Biz o zaman her şeyin hesabını yapardık. Paramız o kadar sınırlıydı ki… Normal mektup yerine iki misli ödeyip expres atmak zenginlik veya bonkörlük belirtisi bile olabilirdi. Çok da abarttım mı diye düşünüyorum ama hayır, zannetmiyorum. Çünkü tost ile simit arasındaki fark bizim için önemliydi. Dolmuşla otobüs, sade gazozla meyveli gazoz, 12.00 matinesi ile 18.00 matinesi hep kolaçan ettiğimiz detaylardı. Bize 1 günün eğlencesini kazandırabilirlerdi. Bunları hep hesapladık ama en ufak bir sıkıntı duymadık.Öyle değil mi?
Ertesi gün öğleye kadar okula gittim.. Öğleden sonra da soyundum, dökündüm , ders çalışacağım. Kapı çalındı ve yine postacı..Bu kez başka bir kişiydi.. Elinde balya yapılmış mektuplar vardı. 30-40 tane kadar boy boy zarfı kırmızı bir kurdeleye bağlamış, taşıma kolaylığı olsun diye..
Bana tuhaf baktı. Hafif bir gülümseme de vardı sanki..
Ohh. Evde kimse yok diye hepsini aldım, yatağımın üzerine kuruldum. Evde ne kadar meyve, kuruyemiş varsa yanıma topladım ve okumaya başladım..
Çeşitli şehirlerden en çok da büyük şehirlerden gelmekteydi. En çok şaşırdığım da hiçbirisinin müzikten, tiyatrodan ya da derslerden bahsetmiyor oluşuydu. Hepsi sanki ağız birliği etmiş gibi, arkadaş olalım, buluşalım.. Ben şöyleyim, sen böylesin..Cumartesi boş muyum.. gibi..
Çok eğlenceli geldi.
O zaman telefon hak getire.. Duman işaretlerini biz Nevzin’le ( Ahmet Özsancak’ın kız kardeşi), birkaç yıl sonra icat edecektik..Pencereden pencereye salla bayrağı… işaretleşmesi..
Evdeki telefondan bahsediyorum. Öyle bir alet yok.. Fırladım Güler’e.. Güler de balyasını almış ama annesine yakalanmış mı hatırlamıyorum.. oku oku aynı şeyler.. Fakat ikimizde ilk tansiyon beliritleri o zaman hafiften başlamış olmalı, çekinmeye başladık. Pek bozuntuya vermedik ama..
Eve döndükten birkaç saat sonra aynı postacı, daha büyük bir deste getirdi. İyice ürktüm. Babam ne derdi, ne yapardı acaba?? Bana çapraz bakarak eline geçen kozla pis pis sırıtan kardeşime bir şaplak patlattım. Ahmet’in kardeşiyle doktorculuk oynadığını, bahçede birbirlerinin pipilerine bakarken gördüğümü söyledim. Deniz gözlerinde fırtına çıktı ve sonsuza kadar sustu garibim.. Ben bir elimde elma, sağımda solumda fındık fıstık okumaya devam.. Bir taraftan da çok eğleniyorum. Ders mers unutuldu.
Mektupların bazılarında bana şiirler gönderilmişti ve ilan-ı aşk ediliyordu..Siyah saçlarım omuzlarımda, kara gözlerim anlatılıyordu..Bir tanesi içine pul koymuştu, cevap yazmamı garanti etmek için.. Dedim ya, bizde detaylar cimrilikten değil, idare etme görgümüzdendi ve hiç yavan değildi.. gülümsedim.. Çok sayıda şiir ve bana endekslenmiş hikayeler vardı. Akrostij yapılmıştı ve yukarıdan aşağıya AYLİN yazıyordu.
Hayatımda almadığım kadar aşk ve hayranlık mektubu aldım. Beni görmeden, sesimi duymadan bunca hissi nasıl olup da satırlara döktüklerini anlayamadım. Bendeki o gözler, o dudaklar, o endam.. Bayılıyorum kendime durumları oluşmaya başladı sahiden… Egom o hale geldi ki o günlerde okula giderken kendimi baş döndürücü güzellikte falan zannediyorum, bizim özgüven tavanları aştı, bir üst katın tavanını buldu.
