harekatı ve Terorle Mücadele” başlığı altında bunlardan geniş olarak bahsedilmekte ve ilgili bölümün hemen girişinde verilen bilgiler aşağıdaki gibiydi.

Belgede, terör örgütünün “Dört aşamalı hedef stratejisi”, özetle şöyle ifade ediliyordu:


-Bölücü terör örgütü, ilk aşamada, kültürel ve sosyal bazı hakların temin edilmesini,
-İkinci aşamada özerk veya federasyon tipi bir yönetim sisteminin oluşturulmasını,
-Üçüncü aşamada, ülkemiz topraklarında sözde Kuzey Kürdistan devletinin kurulmasını,
-Son aşamada ise bağımsız ve birleşik, sözde Büyük Kürdistan devletinin oluşturulmasını hedeflemiştir.

2012 yılına geldiğimizde örgütün bu hedeflerinne kadarına ulaşmayı başardığının ve ordumuzun o günden bu güne gelene değin yaşadığı olayların değerlendirilmesini siz değerli okurlara bırakıyorum.

Çelik Harekâtı 1995 yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı o güne değin PKK'ya yapılmış  en buyuk  askeri harekatın adıdır.

Bu harekat 1994-1995 yılları arasında Kuzey Irak'ta yapılmıştır. Türk askerlerinin komutanlğını General Osman Pamukoğlu yürütmüştür. Türkiye harekatın amacının bölgeyi 2.800 PKK'lı Teröristi temizlemek olduğunu açıklamıştır. Harekata Türkiye tarafından 35.000 asker ve 10.000 köy korucusu katılırken, PKK'nın kaç teröristle katıldığı bilinmemektedir. Türkiye 64 askerini kaybederken, PKK'lı teröristlerin kayıp sayısı 555 olarak açıklanmıştır. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller idi.

İç güvenlik harekatının yoğun olarak sürdüğü 1995 yılının Mart ayında, Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve TRT’nin işbirliği ile ‘’ Haydi Türkiye Mehmetçik’le Elele ‘’ kampanyası düzenlenmiştir. Gerek yurt içi, gerekse yurt dışından halkımızın olağanüstü ilgi gösterdiği ve gönülden katıldığı kampanyada 2.7 trilyon TL toplanmıştır. Toplanan bu bağışlarla, ülke savunması ve milletimizin bölünmez bütünlüğü için canlarını hiç çekinmeden tehlikeye atan ve bu uğurda kolunu, bacağını, uzvunu kaybeden kahraman gazilerimiz için hizmet verecek, çağdaş bir rehabilitasyon ve bakım merkezi kurulması kararlaştırıldı. Bu merkezi gerçekleştirmek üzere kurulan TSK Elele Vakfı, TSK rehabilitasyon ve bakım merkezi projesini süratle uygulamaya koydu. Kaynağın nemalandırılması sonucunda, 105 milyon ABD doları harcanarak 35 ay gibi kısa bir sürede tamamlanan tesis, 21 Nisan 2000 tarihinde hizmete açıldı

 

Buraya kadar kuruluş nedeni ve tarihçesi hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştığım merkezi bir Emek Bahçeli Eski Dostlar grubundan on bir arkadaşımla Kasım 2012’de ziyaret etme şansı buldum. Öncelikle bize söylendiği gibi grubumuz adına Genel Kurmay Başlanlığı’na bir faks çekerek izin istedik, yaklaşık on gün sonra gelen cevapta ziyaret edebileceğimiz merkezin adresi ve iletişim kuracağımız onbaşının adı ve telefonu yine bir faks ile bize bildirilmişti.

 

Onbaşı ile iletişime geçerek ziyareti gerçekleştirmemiz için gerekli koşullar hakkında bilgi edindik. Çok kalabalık olmamız oneriliyordu , on kişi olduğumuz takdirde yatan hastaları da ziyaret edebileceğimiz, çiçek getirmememiz, ancak pasta, tatlı, börek vb yiyecekleri getirebileceğimizi öğrendik.

15 Kasım 2012, saat 13.45 de hepimiz Bilkent’de Atatürk Hastanesi’ni geçince hemen sağda yer alan TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nin önünde elimizde paketlerimizle hazırdık. On bir kişi olmamıza rağmen bin üçyüz kişilik bir grubu temsil ettiğimiz için öncelikle merkezin önünde bir resim çektirmek istedik. Sırtımızı giriş nizamiyesine vererek verdiğimiz pozun ardından bir askeri gorevli gelerek güvenlik sensörlerinin fotoğraf makinasını algıladığını ve fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, ilgili resmi silmemizi de isteyerek kibarca hatırlattı. Ne yapalım yasak, yasaktı itiraz etmedik.

Bizi kapıda karşılayan onbaşı Genel Kurmay Başkanlığının faksında bize bildirilen onbaşıydı. Bir süre bekledikten sonra onu izlememiz söyledi. Aslında hiç birimiz birbirimize itiraf etmemiş olsak bile az sonra neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz ve gazilerimizle yüzyüze geldiğimizde ne diyeceğimizden emin olamadığımız için oldukça gergindik.

Kendi aramızda sohbet ederek onbaşı ve bize merkezi gezdirecek gorevlinin peşine takıldık. Bizi geniş ve konforlu bir konferans salonuna aldılar. Burada bizim çekmemiz yasak olmasına rağmen merkezin fotoğrafçısı gelerek bir grup fotoğrafımızı çekti. Ön iki sıradaki koltuklara yerleşerek beklemeye başladık. Bir tanıtım konuşması dinleyeceğimizi düşünürken salon karardı ve ekrana Merkezin tanıtımını yapan ve ortalama on dakika sürecek olan görüntüler yansımaya başladı. Gezimiz sırasında görmediğimiz pek çok alanı bu filmde amaçları ile görmüş olduk. Burası gerçekten son derece modern, büyük, üretken ve donanımlı bir tesisti. Merkezde tedavi gören hastalar tıbbın geldiği son noktayı yansıtan modern ortam, yontem ve cihazlarla tedavilerini goruyorlardı. Sadece gazilerimiz değil, gazi, şehit yakınları ve belirli bir kontenjan dahilinde sivillerde bu merkezde tedavi olma imkanına sahiptiler. Fiziksel ve Ruhsal rehabilitasyon için gerekli her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü.

Sunumun arkasından yine onbaşı ve görevlimizin peşine takılarak başka bir binaya giriş yaptık, aslında sadece bir sosyal grup olarak boylesine resmi ve hazırlıklı bir karşılamayı hiç birimiz beklemiyorduk. Artık odalarında gazilerimizi ziyarete gelmişti sıra. Biz asansörle ilgili kata geldiğimizde gelirken yanımızda getirdiğimiz yiyecekler çoktan hazırlanarak odalara servis edilmişti bile. Girdiğimiz her odada getirdiğimiz yiyecekleri düzenle hazırlanmış ve tabaklara konulmuş olarak gördük.

İlk odaya girmeden önce derin bir nefes almam gerekti, bizi gezdirmekle gorevli kişi bize pek çok hastanın ilgili saatte tedavi veya kendisine verilen programı uygulamak üzere başka yerlerde olduklarını söyledi. Odalar oldukça geniş havadar ve son derece modern dizayn edilmişti. Bir odada dört Gazi kalabiliyordu.  Her odanın girişinde küçük bir koridor ve bu koridorlarda odada kalanların kullanabilecekleri ortak bir tuvalet ve banyo yer alıyordu.

En büyüğü yirmi yedi yaşında pırıl pırıl gençlerle tanıştık, her biri yüksek moralli ve iyi durumdalardı. Bir çoğu Şırnaki Yüksekova vb yerlerde yaralanmışlar, bir kısmı da bu görevler sırasında uzuvlarını kaybetmişlerdi.