Randevu verenler, Kızılay’da gökdelenin altında bütün gün beni bekleyeceğini söyleyenler..Arada bir iki dertleşme ama her zaman için sonunda: Arkadaş olalım…..
Ama bu bizim zamanımızın flörte kaçan arkadaşlığı. Konuşma teklifi derdik eskiden.. Aslında , Senin O’na, onun SANA olan özel olma durumundan başka hiçbir özelliği yoktu bu konuşma teklifinin.. 15- 16 yaşlarımızdayız.. Biraz daha cesur olanlarımız, kötü kızlar (onlara yollu kız denirdi) ve ahlaken daha zayıf olanlar (onlara da müsait denirdi) el ele tutuşurdu. Sinemada oğlan elini kızın omzuna atabilirdi... Bir elinde göğsüne bastırdığın kitapların, diğer elin de onun elinde , ıssız yerlerde, ağaçlıklı yollarda gezilebilirdi. Bu, o kızın adını çıkaracak bir durumdu. Ben de o hafif meşreplerden biriyim galibaJ
Sanırım üçüncü ya da dördüncü gündü.. Postacı bir çuvala koymuş olduğu mektupları getirdi. Biraz yorgun, şaşkın ve de kızgın gibiydi. Eskiden bakkallarda toz şekerlerin ve unların konulduğu bakkal çuvalları vardı, adamcağız çuvalın ağzını bağlamış ve sırtlamıştı. Hafta sonu muydu, saat mi geçti, her ne idiyse, tüm aile evde.. Çuvalın saklanacak hali yok.. Babam annem kardeşim ben tüm aile kapıda ve çuvalın başındayız. Babam ve annemin nutku tutulmuş.. Postacı babama bakar, babam bana ben havada sinek olması için dua etmekteyim, bakacak bir şey bulmak için..
- Bunlar senin mi?
diye sertçe sordu babam.. Sesinin tonunu neye ayarlayacağını şaşırmış vaziyette..
-Evet.. dedim.
- Bu Ayin ne oluyor peki?
- O benim takma adım
diye atıldım.. Onu rahatlatacağım ya.. Hani kimse beni Remide diye aramayacak ya.
Babam anneme baktı. Bu şapşal bizim kızımız olabilir mi bakışıyla..
Annem ise, böylesi bir riski nasıl göze aldığımı anlamaya çalışan, ürken, korkan bir heyecanla.. Ana ve anaç olduğundan ‘yuva tehlikede’ mesajı gitmiş olmalı ona beyninden.. Ya bu çuvaldakilerin hepsi yarın kapıya dayanırsa?? Eyvah!!
Kardeşimin mavi gözlerinde iklim değişti, efil efil rüzgarlar esiyor ve bir hamakta sallanıyor piç kurusu..Hırsımı alabileceğim bir o var. Gözümü kısıp, pantolonunun önüne doğru bakıp bir kaşımı kaldırdım.. Vınnn,kuyruğunu altına aldı, hemencecik kaçtı .
Babam annem beni karşılarına alarak, düşüncesizliğimden, dikkatsizliğimden ve nasıl olur da böyle bir tedbirsizlik yaptığımdan dem vurarark beni bir güzel payladılar. Beni müsait bir kız zannedip, adresi bulanlar çıkabileceğinden ve rahatsız edileceğimizden bahsederek çok dikkatli olmamı tenbih ettiler.
Bunun üzerine gelen mektupların zararsız olduğunu, içlerinde hiç çirkin bir yazı ve teklif olmadığına ikna etmek için çuvaldan bir iki örnek okudum. Onlar da fazla uzatmadı..
Sonraki günler, haftalar mektuplar gelmeye devam etti. Yaklaşık 3-4 ay azalarak sürdü.