İlk odadan itibaren adım attığımız her oda da gidiş amacımızı onlara minnetimizi göstermek iken, bir kuru teşekkürün ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm durdum. Biz söyleyecek kelime bulamayan on bir kişi odalara girdiğimizde onlar ayağa kalktılar, bizi saygı ve guler yüzle karşıladılar, sessizliği bozmak için bir şeyler soylemeye çalıştılar. Ancak ikinci odadan sonra biraz konuşma cesareti bulabildik kendimize ve onlara yaşlarını, nereli olduklarını, nerede görev yaptıklarını sorduk ve neden orada olduğumuzu kısaca anlatmaya çalıştık. Bu kısacık sohbetlerde bile kimimiz dolan gözlerini saklamaya, kimimiz derin derin nefesler alarak rahatlamaya çalışıyordu. Ama onlar vatan icin feda ettikleri gencecik bedenlrinden fışkıran yaşama bağlılık dolu bir enerji ile gülümsüyorlardı bize.

Bu çocukların vatani görevlerini yaparken yaşadıkları bu olaylar neticesinde başta uzuvlarını kaybedenler olmak üzere, o koridorlarda dolaşmanın ne faydası vardı diye sorup durdum kendime. Bundan sonraki hayatlarında bizim o gün orada olmamızın bir katkısı olacak mıydı? O koridorlarda dolaşırken karar verdim bu yazıyı yazmaya, en azından çok fazla bilinmediğini düşündüğüm böylesine başarılı ve anlamlı bir merkezin tanııtımına bir parça olsun katkım olurdu belki.

 

Gazileri odalarında ziyaret ettikten sonra rehabilitasyonun bir aşaması olan meslek edindirme atölyelerini gezmeye gittik. Burada elsanatları, bilgisayar vb mesleklerin eğitimleri bulunan bir çok atölye vardı. Ziyaret ettiğimiz saatlerde atölyelerin eğitim saatleri olmadığı için herhangi bir eğitim anına şahit olamadık. Ama geniş bir alana yayılmış ve oldukça ferah düzenlenmiş bu alanlarda eğitim alan gazilerimizin sonunda meslek sertifikaları alarak dilerlerse ayrıldıktan sonra bu meslekleri icra edebileceklerini öğrendik. Burada tedavi gören gazilere ayrıca hayatlarının geri kalan kısmında gazi maaşı ile birlikte devam edebilecekleri işler yine Elele Vakfı tarafından bulunuyordu. Yine bu atölyelerde üretilmiş ürünler atölyelerin satış alanında müşterilerini bekliyordu. Hepimiz gücümüz yettiğince ufak tefek bir şeyler alarak bu emeğe katkı sağlamaya çalıştık.

Yine atölyelerin bulunduğu katta özürlü olarak hayatını devam ettirmek zorunda kalan gazilerimize özel bir sokak hazırlanmıştı, bir aracın bile park edildiği bu sokakta logar kapağı, kaldırım ve daha bir çok ayrıntı düşünülmüştü, sokağın iki yanlı kenarına dizilmiş odalarda bir banka, bir ev, bir market vb günlük hayatta sıkça ziyaret ettiğimiz mekanlar yer almaktaydı.

Bu odalarda gazilere günlük hayatlarını bir özürlü olarak daha kolay nasıl idame ettirebilecekleri öğretiliyordu.  O ana kadar sessizce dinlediğimiz anlatıcımızı dostlarımızdan biri böldü;

“Peki ama televizyondan da izliyoruz, şehit ailelerinin evlerini gösteriyorlar, burada sağladığınız bu düzeni buradan çıktıktan sonra sağlayabilmeleri için bu insanların belirli bir ekonomik gücü olması gerekiyor. Ayrıca aileleri ve yakın çevrelerinin bilinçlendirilmesi de gerekiyor.”

Bize anlatımı yapan uzman da belli ki aynı görüşe sahipti ve anlatmaya başladı;

“Yurt dışında devlet gaziler bakım merkezinden ayrıldıktan sonra yaşam alanlarını yeni yaşam koşullarına göre düzenliyor bütün masrafları üstlenerek ama ne yazık ki ülkemizde boyle bir şey söz konusu değil”, dedi. “Ayrıca bir rehabilitasyon uzmanı olduğundan aslında bu eğitimleri yakın çevrenin de bilinçlendirilmesi ve yaşam alanlarının keşfi açısından gazinin yaşam ortamında yapması gerektiğini” söyledi. Yani her gazi için aslında bir alan çalışması yapılması gerekiyordu, bunca ileri düzey bir merkezde bile bu henüz mümkün olamıyordu. Umuyoruz ki ilerleyen zamanda milletimizin de sağlayacağı destekle bu aşamaya da gelinir. Çünkü gerçekten sağlanan ortam ve koşullar o kadar mükemmeldi ki, Anadolu’nun herhangi bir yerinden gelip burada tedavi gören ve ardından kendi yaşam alanına dönen gaziler gerçek yaşamın içinde ikinci bir tramva yaşama riski ile karşı karşıyaydılar. Bu da bir anlamda burada verilen bütün emeğin ruhsal anlamda boşa gitmesi de demekti.

Merkeze bunca güven ve hayranlığımı kazanmasının tek sebebi elbette ki o gün yaptığımız ziyaret değildi. Çünkü bir çoğumuz biliyorduk ki ziyaretler veya denetimler sırasında her şeyin sorunsuz ve parlak gosterilmesi ülkemizde adettendi.

 

O gün gördüğümüz tüm hasta ve çalışanların güleryüzü ve yaydıkları enerji inanılmayacak kadar güzeldi ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak elbette içimizde acaba bize mi böyle gösteriliyor diye bir şüpheye kapıldık.

Çalıştığım iş yerinde bir arkadaşım vardı askerlik görevi sırasında omiriliği kırılmış ve bir yıl GATA’da arkasından bir buçuk yıl da bu tesiste tedavi görmüştü. Merkeze gitmeden öncede ondan kısa bilgiler almıştım, ama döndüğümde merkezin parlaklığı karşısındaki hayranlığımı gönül rahatlığı ile hissedebilmek için yeniden onunla konuşma ihtiyacı duymuştum.

Merkez ziyaretimizden çok önce orada gördüğü tedavi ve doktoru ile ilgili çok güzel şeyler anlatmıştı. Döner dönmez onu arayıp merkez hakkındaki hayranlığımı ve bu hayranlıktan dolayı duyduğum garip güvensizlikten bahsettim. Sağolsun beni kırmadı ve yanıma geldi. Merkezdeki her şey her zaman aynı gördüğümüz gibiydi. Herkes çok güler yüzlü ve moralliydi.

Peki ama böylesine tramva yaşamış bu genç insanlar nasıl oluyorda böyle olabiliyorlardı? Aslında elbetteki ilk aşamada boyle olmuyordu. Kendiside aslında çok daha kısa zamanda iyileşebileceğini ama başlangıçta odasına gelen sevdikleri, paşalar dahil küfrederek kovduğunu anlattı. Çünkü ona artık yürüyemeyeceği söylenmişti. Ama sonraki dönemde aldığı psikolojik destekle ikna olmuş, tedavisine başlanmış ve tedavinin sonunda bastonsuz yürüyecek hale gelmişti. Benimle birlikte çalıştığı yerdeki işini de ona Elele Vakfı bulmuştu, o da merkezde gördüğümüz diğer gencecik çocuklar gibi pırıl pırıl ve hayat doluydu.

Biz merkeze gitmeden önce selamını iletmem için bana orada sürekli kalan bir arkdaşının adını vermişti. Ziyaret sırasında onunla görüşme imkanı da bulduk. Arkadaşımın ziyaretlerinin seyrekleştiğinden şikayet etmişti gülerek. Bende dönüşte bu şikayeti de sorularımla birlikte ona ilettim. Cevabı çok içimi acıtmıştı;

“Ben yürüyemezsin dendiği halde yürümeyi başardım, ama orada hala tedavi görmeye devam eden ve yürüyemeyen arkadaşlarım var. Ben gittiğimde aileleri ve çevreleri bak o başardı ve yürüdü sen hala başaramadın diyorlar, ve ben çok üzülüyorum”

Kendi yürüme hikayesini anlattığında zaten merkeze gelmesini sağlayan tramva yetmezmiş gibi birde aşmak zorunda kaldığı kendi iradesi ve nefsi ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Savaş merkezde tedavi görmekle sona ermiyor aslında yeniden başlıyordu. Anlık bir kurşun, mayın ya da benzeri bir ateşli silahın yarattığı sonuçlar insan hayatında irade ve azimle devam eden bir savaşa neden oluyor ve bu savaşı galip bitirenlerin sayısı da anladığım kadarıyla çok da fazla olamıyordu eger bir uzun kaybı söz konusu ise.

Biz o koridorlarda odalarında ziyaret ederken bu gencecik insanlar bu mücadeleyi kazanmaya çalışıyorlar yine de bizden daha hayata bağlı ve dimdik duruyorlardı. Biz de hayatlarında yaşadıkları bu uzuv kaybı ve tramvalar için kuru kuru bir teşekkür edebiliyor ve ardından kendi hayatlarımıza geri dönüyorduk. Kimdik ki biz onlar için?

Tüm bu düşüncelerin sonunda en azından bu ülke de güvenle ve vicdanım rahat bağış yapabileceğim bir yer buldum nihayet. Sizde en azından bu yazıyı yaygınlaştırarak onlara ulaşacak ellerin artmasına bir katkı sağlayabilirsiniz.

Çünkü kapısından girdiğiniz andan itibaren bambaşka bir dünya olan bu merkez gerek askeri bir yapı olması gerekse vakıf olması nedeniyle reklama ağırlık vermemesi sonucunda bir çoğumuz tarafından bilinmiyor. İnternet sitesinden daha detaylı bir çok bilgi ve fotoğrafa ulaşabileceğiniz merkezin tanıtımını yapmayı ben kendi adıma bir sosyal sorumluluk olarak görüyorum.

Saygı ve sevgilerimle
Aylin Kosovaeri Şahin

7 Şubat 2012 Salı

YA TUTARSA (6) AGARTA VE YERALTINDAKİ DÜNYA

Ne ilginçtir ki, Baba Burnunun bulunduğu Zonguldak Ereğlisi yakınlarında, Türkiye’nin Cumayanı denilen ve 10km. Uzunluğuna erişen en büyük mağarası yer almaktadır.

Klasik Yunan-Roma tradisyonlarında yer altı dünyasının Anadolu’daki girişlerinden biri olarak değinilen bir diğer yer de, güneybatı Türkiye’nin kadim kayra bölgesindeki kutsal Akharaka’da bulunuyordu. Yer altı dünyasına açılan bir yolun ağzı sayılan bu yerden, kükürtlü gazlar çıkardı ve hastalar şifa bulmak amacıyla burayı ziyaret ederlerdi. Akharaka ile Agarta adlarının benzerliği de üzerinde durulması gereken bir husustur.


Herodot’un, Trakyada yaşayan Getaeleri inisiye den ve Pythagoras’ın spiritüel üstadı olduğu söylenilen, Zalmoxis adındaki bir şahıs hakkında yazdıkları, yer altı dünyasına Trakya’dan da ulaşılabildiğini göstermesi bakımından ilginçtir: “Zalmoxis, Trakyada geniş bir hol yaptırttı. Ve burada topladığı kişilere kendileriyle gelecek kuşakların ölmeyip her şeyin bol ve zengin olduğu başka bir yere gidip daima mutluluk içinde yaşayacaklarını öğretti. Yerin altında inşa edilmiş bir evi vardı yeraltına girip, gözden kayboldu ve üç yıl süreyle orada kaldı. Herkes öldüğüne hükmederek ağladı. 4. yıl içinde tekrar ortaya çıktı ve bu stratejisi sayesinde de vaaz ettiği öğretiye inanmaları için halkı ikna etti.” okült kaynaklara göre, Zalmoxisin indiği yer altı ikamet yeri Yer altı Işık Uygarlığı Agartaydı.

Anadolu’nun sözlü gelenekleriyle klasik tradisyonların bu konuda söylediklerine paralel olarak aşağıda belirtilen enformasyon, büyük bir önemi haizdir: orta Doğuda, Agartanın yer altı dünyasına açılan üç kadim giriş,

1-Gize, Mısır;
2-Edruselbruz Dağı, Kafkaslar;
3- Troya, Batı Anadolu’da yer alıyordu.


Bir dünya haritası üzerinde, bu üç yeri birleştirmek suretiyle bir üçgen çizildiğinde, kuzey kenarı tam Baba Burnunun üzerinden geçen bu üçgenin içinde kalan kara kütlesinin Anadolu’dan başkası olmadığını görürüz! Aynı zamanda, bu üç girişin açıldığı başlıca tünel tesislerinin, bir yer altı geçitleri sistemiyle birbirleriyle irtibatlandırılmış olmaları çok muhtemeldir. Eğer böyleyse o zaman Anadolu’nun altında muazzam bir dehliz şebekesi bulunmalı ve Anadolu’da Agarta tünel sistemlerinin en önemli kavşaklarından biri olarak işlev görüyor olmalıdır. Ve Kapadokyanın kendisinin Anadolu’nun tam ortasında yer aldığını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla, yer altı ağının Kapadokya altında yoğunlaşması ve bu bölge dâhilinde tünellerin yer altı kentlerine açılması son derece mantıki gibi görünmektedir. Öte yandan, Anadolu’daki dehliz sistemlerinin geriye kalan kısmına ilişkin bazı belirtiler de vardır. Örneğin, Hititlerin başkenti olan ve Kapadokya’nın kuzeyinde olan Hattuşaş’ın günümüzdeki adıyla Boğazköy ün altı dehlizlerle ve tünellerle kaplıdır.

Resimde görülen üçgenin Ankara'nın başkent oluşu ile ilişkilendirildiğini biliyor muydunuz? Agarta ile ilgili bölümün tamamlanmasının ardından bu konu hakkında da bir anlatım hikayemiz içerisinde yer alacaktır.

Şimdi Anadolu’da mağaraları biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim. Anadolu’nun, Elbruz Dağının yer aldığı Kafkaslara yakın olan kuzeydoğu köşesine yaklaştıkça mağaraların adedi ortalama sayının çok üzerine çıkmaktadır. Speleolojik etütler, Türkiye’nin tam kuzeydoğu ucunda yer alan Artvin ilinin mağaralarla dolu bira araziyi kapladığını göstermektedir. Peter Kolosimoya göre, Sovyet bilim adamları, “Azerbaycan’da, Gürcistan’da bulunan ve Kafkasları bir uçtan bir uca kat eden daha başka tünellerle bağlantılı oldukları meydana çıkan komple bir tüneller şebekesinin yer aldığını tespit etmişlerdir… Kafkas tünellerinin, yakınında sık sık rastlanan mağaralarda, dünyanın her yanında görülen motifleri de temsil eden çizimler vardır: bunlar, Gamalı Haç ve Sarmaldır.” kolosimo, daha sonra, bu galerilerin “ İran’a doğru uzanan devasa bir şebekenin ir parçasını oluşturduğunu ve Amu Derya yakınlarında( Türkmenistan’la Rusya- Afganistan sınırında) keşfedilen tünellerle, hatta merkezi ve doğu Çinin, Tibet ve Moğolistan yer altı labirentleriyle irtibatlı oluğunu belirtmektedir”

İşte, bir yandan da batıya doğru uzanarak, Anadolu’nun altından devam edip, Troya ve Gize’nin çevresinden gelen dallarla birleşen şebeke budur. Bütün bunlar, mantıken, Artvin ile çevresindeki mağaraları aynen komşu Gürcistan mağaraları gibi, söz konusu şebekenin yer altından uzanan bölümüyle sistematik olarak ilişkili oldukları ihtimaline işaret etmektedir.

Anadolu’nun altında yer alan ağa ilişkin en ilginç kanı, hali hazırda aşina olduğumuz bir yerden, kadim Commagene yöresinden çıkmaktadır. 1954 yılında Commagene bölgesinde kazı yapan arkeologlar, Nemrut dağının yakınında yer alan, Eski Kâhta köyünün altında uzanan bir tünel keşfettiler. Bu tünerlin girişi yek pare bir yazılı kaynın altında yer alıyordu. Kayanın üzerinde, buranın Antiochosun babası tarafından, son uykusuna yatacağı kutsal yer olarak seçilmiş olduğunu belirten bir yazıt bulunuyordu.

Söz konusu tünel, aşağıya doğru eğim yapıyor ve belirli bir mesafeye kadar herk iki yanında basamaklar bulunuyordu. Tünelin başlangıcından yaklaşık 100m. İlerde bir balçık tabakasına rastlanmıştı. On noktadan itibaren tünelin temizlenmesi çalışmalarını durdurmak zorunda kalan arkeologlar, gerekli teçhizatı tedarik ederek, iki yıl sonra, temizleme işlemine kaldığı yerden devam etmek üzere Eski Kâhta’ya döndüler. Prof. Karl Döerner, 1956 yılında gerçekleştirilen Bu kazının öyküsünü, Türk Arkeoloji Dergisinde(1957–7–2) şu şekilde anlatmaktadır: “…bundan sonra tünelin şimdiye kadar açılmış olan, Kısımlarına dekovil rayları döşedik, küçük bir çekme makinesi kurduk. Ve tünelin dibinde çalışan işçilere lüzumlu taze havayı temin ve tazyikli havayla çalışan burgulara çalışma kuvveti sevk eden bir kompresör inşa ettik.

“… Tünelin başlangıcından tahminen 120m. Uzaklıkta zayıf olmakla beraber tekrar merdiven basamaklarına rastlanıyordu. Bu noktada tünel hayret edilecek derecede dik bir meyille aşağıya iniyordu(meyil düşüş açısı51 derece!). bu sebeple ray döşememize imkân kalmamıştı; zira bizim bir motorla çalışan çekme makinemizin çekiş kuvveti bu meyile mukavemet etmeye kâfi değildi… Tünelin bu dikliğinde çalışmalarımızı Almanya’da bu maksatla hazırlanan, doldurma sepetleri sayesinde en iyi bir şekilde devam ettirmemiz mümkün olabildi.

Bu şekildeki sabırlı çalışmalarımız sayesinde tünelin 150.m.sine erişebilmiştik… 142–143. m.lerde tünel sol duvarında maden kuyusunu andıran, yuvarlak bir boşluğa tesadüf ettik; 150. m.de buna benzer bir ikinci boşluk daha vardı; her iki boşluk da kayadan oyulmuştu, her ikisinde tünelde bulunan cinsinden baçlı ile doluydu… Bu yuvarlak boşluklar 50cm. Derinliğinde idiler; önlerindeki platform şeklinde genişleyen basamaklarda kül bakiyeleri mevcuttu. Bu boşluklardan hemen sonra, 156.m.de, basamaklardan eser kalmamıştı. Tünelin tavanı gittikçe alçalıyordu; 158. m. De tünelin tavan ve tabanının kemervari bir şekilde birleştiğini müşahede ettik.

“Tünelde herhangi bir şey bulamadık. Bu sebeple, bu muhteşem tesisatın ne gibi bir maksada hizmet etmiş olduğunu kendi kendimize sormamız icap etmektedir. Bütün mesai arkadaşlarım için, Eski Çağda suni oksijen imal eden herhangi bir alete sahip olmaksızın bu muazzam tünelin nasıl inşa edildiği ve her şeyden evvel tünelin aydınlatılması meselesinin nasıl halledildiği bir bilmecedir… Mesela, 120.derinlikte kibrit yakmak imkânsızdır ve bu derinlikte hiçbir ateş yakma vasıtası ateş almaz.1956 yılındaki çalışmalarımız sırasında, kompresör bize daimi olarak taze hava gönderdi ve tünelin aydınlatılması işini elektrikle temin ettiğimiz için oksijene ihtiyacımız olmadı.

“…[yazılı kaya civarında]9m. Yüksekliğinde bir başlangıç dehlizi vardır. Bunun arkasında kayadan oyulmuş büyük bir mağara bulunmaktadır; her ikisi de merdivenvari bir tünelle bağlıdırlar…

“Gerger’deki, Antiochos’un ataları için olan mezarda, kalenin doğu kısmındaki tünel beşlengicinin, Eski Kâhta Kalesindeki merdivenvari kayalı tünel başlangıcı ile aynı teknikle yapılmış olduğunu tespit ettim.”

Şimdi, Nemrut Dağının neden Commagene’nin kutsal dağı olduğunu ve Yüce Güçler tarafından amaçlarına hizmet etsin diye seçildiğini iyice anlayabiliriz. Çünkü Commagene altında bir tünel sisteminin mevcut olduğuna bakarak Nemrut Dağı Mabedinin, kutsal yerlerin ve yapıların Prototipini yani Agarta mabedini örnek aldığını ve böylece he dünyanın göbeğini temsil eden bir kutsal dağda ki, Agarta için bu Himalayalar’dır, hem de himalayalar’ın altındaki Işık Ülkesi gibi, doğrudan görülemez ve ulaşılamaz olan iç mabetten bir iç adadan, bir yer altı çekirdeğinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Kutsal yerler ile yapıların iç eksenlerinin, çoğu kez bir kule ya da tepe noktasıyla belirlendiği söylenir. Bu husus nemrut dağının dorusundaki höyüğün mevcudiyetini bir başka açıdan daha açıklamış olmaktadır. Höyük iç odaya işaret eden bir uç noktası oluşturmaktadır ve höyüğün sırrının bu iç mekânda bulunması da çok muhtemeldir.

Nemrut dağının yer altı odasına Commagenenin tünelleri yoluyla ulaşmak mümkün olsa gerek ama daima kapalı duran höyük gibi dehlizlere de, riyakatsiz kişilerin nüfuz etmesi imkânsızdır.
Bütün bu hususlar şu iki ilişkiye işaret etmektedir:


- Nemrut Dağı mabedinin inşaatının perde arkasındaki gerçekleştiricileri olan yüce güçler ile mekânları Agarta olan ve yıldızlardan gelen Göksel Varlıklar arasındaki ilişki: ne ilginçtir ki, Daniken Türkiye’yi ziyaret edip nemrut dağıyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra, Sirius Yıldızının nemrut dağı mabedinden mükemmel bir şekilde gözlemlenebildiğini açıklamıştır.


- Mithras kültü ile yeraltındaki Ağarta İnisiyasyon Merkezi arasındaki ilişki. Egerton Sykes’în ‘ Klasik Olmayan Mitolojinin Sözlüğü’ adlı kitabında Mithras kültünün bu veçhesine değinilmektedir: “ Zerdüştizmin Yaratılış Efsanelerinde, Yimaya, beşeriyetin korunması için bir ’var’ ya da barınak inşa etmesi söylenir. Ancak, bu daha sonra zerdüştün Kadim İran Dağlarında Mithra’nın şerefine hazırladığı devasa mağara haline gelmiştir. Bu mağarada, dünya unsurlarıyla bölgelerinin sembolleri bulunuyordu; kuzey girişi hayata ve güney girişi de ölüme aitti. Bu öykü, sanki Romalılar zamanında İngiltere’ye kadar yayılmış olan mağara dinlerinin birçoğunun esasını açıklıyor gibidir. Ve bunun kökenini de, muhtemelen beşeri ırktan birçok kişinin, kozmik felaket karşısından mağaralara sığınmak zorunda kaldığı bir döneme dayanmaktadır. Dolmanlar ile geçit mezarları denilen yapıların da, bununla ilişkili olmaları imkân dâhilindedir.”


Ve köşeleri; Troya, Elbruz Dağı Gize girişlerinde yer alan imajinatif üçgeni incelediğimiz takdirde, nemrut dağının Agara tünel ağıyla ilişkisi daha da bariz bir hal almaktadır. Çünkü Nemrut Dağının kendisi, bu üçgenin doğu kenarına oldukça yakın bir yerde bulunmaktadır.


Nemrut dağında esas alınan mabet Prototipi ayrıca, Büyük Piramit için de geçerlidir. Acaba, Troya kenti de, bütünüyle, bu tür kutsal yerlerin bir başka yerlerini oluşturmuyor muydu?

Hisarlık tepede kurulmuş olan Troya birbiri üstüne inşa edilmiş olan 9 ayrı kent tabakasından oluşuyordu. Böylece çok katlı Troya kenti, Hisarlık tepenin merkezi tepesi çevresinde ve tatlı eğilimi üzerinde tesis edilmiş olan eş merkezi kent surlarıyla, bir piramit biçiminde tezahür etmektedir.


Grek Mitolojisinde, Tanrıça Athene nin yaptığı ve adına Palladium denilen bir sihirli heykelden bahsedilir. Denildiğine göre, Zeus, bu heykeli, göklerden aşağıya indirmiş ve Troyanın korunması amacıyla, Troyanın kraliyet soyunun geldiği Kral Dardanus’a hediye etmişti. Ve palladium, Ate tepesine, Hisarlık tepeye yerleştirilmişti. Bu sihirli heykelin, Tanrılarım himayesini kenti ilebilme özelliği vardı. Çünkü ‘ dünyanın kralı’ adlı kitabında Rene Gueno nun da belirttiği üzere Palladium, aslında Spiritüel tesirleri zapt den bir anten olarak kullanılıyordu


Hisarlık Tepenin üzerinde yükselen ve piramit biçimindeki Troyanın uç noktasını oluşturan Palladium’la birlikte bir mabet- kent’in dış formunun görüntüsünü tamamlamaktadır. Peki, iç mabet, yani çekirdek hakkında bir bilgimiz yok mudur acaba? Palladium Efsanesinin geriye kalan kısmına göre, Troya kralları, Ate tepesinde bu heykel için bir mabet inşa ettirmişlerdi. Sonra kenti himayesiz kılmak amacıyla bu heykeli çalan Grekler, böylece Troya savaşındaki galibiyetlerini garantiye almış oluyorlardı. Fakat bir rivayete göre de, Dardanus daima, heykelin bir kopyasını teşhir ediyor ve orijinal Palladiumu mabedin iç mekânında saklıyordu. Dolayısıyla, hisarlık tepenin altında asıl objenin saklandığı ve belki de yeraltı geçitlerine açılan girişin bulunduğu bir iç oda yer alıyordu.

Orijinal Palladium, Troyanın düşüşünden sonra, Aeneas tarafından İtalya’ya götürülmüştü. Heykel Aeneas’a, yeni merkezi Roma’da kurma görevinde Yüce Güçlerin himayesini bahşetmişti. Unutmamalıyız ki, aynı Aeneas, yer altı dünyasına inmiş ve gizemli yer altı cenneti olan Elysium’u ziyaret etmişti. Acaba Elysium, Agartanın bir yansıması mıydı?

İlyada’da, Troyanın ta karşısına rastlayan denizaltı mağarasına ilişkin olarak geçen satırların yanı sıra, ayrıca, Britanya adalarındaki bir tradisyonda da çalılıklarla çevrelenmiş yollardan oluşan Açıkhava labirentlerine(54) Troya kenti denilmektedir. Çok muhtemeldir ki, bu ad, Troya kentinde Agarta galerilerinin labirent benzeri ağına açılan bir girişin mevcut olduğuna işaret etmektedir. Ve son olarak, Schliemann’ın Troyadaki kazılarda bulduğu çok sayıdaki Gamalı Haç heykelcikleri, Troyanın Agartayla doğrudan ilişkili olduğuna dair bir başka kanıt oluşturmaktadır

(devam edecek)

YA TUTARSA (5) EZOTERİZME DEVAM VE AGARTAYA GİRİŞ

Ezoterizm öğretilerde ilerleyebilmek için ruhsal arınmanın yanı sıra zihinsel de bir arınma gerektirmektedir. Zihinsel arınma sağlamak için ise kosantrasyon gücünün artması ve odaklanmanın hızlanması gerekir. Ezoterik eğitimine başlayan bir kişinin eğitimi çeşitli aşamardan geçilerek yıllar sürer. Her kişinin eğer sınavları geçebildiyse ve sırrı saklayabileceğine inanılıyorsa bu eğitimi tamamlama süresi farklıdır. Sır başlayan öğrenciye hemen verilmez aşamalar sona erdikçe kısım kısım verilir. Yeni bir sırra geçilmesinden önce öğrenciyi eğitenin öğrencisinin bu sırra hazır olup olmadığından emin olmak zorundadır. Hazır olmadığını düşünürse içinde bulunulan aşama uzar ve sır beklemeye devam eder. Örneğin bahsi geçen eğitim şekli budizm ve sufizm de aşağı yukarı bu şekilde ilerlemektedir. Biri İslama dayalı diğer herhangi bir semavi dine dayalı olmayan bu iki öğreti aynı amaca hizmet eden ve aynı sırları saklayan iki farklı öğretidir. Bu gün Mevlana'nın öğrettiklerinin sadece İslam camiasında değil dünya üzerinde kabul görüyor olması Altın Çağ insan modelinin bir yansıması olduğundandır. Budizminde bu kadar taraftar topluyor olmasının altında yatan neden aynıdır. Sevgi ve huzura dayalı bir insan model yaratması.

İslami ezoterizmde bu nedenle Kur'an'ın batini bir yönü olduğu söylenir. Ancak şeriata inananlar bunu kabul etmezler ve onlar ayetlerin ilk okunduğunda oluşan anlamı üzerine bir yaşam kurmayı savunurlar. Bu nedenle Mevlana'nın İslamı ile Şeriatçıların İslam'ı arasında derin farklar vardır. Batinilik (İsmailiye) de benzer öğretinin oldunu ayrı bir koldur. İlgili bilgilere farklı kaynaklardan erişilebilir.

Tasavvufun kaynağı olarak İslam peygamberinin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilebilir. Nitekim Peygamber orada nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Sahabe den bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den doğrudan aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır. Veliler de peygamberlerin vârisleri olarak bu yolu takip etmiştir. Mağara kelimesinin altını çizelim lütfen.

Şimdi aşağıdaki tanımlara bir bakalım :

Yoga bireyin kendi iç dünyasına yapmış olduğu zihinsel bir yolculuktur. Kişilerin kendi özü ile baş babaşa kalmasını sağlar. Hayata bakış, din, dil, ırk farketmeksizin iyi, kötü; genç, yaşlı; herkes içindir. Yoga zihin ve beden için bir rahatlama tekniğidir denilebilir.

Neden yoga sorusunun cevabı mutlaka kişiden kişiye değişecektir, fakat nihayetinde bedeninizi, zihninizi ve ruhunuzu rahatlatacağı bir gerçektir. Yoga yaparken kendinizi doğal ortamda hissetmeniz için; dinlenilen müzikler ve rahatlama hareketleri ile rutin ve günlük hayatımızın streslerinden bir anlığına bile uzak kalarak rahatlama hissi yaşarsınız. Her şeyden önce sizi dinlendirir, gevşetir ve huzur duygusu yaşatır. Yoga ile motivasyon algılarınız güçleneceği için hayata bakış açınız değişecektir.

Meditasyon, bilimsel olarak saf bilinç akışına geçiştir. Bir çok yogiye göre ise meditasyon tam bir özgürlük halidir. İnsanı mutluluğa ulaştıran tek araçtır. Meditasyon kişinin kendi içine dönüşü olduğundan sade ve saftır, huzur kaynağıdır


İslam'da namaz Peygamber Muhammed (s.a.v.)'e vahiy suretiyle anlatılmış, sınırları ve şekli belirlenmiş özel bir ibadettir. Biçimindeki herhangi bir değişiklik onu hükümsüz kılar. Namaz, formal olduğu kadar, bütün müslümanlara farz kılınmış bir disiplindir. Onu mü'minlere mecbur kılmakla İslam, mensuplarını disipline etmeyi amaçlamış ve Allah'ın varlığının sonsuz bilincini korumuştur. Namaz, zamanı bölümlere ayırarak müslümanı sağlıklı ve düzenli bir hayata alıştırır. Temiz suyla alınan abdestle o, tazeleyici ve temizleyici bir ameliye olarak kabul edilir. Ayağa kalkma, diz çökme, secde ve oturma değişimleriyle, aynı zamanda vücut içinde bir egzersiz görevi görür . Namaz maddi ve manevi itminanı ve ruhi hazzı beraberinde getirir. Zihni günlük işlerden uzaklaştırmak,


Allah'a ve O'nun emirlerine ve varlığına konsantre olmak, kendini mutlak ve evrensel hükümdarlığa yükseltmektir. İbadet eden kişi, bu gibi uygulamalarla hayata ve onun problemleriyle karşılaşmaya öncekinden daha hazır olarak çıkar. Namazın mahiyeti, dini ibareler yoluyla akla gelen fikirler, insanı arzu dolu kılar; onu hayırlı işlere yöneltir; kötüden kaçınmaya, dünyayı iyilikle doldurmaya olan azmini güçlendirir. Nihayet cemaat halinde eda edildiği zaman, aynı saftaki müslümanı sosyal ve siyasi eşitliğe, evrenselliğe, kardeşliğe ve diğer kardeşleriyle ilgilenmeye, onları desteklemeye teşvik eder

Ezoterizm ile hiç ilişkilendirmeden bile biri dini ve diğeri öğreti modeli olarak bu tanımlar arasındaki benzerlikleri farketmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum.

Şimdi bir de aşağıdaki tanımlara göz atalım ;

Reiki, şifa ve ruhsal çalışmalara dayanan, 20.yüzyılın başında Japonya’da ve enerji aktarımı ile şifa vermeye dayalı olduğuna inanılan bir tekniktir. Rei “her yerde varolan”, ki “ruhsal yaşam enerjisi” anlamına gelmektedir. Batıya yayılmaya başladığında “Evrensel Yaşam Enerjisi” olarak tercüme edilmiştir. Ancak ezoterik olarak “yüce kaynağın bilincini taşıyan, ruhsal amaçla çalışan yaşam gücü enerjisi” açıklaması anlamını daha iyi ortaya koyar. Yani Reiki bir “Ruhsal Şifa Tekniği”dir.


Feng Shui, evrenin, doğanın güçlerini ve titreşimlerini dengeleyerek, hayatınızda başarıyı, sağlığı ve zenginliği sağlayan bir yöntemdir.

Uygurca’da şaman, “hastalıkları gideren, acıları dindiren, çılgınlıkları, saraları yatıştıran, hastalara ilaç yapan kimse” anlamında, “otacı” diye anılmıştır. Şamanizmin bütün çeşitlerinde tanrı-doğa-insan arasında sürüp giden kopmayan bir bağlantının bulunduğu inancına rastlanır

Maji, Kelime anlamında Maji´nin Türkçe karşılığı yoktur; en yakın yaklaşım sihir olarak belki düşünülebilir; büyü sözcüğü ise genelde Maji´nin karşılığı sanılır ama sadece sözlük karşılığıdır. Demek ki, Maji´ye Türkçe karşılık bulamıyoruz ama kavram olarak açıklayabilir ve anlamlandırabiliriz. Maji sözcüğü, Grekçe´dir; Magein; Megas büyük bilim anlamındadır veya en büyük veya ana bilim demektir. Maji Paleolitik çağlardan beri vardır, Fransa´da Aurigignac´da, Güney Afrika´da Buşmenler´de Majikal ayinlerin izleri bulunmuştur. Atlantis, Mu inançları dışında, bilinen tarihte Eski Mısır´da Maji çok geniş biçimde kullanılmıştır. Özellikle de Mısır Panteonu´daki tanrılara çok dikkat etmek gerekir; tümü belli majikal güçleri simgelemektedirler. Yine tüm Mezopotamya uygarlıklarında, Aztek, Maya ve İnkalar´da Majikal yaptırımlar çok geniş ve çeşitlidir. Majinin gücünden korkan ve insanın yeterince bilgilenmesini istemeyen Hristiyan Kilisesi, MS 364 Laodicea Konsülü´nde Maji´yi, matematiği ve Astroloji´yi yasaklamıştı. 525´de Oxia´da, 721´de Roma´da alınan kararlarla Maji Sanatı´nı bilmek ve kullanmak hakkı sadece belli bir rahip sınıfına verildi. Ama sonra, bu hak yanlış yola sapacak ve insanları yakan sapık bir inancın yani engizisyonun temeli olacaktır. Budizm´in tüm kolları majikal deneylerle doludur, Zen Budizm insanın sıradanlığını, kontr tepki olarak ele alır; Yoga her türünde Majikal terbiye enerji birikimini düzenler; Akapünktür bedendeki sağlıklı enerji akımını öğretir; şamanlar geçmişin en güçlü Majisyenleriydiler; Heraklit, Platon, Demosten, Pliny, Pisagor, Agrippina, Marcus Aurelius, Jül Sezar, Bruno, Paracelsus, Nostradamus, Lüther, Calvin, İ bni Sina, İ bni Rüşd, İbni Hud, Cübeyr, İbni Semah, Muhiddin Arabi, Mevlana Rumi, Hallac, Yunus Emre, Casanova, Don Juan, Meyer, Pascal ve daha sayısız isim Majisyen olarak tanımlanabilirler. Onların yaşamlarını okumak okuyucuya daha iyi bilgi verecektir.

Majikal Gizem veya Güç, akıllı varlıklar arasında farklı boyutlarda, psiko-fizyolojik olarak bir ilişkinin sağlanması demektir, ilişkinin amacı karşılıklıdır. Maddenin açıklanamayan bir boyutunu varsayarak, normal sınırların dışında algılanması gereken bir yer olarak düşünün ama bu algı nasıl elde edilecektir? Bunun için operatif bir çalışma bilinci ve bilinçdışı uygulamalar gerekir. Fakat herşeyden önce Maji´nin temel sözcüğünü anlamamız ve öğrenmemiz gerekir; bunun adı ise "sır" dır, "sır" ön anlamda, bilginin, öğrenilenin kasıtlı olarak tahdit edilmesi, kısıtlanması ve de bir sistem ve özel bir ekip içinde olabildiğince saf ve doğal halinde korunmasıdır. Biraz daha iyi anlamaya çalışalım; saflık oluşumun ilk koşullarının aynen kalması demektir; yani bir bebek ruhunun ilk anı gibi veya suyun doğadaki saflığı gibi düşünülmelidir. Saflık çok önemlidir ve "sır"ın da giriş kapısıdır, Maji gezegenine buradan gidilebilir ama saflık veya tek bir amaca nötr olarak egemen olmak bu yolu açacaktır; işte büyük mistiklerin, ustaların ve büyücülerin geçtikleri yol budur. Saflık için, temel disiplin Maji öğretisine sadık kalmak ve asla manevi öğretilere bağlanmamaktır ama onların da tam olarak bilinmesi elzemdir.

Kuantum Düşünce üst nitelikli bir düşünme biçimidir. Sıradan düşünce biçimleri kendisini tekrar eden, etkisiz ve sınırlı enerjilerdir. Değiştirme ve oluşturma güçleri yoktur. Daha çok vehim, kuruntu, başıboş hayaller biçiminde akar. Oysa Kuantum Düşünce derin düzeyde, atom altı alanda etkili olabilecek tarzda bir yaratıcı düşünme biçimidir.

Özel bir bilinç düzeyine girerek, özel olarak kurgulanmış sözel ve imgesel oluşumları içerir.
Bu düzeyde insan, kendi hayatının efendisi durumuna geçer.

Kuantum Düşünce daha da ilerisi ortak zeka alanında işlem yapar. Bütün evreni tekamül ettiren enerjiyle işbirliğine girildiğinde siz bir "kişi" olmanın sınırlı olanaklarını aşar, "bütün" ün gücüne ulaşırsınız.

O zaman da gücünüz tabii ki bütünün gücüne eşit olacaktır

Tüm bu tanımlarda verilen bilgiler bazılarında doğrudan bazılarında ise dolaylı bir şekilde birbiri ile örtüşmektedir. Oysa hepsi farklı medeniyetlerin farklı inanış ve yaşam şekilleri olan insanların uyguladığı yöntemlerdir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ve dikkat edilirse hepsinin özünde ezoterik öğretilerin bilgileri veya yöntemleri yatmaktadır.

Tüm bu farklı kültür, inanç ve medeniyetlerin bu kadar ortak noktası olmasının nedeni nedir? Tıpkı dünyanın farklı yerlerindeki tünellerin, yer altı şehirlerinin, mağara efsane ve hikayelerinin benzeşmesi gibi inanç sistemlerinde izlenen yol ve yöntemlerinde bu kadar benzer olması şaşırtıcı değil midir?

Şimdi Kapadokya ile başladığımız tünel yolculuğuna geri dönelim ve bu iki benzerliğin tek bir nedeni olabilir mi düşünelim. Bu amaçla hikayenin ikinci bölümünde alıntılarına yer verdiğimiz Bilim Araştırma Grubunun verdiği bilgileri incelemeye kaldığımız yerden devam edelim.

Eğer yer altı kentleri ve tünelleri konusunda, kapsamlı bir araştırma yapmayı göze alırsak, bu soruların cevapları da bulunabilir. Böyle bir araştırma, dünyanın her yanında, yer altı geçitleriyle odalarından, oluşan komple bir şebekenin mevcut olduğunu ortaya koyacaktır. Bir çok kadim ezoterik tradisyonun, özellikle de Doğuya ait olanların, ve günümüzün güvenilir okültistlerinin belirttiklerine göre bu yer altı tesislerinde, beşeri ırkın Ağabeyleri yaşamaktadır. Bütün bu yer altı koridorlarının Himalayalrın civarında yerleşik olan ve evrim yolundaki Ağabeylerimizin Merkezi Yönetici Hiyerarşisinin ikamet ettiği ve beşeri evrimin ilerletilmesi için bu fizik plan üzerinde faaliyet gösterdikleri bir ana tünel sistemiyle irtibatlı olduğu söylenmektedir. Bu Yeraltı Işık Devletine Agarta denilmektedir

“Agarta Himalayaların altında yer aldığı belirtilen ve Büyük İnisiyatörler ile Dünyanın Efendilerinin bu çağda içinde yaşadıkları gizemli bir Yer altı krallığıdır. Agartanın bir İnisiyasyon Merkezi olup Piramitlerinkine benzer bir prensip üzerine işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Himalayalar dışsal abideyi teşkil ederken yer altı mekânını da dünyasal ve kozmik kirlenmeden uzak tutulan Krallık oluşturur”

Bilgiyi burada kesip daha önce tanımını vermediğimiz İnisiye kelimesinin anlamına bakalım ;

Ezoterik İnisiyasyon (Erginlenme, Tekris);"dışarıdaki", "yabancı", "harici", "bigâne" kişinin "içeri" alınması, "mahrem" kılınması, ezoterik topluluğun "üyesi" durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşmasıdır.


Ezoterik İnisiyasyon; bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere "öldüğü" duygusunu aşılamaktır. Bu nedenle, kimi ezoterik örgütlerde inisiyasyona, İkinci Doğuş da denilmektedir.


İnisiyasyon yoluyla, kişi daha "yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evrene ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit "tanrılaştırma' dır. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir "tanrılaştırma" eylemi, evrenin özündeki "büyük varlığın" bireyde belirmesi olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.

Evren ile Tanrı'yı bir ve aynı şey sayan öğretilerin ve inanç sistemlerinin genel adı Panteizm'dir. Kamutanrıcılık da denilen Panteizm'in temel ilkesine göre, evrende bulunan her şey tek bir Varlık'tan oluşmuştur. Gerçekte varolan bu tek Varlık'tır ve tüm nesne ve canlılar onun çeşitli görünümleridir. Eski gizemci ve ezoterik toplulukların çoğunda Panteist ilkeler benimsenmiştir. Felsefe olarak Stoacılık ve Neoplatonizm'de panteist anlayışlar vardır. Kabalacılık tümüyle panteisttir. Vahdet-i vücut anlayışı ile Tasavvuf 'ta da panteist olgu benimsenmiştir.

Birey, inisiyasyon yoluyla, kendinde zaten varolan bir özü canlandırmaktadır. Bu bir "iç" gerçekleşmedir. Bu nedenle, ezoterik inisiyasyon uygulanan kişinin, belirli bir takım özellik ve eğilimlere baştan sahip olması gereklidir.

İnisiyasyon'nın Batı dillerindeki karşılığı olan "initiation" sözcüğü, Latincedeki "initium" sözcüğünden türemiştir. "Initié" ise aslında "yola koyulmuş, başlamış" demektir. Ezoterizm'de en önemli kavram "İnisiyasyon"dır.

İnisyasyon hakkındaki bu kısa bilgiden sonra alıntılarımızı incelemeye kaldığımız yerden devam edelim.

Agarta Ülkesi, Yüce İnisiyasyonlar ve Vazifeler Merkezi olmasının yanı sıra, aynı zamanda, milyonlarca ve milyonlarca kitabın korunduğu, binlerce kilometre uzunluğundaki bir kozmik Kütüphane ile eğitim tesislerini kapsayan bir Kozmik Üniversitedir de. Bu kitaplar, bu kitabın önsözünü yazanın gördüğü gibi, çok ileri seviyeden bir holografi, yani üç boyutlu fotoğrafçılık tekniği ile basılmışlardır.

“Tüm büyük ve varlıklı Lamaserilerde, Gonpa ve Ihak Hang’ın dağlarda yerleştikleri yerlerde kayalara oyulmuş yer altı odaları ve mağara kütüphaneleri vardır. Batı Tsaydamın ötesinde, Kuen-lerin ıssız geçitlerinde bu türden bir takım gizlenme mahalleri yer alır. Topraklarına şimdiye kadar hiçbir Avrupalının ayak basmadığı, Altındağ Dağ sırası üzerinde derin bir çukurun içinde kaybolmuş belirli bir köy vardır. Burası ufak bir veler küresi, bir manastırdan ziyade bir köy olup, içerisinden fakir görünüşlü bir mabet ve burayı gözetlemek için yakınında yaşayan ihtiyar bir lama bir keşiş bulunur.

Hacıların söylediklerine göre, bu mabedin altındaki yeraltı galerileriyle, hollerinde ihtiva olunan kitapların adedi, verilen rakamlara göre, British Museum’da dahi barınamayacak kadar çoktur.
Aynı tradisyona göre, kurak Tamin topraklarını, Türkistan ortasında adeta bir sahra olan artık terk edilmiş bölgeleri, eski günlerde, gelişen ve varlıklı kentlerle kaplıydı. Şimdi ise buranın ürkünç ıssızlığını giderecek birkaç yeşil vahadan başka bir şey yoktur. Böyle bir vahada, çölün kumlu toprağı altında gömülü olan büyük bir kentin mezarını halı gibi örmekte ve hiç kimseye ait olmayıp, sıksık Moğollar ve Budistler tarafından ziyaret edilmektedir.


Tradisyonlar ayrıca, kiremitler ve silindirlerle dolu olan geniş koridorların bulunduğu devasa yer altı ikametgâhlarından bahseder. Dünyanın iç kısımlarının derinliklerinde inşa edilmiş olan, yer altı depoları, emniyettedir ve bunların girişleri bu tür vahalarda gizlendiğinden herhangi birinin bunları keşfetmesinden korkulmaz… Söylediklerimizi özetleyelim. Gizli doktrin, kadim ve tarih öncesi dünyanın, dünyanın her yanına yayılmış olan diniydi. Bu dinin yayılışına ilişkin kanıtlar, tarihe ait gerçek kayıtlar, her ülkedeki özelliğini ve mevcudiyetini gösteren komple bir dokümanlar dizisi ve bunlarla birlikte bütün büyük velilerinin öğretisi, Okült kardeşliğe ait gizli yer altı kütüphanelerinde, günümüze kadar mevcut olagelmişlerdir.


Agartayı kuran ve Agarta hiyerarşisinin Yüksek Konseyini oluşturan Yüce Varlıkların yıldızlardan geldikleri söylenir: “ Tibet, azametli himalayalardaki bu mistik ülke, Dünyanın Psişik Merkezi olarak saygı görürdü. Üstatlar, gözden uzak manastırlarından diğer gezegenlerdeki Kozmik Efendiler ile telepatik görüşmeler yaparlar, Metafizik Âlemlerde İyilik ve Kötülük Güçleri. Beşeriyetin ruhu için çarpışırlardı. Hint-Tibet tradisyonları, yerin çok aşağılarında saklı olan ve bütün kıtalarda bulunan gizli girişlerden tünellerle yaklaşılan Agartadan söz ederler. Yıldızlardan gelen Uzaylı Varlıklar tarafından kurulan bu yer altı medeniyetinin tarihi anlaşıldığına göre, dünyamızın ilk günlerine kadar uzanmaktadır.


Burası, Uranüs’ün oğullarıyla Satürn arasında çıktığı sayılan Uzay Savaşından sonra Elohim ya da Sikloplar için bir yer altı sığınağı teşkil etmiş olabileceği gibi, muhtemelen bir zamanlar gezegenimizi tehdit ermiş olan, kozmik bir afetten kaçmak içinde kullanılmış olabilir.

Mu. ve Atlantisten uzaklaşan göçmenlerin yer altına kaçtıkları söylenir. Dünyanın her yanındaki Mistik Kardeşlikler, yerin kilometrelerce altında bulunan psişik bir uygarlık ile Tibet’teki üstatlar arasında bir bağlantı bulunduğunu ileri sürerler. İçi Boş Dünya Teorisinin taraftarları, uçan dairelerin aslında, yeryüzündeki ülkeleri gözlemek üzere Kutuplardaki deliklerden geçerek Dünyamızın içinden çıktılarını iddia ederler. Ezoterik öğretiler, Agartanın Hâkimini, dünyanın Kralı rütbesiyle anarlar. Yardımcıları durumundaki iki rahip- kral ile birlikte, insanlığın geleceğini planladığı söylenir. Sembolü, Hitler tarafından çarpıtılarak kullanılmış olan Gamalı Haçtır.”

Hitler ve uçan dairelerle ilgili bilgiler ilerleyen bölümlerde sizlerle paylaşılacaktır. Bir dünya savaşının arkasındaki resmi olmayan bu tarihi okuduğunuzda en az benim kadar şaşıracağınıza hiç şüphem yok.


Yukarıdaki ezoterik enformasyon ve Anday’ın aktardığı Kapadokya tradisyonu dünya çapındaki yer altı kentler şebekesinin ve bunları irtibatlandıran geçitlerin gerçek yaratıcıları hakkında bize bir fikir verebilir. Kapadokya’daki yer altı kentleri ile bunların arasında uzanan tünellerin keşfi bu tür bilginin ışığı altında oldukça anlam kazanmaktadır. Ve Kapadokya yer altı tesislerinin mevcudiyetini diğer bazı hususlarla birlikte değerlendirdiğimiz takdirde, Anadolu’yla Himalayaların altındaki Agarta İlahi Merkezi arasındaki gizemli bir ilişkiye işaret eden şaşırtıcı bir görüntü ortaya çıkabilir. Söz konusu hususlardan biri de Anadolu’nun, birçok mağaranı bulunduğu bir kara parçası olmasıdır. Anadolu’daki mağaraların toplam adedinin, 40 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ve Anadolu halkı arasında bu mağaralarla ilgili birçok ilginç tradisyon dolaşmaktadır. Bu tradisyonları, üç ana grupta toplayabiliriz:

- Bir grup tradisyon mağaralardan çıkan tuhaf kişilerden yaratıklardan bahseder;

- Bir diğeri, mağara girişlerinin herhangi bir davetsiz misafirin girişini kesinlikle engelleyen gizemli beklide manyetik mahiyetteki güçler tarafından korunduğunu anlatır;

- Üçüncü grup ise, Anadolu Evliyalarıyla, Ermişleriyle ilgilidir. Bu tradisyonlara göre Ermişler günün birinde bu dünyayı terk etmek istediklerinde Mağaralardan birinin içine girip sırrolurlar.

Ayrıca, bazı peygamberler ile mitolojik kişilerin hayatlarında önemli bir yer tutan Mağaralardan bahsedilir. Urfa.’nın güneyinde, Hz. Eyüb’e ait olduğu söylenen ve Hz. İbrahim’in doğduğu ve emzirildiği ileri sürülen iki ayrı mağara vardır. Mitolojide de, örneğin, ünlü Erythreia(ıldır) kahinesi, Ege Kıyılarındaki Kıranda ya da Klasik Çağdaki adıyla Koryekos Dağındaki bir mağarada doğmuştur. Bundan başka kutsal olarak kabul edilen çeşitli yerlerde de mağaralara rastlanır: Cudi Dağındaki 1000 kişiyi alabilecek genişlikteki mağara gibi. Kutsal yerlerdeki mağaraların, çoğunlukla halk arasında ziyaret yerleri olarak benimsendiği görülmektedir.

Benzerlerine dünyanın başka yerlerinde de rastlanan bu tür tradisyonların hepsi de, Agarta’nın yer altı koridorlar şebekesine Anadolu’dan girişler olduğunu güçlü bir şekilde ima etmektedir. Anadolu’nun bu durumunu teyit eden daha başka işaretlere, Klasik Yunan-Roma Mitolojisinin çeşitli yerlerinde de rastlamaktayız. Örneğin Homer’in İlyada adlı eserinin 13. bölümünün başlarında, Bozca Ada(Tenedos) ile Gökçe Ada(Imbros) arasında, denizin dibinde, Dünya Sarcısı sıfatıyla anılan Poseido’nun atlarını bıraktığı geniş bir mağaranın bulunduğunu okuyoruz. Bozca Ada ile Gökçe Ada, tarihi Troya kenti açıklarında yer alırlar ve İlyada’da geçen böyle bir ifadenin ne kadar anlamlı olabileceğini az sonra göreceğiz.

Rodoslu Apollonius’un Argonautica adlı eserinde, Anadolu’nun kuzeybatı kıyısında, Acherusias Burnunda ya da bugün ki adıyla Baba Burnunda, Zonguldak Ereğlisi yer altı dünyasına açılan bir mağaranın bulunduğundan bahsedilmektedir. Apaollonius, Argo’nun söz konusu kıyı boyunca ilerleyişini lirik bir üslupla anlatmaktadır: “üçüncü gün, günün ağarışıyla birlikte, serin bir batı rüzgârı çıktı ve ulu adayı terk ettiler. Kıyıyı izleyerek sırasıyla, Sangarius Nehrinin ağzını, Mariandyni’nin bereketli topraklarını, Lycus Nehrini ve Anthemoeisian kıyı gölünü gördüler. Hızla yol alırlarken, geminin halatları ve diğer bütün halat takımları, rüzgâr altında titreştiler; fakat geceleyin esinti azalır ve şükrederek, gün ağarırken Acherusias Burnu yakınında demir attılar. Bu ulu kara çıkıntısı, sarp kayalıklarıyla, Bithynian Denizine kadar bakar. Altında deniz seviyesinde, dalgaların çarpıp kükrediği, düz kayadan oluşmuş yekpare bir platform uzanırken, yukarıda, tam tepede, çevreye yayılan dallarıyla çınarlar yer alır. Kara tarafında oyuk bir vadiye bakan bir uçurumla biter. Ürpertici derinliklerinden buz gibi bir soluğun geldiği ve her sabah her şeyi, gündüz güneşi altında eriyen parlak kırağı ile örttüğü Hades Mağarası, üzerini kaplayan ağaç ve kayalarla birlikte burada yer alır. Kaşlarını çatan bu uruna sessizlik hiçbir zaman ulaşmaz; uğuldayan denizden gelen bir mırıltı, sürekli olarak, Hades’in Mağarasında gelen rüzgârların salladığı yaprakların hışırtısıyla karışır.”

(DEVAM EDECEK)