Güler ve ben şaşkınlıktan dona kaldık. İkimiz de anlamakta güçlük çektik. Çünkü mektuplar, Kanada’dan, Avustralya’dan özellikle hapishaneden, asker ocağından, Kıbrıs ve diğer çeşitli ülkelerden geldi… geldi… geldi. Aktı.. aktı..
Önceleri konuya kaşları çatık yaklaşan ve otoritesinin süsüne el değdirmeyen babam bile ilk günler çaktırmadan tek tük, sonraki günlerde düzenli olarak mektupları okumaya başladı. Annem de öyle.. Aralarında ilginç olanlar vardı.. O tarihte TV daha evimize girmemişti. Ailemizde, yemekten sonra, kitap ve gazete okunurdu.. Bu da okuma seansımız oldu.
O zaman farkında değildim ama bu çok ciddi bir sosyolojik ve sosyopsişik araştırma gerektiren bir olaydı. Yazılanların çoğu arkadaşlık teklifi, merak ve tanışma içermekteydi. Resim gönderenler oldukça çoktu. Kendini Tamer Yiğit’e, Erol Büyükburç’a benzeten ama yakından bile geçmeyen yurdum delikanlıları, yine baygın bakan ve film yıldızı olacağı için ilk tanışma şansını bana tanımak isteyen bir başkası.. okuyanlar, tahsili bırakanlar, evlenmek isteyenler, görücü getirmek isteyenler oldu. Sadece 2 tanesi kız mektubuydu.
Mektupların hepsini tek tek okudum. Ama hiç birini ciddiye almadım ve herhangi bir değer yüklemedim. Hepsini bir eğlence gibi gördüm. Güldüm….Sinema seyreder gibi perdede onları izledim. İçlerinden yanıtlamak zorunda hissettiğim 10- 12 tanesini ayırdım.
Ayırdığım mektuplardan bir tanesi doğudaki bir köy’den geliyordu ve ‘Sevgili Remide ablacğım ‘ diye başlıyordu.. Dertlerini anlatmıştı bana bu köylü kız. Okutulmadığı için ciğeri yanıyordu. Anası atası yol vermemiş, okumaya devam edememişti. Sesini bana duyurmaktan ziyade, şehirli bir ablayla mektup arkadaşı olmak istiyordu...Candan ve ciğerden yazılmış saf ötesi bu mektup beni çok etkiledi.
Gençliğimizin duygusal olarak en hassas ve kırılgan en romantik ama aynı zamanda da en bencil ve en acımasız olduğu yaşlardır. Gönül acılarımız olmuştur ama acıttıklarımıza yüz de, değer de vermeyiz. Bir başkasına takılmışsa gözlerimiz; yalvaran bakışları hem görmez hem de tersleriz. Zararsız da olsa, yanımızda olmaktan başka bir dileği olmayana bunu çok görmüşlüğümüz vardır.. Anlarız ama anmayız.. Gönül verir, gönül alır, sonra unuturuz. Olgun değil, ham’ızdır.
Bense eşektim.. Bu kınalı olduğunu sandığım kıza da diğerlerine de cevap vermedim. Niyetlendim ama bencil keyiflerim hep o iyi niyetlerini suisitmal ettiğim insanların önüne geçti.
Yıllarca ihmalimin acısı aklımdan çıkmadı. Geçer dedim.. Hiç ama hiç geçmedi. Yüreğimde yaprak titreyişleri yarattı hep.
Vicdan azabını bana öğreten bu minik kızdan, sohbet hasretiyle yanıp tutuşarak bana yazan, bir iki satırda mutlu olabilecekken hayal kırıklığına uğrattığım, bana umut besleyen umutlarını boşa çıkardığım tüm mektup gönderenlerden özür diliyorum. Çok ama çok üzgünüm. Beni affetsinler.
Şimdi İzmir’de oturmakta olduğum semtin adı MEKTUPÇU dur. Bu da benim vicadımdaki kara lekemin cezası mı acaba??
Remide Arsan’69
Ankara Cumhuriyet Lisesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder