7 Şubat 2012 Salı

YA TUTARSA (6) AGARTA VE YERALTINDAKİ DÜNYA

Ne ilginçtir ki, Baba Burnunun bulunduğu Zonguldak Ereğlisi yakınlarında, Türkiye’nin Cumayanı denilen ve 10km. Uzunluğuna erişen en büyük mağarası yer almaktadır.

Klasik Yunan-Roma tradisyonlarında yer altı dünyasının Anadolu’daki girişlerinden biri olarak değinilen bir diğer yer de, güneybatı Türkiye’nin kadim kayra bölgesindeki kutsal Akharaka’da bulunuyordu. Yer altı dünyasına açılan bir yolun ağzı sayılan bu yerden, kükürtlü gazlar çıkardı ve hastalar şifa bulmak amacıyla burayı ziyaret ederlerdi. Akharaka ile Agarta adlarının benzerliği de üzerinde durulması gereken bir husustur.


Herodot’un, Trakyada yaşayan Getaeleri inisiye den ve Pythagoras’ın spiritüel üstadı olduğu söylenilen, Zalmoxis adındaki bir şahıs hakkında yazdıkları, yer altı dünyasına Trakya’dan da ulaşılabildiğini göstermesi bakımından ilginçtir: “Zalmoxis, Trakyada geniş bir hol yaptırttı. Ve burada topladığı kişilere kendileriyle gelecek kuşakların ölmeyip her şeyin bol ve zengin olduğu başka bir yere gidip daima mutluluk içinde yaşayacaklarını öğretti. Yerin altında inşa edilmiş bir evi vardı yeraltına girip, gözden kayboldu ve üç yıl süreyle orada kaldı. Herkes öldüğüne hükmederek ağladı. 4. yıl içinde tekrar ortaya çıktı ve bu stratejisi sayesinde de vaaz ettiği öğretiye inanmaları için halkı ikna etti.” okült kaynaklara göre, Zalmoxisin indiği yer altı ikamet yeri Yer altı Işık Uygarlığı Agartaydı.

Anadolu’nun sözlü gelenekleriyle klasik tradisyonların bu konuda söylediklerine paralel olarak aşağıda belirtilen enformasyon, büyük bir önemi haizdir: orta Doğuda, Agartanın yer altı dünyasına açılan üç kadim giriş,

1-Gize, Mısır;
2-Edruselbruz Dağı, Kafkaslar;
3- Troya, Batı Anadolu’da yer alıyordu.


Bir dünya haritası üzerinde, bu üç yeri birleştirmek suretiyle bir üçgen çizildiğinde, kuzey kenarı tam Baba Burnunun üzerinden geçen bu üçgenin içinde kalan kara kütlesinin Anadolu’dan başkası olmadığını görürüz! Aynı zamanda, bu üç girişin açıldığı başlıca tünel tesislerinin, bir yer altı geçitleri sistemiyle birbirleriyle irtibatlandırılmış olmaları çok muhtemeldir. Eğer böyleyse o zaman Anadolu’nun altında muazzam bir dehliz şebekesi bulunmalı ve Anadolu’da Agarta tünel sistemlerinin en önemli kavşaklarından biri olarak işlev görüyor olmalıdır. Ve Kapadokyanın kendisinin Anadolu’nun tam ortasında yer aldığını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla, yer altı ağının Kapadokya altında yoğunlaşması ve bu bölge dâhilinde tünellerin yer altı kentlerine açılması son derece mantıki gibi görünmektedir. Öte yandan, Anadolu’daki dehliz sistemlerinin geriye kalan kısmına ilişkin bazı belirtiler de vardır. Örneğin, Hititlerin başkenti olan ve Kapadokya’nın kuzeyinde olan Hattuşaş’ın günümüzdeki adıyla Boğazköy ün altı dehlizlerle ve tünellerle kaplıdır.

Resimde görülen üçgenin Ankara'nın başkent oluşu ile ilişkilendirildiğini biliyor muydunuz? Agarta ile ilgili bölümün tamamlanmasının ardından bu konu hakkında da bir anlatım hikayemiz içerisinde yer alacaktır.

Şimdi Anadolu’da mağaraları biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim. Anadolu’nun, Elbruz Dağının yer aldığı Kafkaslara yakın olan kuzeydoğu köşesine yaklaştıkça mağaraların adedi ortalama sayının çok üzerine çıkmaktadır. Speleolojik etütler, Türkiye’nin tam kuzeydoğu ucunda yer alan Artvin ilinin mağaralarla dolu bira araziyi kapladığını göstermektedir. Peter Kolosimoya göre, Sovyet bilim adamları, “Azerbaycan’da, Gürcistan’da bulunan ve Kafkasları bir uçtan bir uca kat eden daha başka tünellerle bağlantılı oldukları meydana çıkan komple bir tüneller şebekesinin yer aldığını tespit etmişlerdir… Kafkas tünellerinin, yakınında sık sık rastlanan mağaralarda, dünyanın her yanında görülen motifleri de temsil eden çizimler vardır: bunlar, Gamalı Haç ve Sarmaldır.” kolosimo, daha sonra, bu galerilerin “ İran’a doğru uzanan devasa bir şebekenin ir parçasını oluşturduğunu ve Amu Derya yakınlarında( Türkmenistan’la Rusya- Afganistan sınırında) keşfedilen tünellerle, hatta merkezi ve doğu Çinin, Tibet ve Moğolistan yer altı labirentleriyle irtibatlı oluğunu belirtmektedir”

İşte, bir yandan da batıya doğru uzanarak, Anadolu’nun altından devam edip, Troya ve Gize’nin çevresinden gelen dallarla birleşen şebeke budur. Bütün bunlar, mantıken, Artvin ile çevresindeki mağaraları aynen komşu Gürcistan mağaraları gibi, söz konusu şebekenin yer altından uzanan bölümüyle sistematik olarak ilişkili oldukları ihtimaline işaret etmektedir.

Anadolu’nun altında yer alan ağa ilişkin en ilginç kanı, hali hazırda aşina olduğumuz bir yerden, kadim Commagene yöresinden çıkmaktadır. 1954 yılında Commagene bölgesinde kazı yapan arkeologlar, Nemrut dağının yakınında yer alan, Eski Kâhta köyünün altında uzanan bir tünel keşfettiler. Bu tünerlin girişi yek pare bir yazılı kaynın altında yer alıyordu. Kayanın üzerinde, buranın Antiochosun babası tarafından, son uykusuna yatacağı kutsal yer olarak seçilmiş olduğunu belirten bir yazıt bulunuyordu.

Söz konusu tünel, aşağıya doğru eğim yapıyor ve belirli bir mesafeye kadar herk iki yanında basamaklar bulunuyordu. Tünelin başlangıcından yaklaşık 100m. İlerde bir balçık tabakasına rastlanmıştı. On noktadan itibaren tünelin temizlenmesi çalışmalarını durdurmak zorunda kalan arkeologlar, gerekli teçhizatı tedarik ederek, iki yıl sonra, temizleme işlemine kaldığı yerden devam etmek üzere Eski Kâhta’ya döndüler. Prof. Karl Döerner, 1956 yılında gerçekleştirilen Bu kazının öyküsünü, Türk Arkeoloji Dergisinde(1957–7–2) şu şekilde anlatmaktadır: “…bundan sonra tünelin şimdiye kadar açılmış olan, Kısımlarına dekovil rayları döşedik, küçük bir çekme makinesi kurduk. Ve tünelin dibinde çalışan işçilere lüzumlu taze havayı temin ve tazyikli havayla çalışan burgulara çalışma kuvveti sevk eden bir kompresör inşa ettik.

“… Tünelin başlangıcından tahminen 120m. Uzaklıkta zayıf olmakla beraber tekrar merdiven basamaklarına rastlanıyordu. Bu noktada tünel hayret edilecek derecede dik bir meyille aşağıya iniyordu(meyil düşüş açısı51 derece!). bu sebeple ray döşememize imkân kalmamıştı; zira bizim bir motorla çalışan çekme makinemizin çekiş kuvveti bu meyile mukavemet etmeye kâfi değildi… Tünelin bu dikliğinde çalışmalarımızı Almanya’da bu maksatla hazırlanan, doldurma sepetleri sayesinde en iyi bir şekilde devam ettirmemiz mümkün olabildi.

Bu şekildeki sabırlı çalışmalarımız sayesinde tünelin 150.m.sine erişebilmiştik… 142–143. m.lerde tünel sol duvarında maden kuyusunu andıran, yuvarlak bir boşluğa tesadüf ettik; 150. m.de buna benzer bir ikinci boşluk daha vardı; her iki boşluk da kayadan oyulmuştu, her ikisinde tünelde bulunan cinsinden baçlı ile doluydu… Bu yuvarlak boşluklar 50cm. Derinliğinde idiler; önlerindeki platform şeklinde genişleyen basamaklarda kül bakiyeleri mevcuttu. Bu boşluklardan hemen sonra, 156.m.de, basamaklardan eser kalmamıştı. Tünelin tavanı gittikçe alçalıyordu; 158. m. De tünelin tavan ve tabanının kemervari bir şekilde birleştiğini müşahede ettik.

“Tünelde herhangi bir şey bulamadık. Bu sebeple, bu muhteşem tesisatın ne gibi bir maksada hizmet etmiş olduğunu kendi kendimize sormamız icap etmektedir. Bütün mesai arkadaşlarım için, Eski Çağda suni oksijen imal eden herhangi bir alete sahip olmaksızın bu muazzam tünelin nasıl inşa edildiği ve her şeyden evvel tünelin aydınlatılması meselesinin nasıl halledildiği bir bilmecedir… Mesela, 120.derinlikte kibrit yakmak imkânsızdır ve bu derinlikte hiçbir ateş yakma vasıtası ateş almaz.1956 yılındaki çalışmalarımız sırasında, kompresör bize daimi olarak taze hava gönderdi ve tünelin aydınlatılması işini elektrikle temin ettiğimiz için oksijene ihtiyacımız olmadı.

“…[yazılı kaya civarında]9m. Yüksekliğinde bir başlangıç dehlizi vardır. Bunun arkasında kayadan oyulmuş büyük bir mağara bulunmaktadır; her ikisi de merdivenvari bir tünelle bağlıdırlar…

“Gerger’deki, Antiochos’un ataları için olan mezarda, kalenin doğu kısmındaki tünel beşlengicinin, Eski Kâhta Kalesindeki merdivenvari kayalı tünel başlangıcı ile aynı teknikle yapılmış olduğunu tespit ettim.”

Şimdi, Nemrut Dağının neden Commagene’nin kutsal dağı olduğunu ve Yüce Güçler tarafından amaçlarına hizmet etsin diye seçildiğini iyice anlayabiliriz. Çünkü Commagene altında bir tünel sisteminin mevcut olduğuna bakarak Nemrut Dağı Mabedinin, kutsal yerlerin ve yapıların Prototipini yani Agarta mabedini örnek aldığını ve böylece he dünyanın göbeğini temsil eden bir kutsal dağda ki, Agarta için bu Himalayalar’dır, hem de himalayalar’ın altındaki Işık Ülkesi gibi, doğrudan görülemez ve ulaşılamaz olan iç mabetten bir iç adadan, bir yer altı çekirdeğinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Kutsal yerler ile yapıların iç eksenlerinin, çoğu kez bir kule ya da tepe noktasıyla belirlendiği söylenir. Bu husus nemrut dağının dorusundaki höyüğün mevcudiyetini bir başka açıdan daha açıklamış olmaktadır. Höyük iç odaya işaret eden bir uç noktası oluşturmaktadır ve höyüğün sırrının bu iç mekânda bulunması da çok muhtemeldir.

Nemrut dağının yer altı odasına Commagenenin tünelleri yoluyla ulaşmak mümkün olsa gerek ama daima kapalı duran höyük gibi dehlizlere de, riyakatsiz kişilerin nüfuz etmesi imkânsızdır.
Bütün bu hususlar şu iki ilişkiye işaret etmektedir:


- Nemrut Dağı mabedinin inşaatının perde arkasındaki gerçekleştiricileri olan yüce güçler ile mekânları Agarta olan ve yıldızlardan gelen Göksel Varlıklar arasındaki ilişki: ne ilginçtir ki, Daniken Türkiye’yi ziyaret edip nemrut dağıyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra, Sirius Yıldızının nemrut dağı mabedinden mükemmel bir şekilde gözlemlenebildiğini açıklamıştır.


- Mithras kültü ile yeraltındaki Ağarta İnisiyasyon Merkezi arasındaki ilişki. Egerton Sykes’în ‘ Klasik Olmayan Mitolojinin Sözlüğü’ adlı kitabında Mithras kültünün bu veçhesine değinilmektedir: “ Zerdüştizmin Yaratılış Efsanelerinde, Yimaya, beşeriyetin korunması için bir ’var’ ya da barınak inşa etmesi söylenir. Ancak, bu daha sonra zerdüştün Kadim İran Dağlarında Mithra’nın şerefine hazırladığı devasa mağara haline gelmiştir. Bu mağarada, dünya unsurlarıyla bölgelerinin sembolleri bulunuyordu; kuzey girişi hayata ve güney girişi de ölüme aitti. Bu öykü, sanki Romalılar zamanında İngiltere’ye kadar yayılmış olan mağara dinlerinin birçoğunun esasını açıklıyor gibidir. Ve bunun kökenini de, muhtemelen beşeri ırktan birçok kişinin, kozmik felaket karşısından mağaralara sığınmak zorunda kaldığı bir döneme dayanmaktadır. Dolmanlar ile geçit mezarları denilen yapıların da, bununla ilişkili olmaları imkân dâhilindedir.”


Ve köşeleri; Troya, Elbruz Dağı Gize girişlerinde yer alan imajinatif üçgeni incelediğimiz takdirde, nemrut dağının Agara tünel ağıyla ilişkisi daha da bariz bir hal almaktadır. Çünkü Nemrut Dağının kendisi, bu üçgenin doğu kenarına oldukça yakın bir yerde bulunmaktadır.


Nemrut dağında esas alınan mabet Prototipi ayrıca, Büyük Piramit için de geçerlidir. Acaba, Troya kenti de, bütünüyle, bu tür kutsal yerlerin bir başka yerlerini oluşturmuyor muydu?

Hisarlık tepede kurulmuş olan Troya birbiri üstüne inşa edilmiş olan 9 ayrı kent tabakasından oluşuyordu. Böylece çok katlı Troya kenti, Hisarlık tepenin merkezi tepesi çevresinde ve tatlı eğilimi üzerinde tesis edilmiş olan eş merkezi kent surlarıyla, bir piramit biçiminde tezahür etmektedir.


Grek Mitolojisinde, Tanrıça Athene nin yaptığı ve adına Palladium denilen bir sihirli heykelden bahsedilir. Denildiğine göre, Zeus, bu heykeli, göklerden aşağıya indirmiş ve Troyanın korunması amacıyla, Troyanın kraliyet soyunun geldiği Kral Dardanus’a hediye etmişti. Ve palladium, Ate tepesine, Hisarlık tepeye yerleştirilmişti. Bu sihirli heykelin, Tanrılarım himayesini kenti ilebilme özelliği vardı. Çünkü ‘ dünyanın kralı’ adlı kitabında Rene Gueno nun da belirttiği üzere Palladium, aslında Spiritüel tesirleri zapt den bir anten olarak kullanılıyordu


Hisarlık Tepenin üzerinde yükselen ve piramit biçimindeki Troyanın uç noktasını oluşturan Palladium’la birlikte bir mabet- kent’in dış formunun görüntüsünü tamamlamaktadır. Peki, iç mabet, yani çekirdek hakkında bir bilgimiz yok mudur acaba? Palladium Efsanesinin geriye kalan kısmına göre, Troya kralları, Ate tepesinde bu heykel için bir mabet inşa ettirmişlerdi. Sonra kenti himayesiz kılmak amacıyla bu heykeli çalan Grekler, böylece Troya savaşındaki galibiyetlerini garantiye almış oluyorlardı. Fakat bir rivayete göre de, Dardanus daima, heykelin bir kopyasını teşhir ediyor ve orijinal Palladiumu mabedin iç mekânında saklıyordu. Dolayısıyla, hisarlık tepenin altında asıl objenin saklandığı ve belki de yeraltı geçitlerine açılan girişin bulunduğu bir iç oda yer alıyordu.

Orijinal Palladium, Troyanın düşüşünden sonra, Aeneas tarafından İtalya’ya götürülmüştü. Heykel Aeneas’a, yeni merkezi Roma’da kurma görevinde Yüce Güçlerin himayesini bahşetmişti. Unutmamalıyız ki, aynı Aeneas, yer altı dünyasına inmiş ve gizemli yer altı cenneti olan Elysium’u ziyaret etmişti. Acaba Elysium, Agartanın bir yansıması mıydı?

İlyada’da, Troyanın ta karşısına rastlayan denizaltı mağarasına ilişkin olarak geçen satırların yanı sıra, ayrıca, Britanya adalarındaki bir tradisyonda da çalılıklarla çevrelenmiş yollardan oluşan Açıkhava labirentlerine(54) Troya kenti denilmektedir. Çok muhtemeldir ki, bu ad, Troya kentinde Agarta galerilerinin labirent benzeri ağına açılan bir girişin mevcut olduğuna işaret etmektedir. Ve son olarak, Schliemann’ın Troyadaki kazılarda bulduğu çok sayıdaki Gamalı Haç heykelcikleri, Troyanın Agartayla doğrudan ilişkili olduğuna dair bir başka kanıt oluşturmaktadır

(devam edecek)

YA TUTARSA (5) EZOTERİZME DEVAM VE AGARTAYA GİRİŞ

Ezoterizm öğretilerde ilerleyebilmek için ruhsal arınmanın yanı sıra zihinsel de bir arınma gerektirmektedir. Zihinsel arınma sağlamak için ise kosantrasyon gücünün artması ve odaklanmanın hızlanması gerekir. Ezoterik eğitimine başlayan bir kişinin eğitimi çeşitli aşamardan geçilerek yıllar sürer. Her kişinin eğer sınavları geçebildiyse ve sırrı saklayabileceğine inanılıyorsa bu eğitimi tamamlama süresi farklıdır. Sır başlayan öğrenciye hemen verilmez aşamalar sona erdikçe kısım kısım verilir. Yeni bir sırra geçilmesinden önce öğrenciyi eğitenin öğrencisinin bu sırra hazır olup olmadığından emin olmak zorundadır. Hazır olmadığını düşünürse içinde bulunulan aşama uzar ve sır beklemeye devam eder. Örneğin bahsi geçen eğitim şekli budizm ve sufizm de aşağı yukarı bu şekilde ilerlemektedir. Biri İslama dayalı diğer herhangi bir semavi dine dayalı olmayan bu iki öğreti aynı amaca hizmet eden ve aynı sırları saklayan iki farklı öğretidir. Bu gün Mevlana'nın öğrettiklerinin sadece İslam camiasında değil dünya üzerinde kabul görüyor olması Altın Çağ insan modelinin bir yansıması olduğundandır. Budizminde bu kadar taraftar topluyor olmasının altında yatan neden aynıdır. Sevgi ve huzura dayalı bir insan model yaratması.

İslami ezoterizmde bu nedenle Kur'an'ın batini bir yönü olduğu söylenir. Ancak şeriata inananlar bunu kabul etmezler ve onlar ayetlerin ilk okunduğunda oluşan anlamı üzerine bir yaşam kurmayı savunurlar. Bu nedenle Mevlana'nın İslamı ile Şeriatçıların İslam'ı arasında derin farklar vardır. Batinilik (İsmailiye) de benzer öğretinin oldunu ayrı bir koldur. İlgili bilgilere farklı kaynaklardan erişilebilir.

Tasavvufun kaynağı olarak İslam peygamberinin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilebilir. Nitekim Peygamber orada nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Sahabe den bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den doğrudan aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır. Veliler de peygamberlerin vârisleri olarak bu yolu takip etmiştir. Mağara kelimesinin altını çizelim lütfen.

Şimdi aşağıdaki tanımlara bir bakalım :

Yoga bireyin kendi iç dünyasına yapmış olduğu zihinsel bir yolculuktur. Kişilerin kendi özü ile baş babaşa kalmasını sağlar. Hayata bakış, din, dil, ırk farketmeksizin iyi, kötü; genç, yaşlı; herkes içindir. Yoga zihin ve beden için bir rahatlama tekniğidir denilebilir.

Neden yoga sorusunun cevabı mutlaka kişiden kişiye değişecektir, fakat nihayetinde bedeninizi, zihninizi ve ruhunuzu rahatlatacağı bir gerçektir. Yoga yaparken kendinizi doğal ortamda hissetmeniz için; dinlenilen müzikler ve rahatlama hareketleri ile rutin ve günlük hayatımızın streslerinden bir anlığına bile uzak kalarak rahatlama hissi yaşarsınız. Her şeyden önce sizi dinlendirir, gevşetir ve huzur duygusu yaşatır. Yoga ile motivasyon algılarınız güçleneceği için hayata bakış açınız değişecektir.

Meditasyon, bilimsel olarak saf bilinç akışına geçiştir. Bir çok yogiye göre ise meditasyon tam bir özgürlük halidir. İnsanı mutluluğa ulaştıran tek araçtır. Meditasyon kişinin kendi içine dönüşü olduğundan sade ve saftır, huzur kaynağıdır


İslam'da namaz Peygamber Muhammed (s.a.v.)'e vahiy suretiyle anlatılmış, sınırları ve şekli belirlenmiş özel bir ibadettir. Biçimindeki herhangi bir değişiklik onu hükümsüz kılar. Namaz, formal olduğu kadar, bütün müslümanlara farz kılınmış bir disiplindir. Onu mü'minlere mecbur kılmakla İslam, mensuplarını disipline etmeyi amaçlamış ve Allah'ın varlığının sonsuz bilincini korumuştur. Namaz, zamanı bölümlere ayırarak müslümanı sağlıklı ve düzenli bir hayata alıştırır. Temiz suyla alınan abdestle o, tazeleyici ve temizleyici bir ameliye olarak kabul edilir. Ayağa kalkma, diz çökme, secde ve oturma değişimleriyle, aynı zamanda vücut içinde bir egzersiz görevi görür . Namaz maddi ve manevi itminanı ve ruhi hazzı beraberinde getirir. Zihni günlük işlerden uzaklaştırmak,


Allah'a ve O'nun emirlerine ve varlığına konsantre olmak, kendini mutlak ve evrensel hükümdarlığa yükseltmektir. İbadet eden kişi, bu gibi uygulamalarla hayata ve onun problemleriyle karşılaşmaya öncekinden daha hazır olarak çıkar. Namazın mahiyeti, dini ibareler yoluyla akla gelen fikirler, insanı arzu dolu kılar; onu hayırlı işlere yöneltir; kötüden kaçınmaya, dünyayı iyilikle doldurmaya olan azmini güçlendirir. Nihayet cemaat halinde eda edildiği zaman, aynı saftaki müslümanı sosyal ve siyasi eşitliğe, evrenselliğe, kardeşliğe ve diğer kardeşleriyle ilgilenmeye, onları desteklemeye teşvik eder

Ezoterizm ile hiç ilişkilendirmeden bile biri dini ve diğeri öğreti modeli olarak bu tanımlar arasındaki benzerlikleri farketmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum.

Şimdi bir de aşağıdaki tanımlara göz atalım ;

Reiki, şifa ve ruhsal çalışmalara dayanan, 20.yüzyılın başında Japonya’da ve enerji aktarımı ile şifa vermeye dayalı olduğuna inanılan bir tekniktir. Rei “her yerde varolan”, ki “ruhsal yaşam enerjisi” anlamına gelmektedir. Batıya yayılmaya başladığında “Evrensel Yaşam Enerjisi” olarak tercüme edilmiştir. Ancak ezoterik olarak “yüce kaynağın bilincini taşıyan, ruhsal amaçla çalışan yaşam gücü enerjisi” açıklaması anlamını daha iyi ortaya koyar. Yani Reiki bir “Ruhsal Şifa Tekniği”dir.


Feng Shui, evrenin, doğanın güçlerini ve titreşimlerini dengeleyerek, hayatınızda başarıyı, sağlığı ve zenginliği sağlayan bir yöntemdir.

Uygurca’da şaman, “hastalıkları gideren, acıları dindiren, çılgınlıkları, saraları yatıştıran, hastalara ilaç yapan kimse” anlamında, “otacı” diye anılmıştır. Şamanizmin bütün çeşitlerinde tanrı-doğa-insan arasında sürüp giden kopmayan bir bağlantının bulunduğu inancına rastlanır

Maji, Kelime anlamında Maji´nin Türkçe karşılığı yoktur; en yakın yaklaşım sihir olarak belki düşünülebilir; büyü sözcüğü ise genelde Maji´nin karşılığı sanılır ama sadece sözlük karşılığıdır. Demek ki, Maji´ye Türkçe karşılık bulamıyoruz ama kavram olarak açıklayabilir ve anlamlandırabiliriz. Maji sözcüğü, Grekçe´dir; Magein; Megas büyük bilim anlamındadır veya en büyük veya ana bilim demektir. Maji Paleolitik çağlardan beri vardır, Fransa´da Aurigignac´da, Güney Afrika´da Buşmenler´de Majikal ayinlerin izleri bulunmuştur. Atlantis, Mu inançları dışında, bilinen tarihte Eski Mısır´da Maji çok geniş biçimde kullanılmıştır. Özellikle de Mısır Panteonu´daki tanrılara çok dikkat etmek gerekir; tümü belli majikal güçleri simgelemektedirler. Yine tüm Mezopotamya uygarlıklarında, Aztek, Maya ve İnkalar´da Majikal yaptırımlar çok geniş ve çeşitlidir. Majinin gücünden korkan ve insanın yeterince bilgilenmesini istemeyen Hristiyan Kilisesi, MS 364 Laodicea Konsülü´nde Maji´yi, matematiği ve Astroloji´yi yasaklamıştı. 525´de Oxia´da, 721´de Roma´da alınan kararlarla Maji Sanatı´nı bilmek ve kullanmak hakkı sadece belli bir rahip sınıfına verildi. Ama sonra, bu hak yanlış yola sapacak ve insanları yakan sapık bir inancın yani engizisyonun temeli olacaktır. Budizm´in tüm kolları majikal deneylerle doludur, Zen Budizm insanın sıradanlığını, kontr tepki olarak ele alır; Yoga her türünde Majikal terbiye enerji birikimini düzenler; Akapünktür bedendeki sağlıklı enerji akımını öğretir; şamanlar geçmişin en güçlü Majisyenleriydiler; Heraklit, Platon, Demosten, Pliny, Pisagor, Agrippina, Marcus Aurelius, Jül Sezar, Bruno, Paracelsus, Nostradamus, Lüther, Calvin, İ bni Sina, İ bni Rüşd, İbni Hud, Cübeyr, İbni Semah, Muhiddin Arabi, Mevlana Rumi, Hallac, Yunus Emre, Casanova, Don Juan, Meyer, Pascal ve daha sayısız isim Majisyen olarak tanımlanabilirler. Onların yaşamlarını okumak okuyucuya daha iyi bilgi verecektir.

Majikal Gizem veya Güç, akıllı varlıklar arasında farklı boyutlarda, psiko-fizyolojik olarak bir ilişkinin sağlanması demektir, ilişkinin amacı karşılıklıdır. Maddenin açıklanamayan bir boyutunu varsayarak, normal sınırların dışında algılanması gereken bir yer olarak düşünün ama bu algı nasıl elde edilecektir? Bunun için operatif bir çalışma bilinci ve bilinçdışı uygulamalar gerekir. Fakat herşeyden önce Maji´nin temel sözcüğünü anlamamız ve öğrenmemiz gerekir; bunun adı ise "sır" dır, "sır" ön anlamda, bilginin, öğrenilenin kasıtlı olarak tahdit edilmesi, kısıtlanması ve de bir sistem ve özel bir ekip içinde olabildiğince saf ve doğal halinde korunmasıdır. Biraz daha iyi anlamaya çalışalım; saflık oluşumun ilk koşullarının aynen kalması demektir; yani bir bebek ruhunun ilk anı gibi veya suyun doğadaki saflığı gibi düşünülmelidir. Saflık çok önemlidir ve "sır"ın da giriş kapısıdır, Maji gezegenine buradan gidilebilir ama saflık veya tek bir amaca nötr olarak egemen olmak bu yolu açacaktır; işte büyük mistiklerin, ustaların ve büyücülerin geçtikleri yol budur. Saflık için, temel disiplin Maji öğretisine sadık kalmak ve asla manevi öğretilere bağlanmamaktır ama onların da tam olarak bilinmesi elzemdir.

Kuantum Düşünce üst nitelikli bir düşünme biçimidir. Sıradan düşünce biçimleri kendisini tekrar eden, etkisiz ve sınırlı enerjilerdir. Değiştirme ve oluşturma güçleri yoktur. Daha çok vehim, kuruntu, başıboş hayaller biçiminde akar. Oysa Kuantum Düşünce derin düzeyde, atom altı alanda etkili olabilecek tarzda bir yaratıcı düşünme biçimidir.

Özel bir bilinç düzeyine girerek, özel olarak kurgulanmış sözel ve imgesel oluşumları içerir.
Bu düzeyde insan, kendi hayatının efendisi durumuna geçer.

Kuantum Düşünce daha da ilerisi ortak zeka alanında işlem yapar. Bütün evreni tekamül ettiren enerjiyle işbirliğine girildiğinde siz bir "kişi" olmanın sınırlı olanaklarını aşar, "bütün" ün gücüne ulaşırsınız.

O zaman da gücünüz tabii ki bütünün gücüne eşit olacaktır

Tüm bu tanımlarda verilen bilgiler bazılarında doğrudan bazılarında ise dolaylı bir şekilde birbiri ile örtüşmektedir. Oysa hepsi farklı medeniyetlerin farklı inanış ve yaşam şekilleri olan insanların uyguladığı yöntemlerdir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ve dikkat edilirse hepsinin özünde ezoterik öğretilerin bilgileri veya yöntemleri yatmaktadır.

Tüm bu farklı kültür, inanç ve medeniyetlerin bu kadar ortak noktası olmasının nedeni nedir? Tıpkı dünyanın farklı yerlerindeki tünellerin, yer altı şehirlerinin, mağara efsane ve hikayelerinin benzeşmesi gibi inanç sistemlerinde izlenen yol ve yöntemlerinde bu kadar benzer olması şaşırtıcı değil midir?

Şimdi Kapadokya ile başladığımız tünel yolculuğuna geri dönelim ve bu iki benzerliğin tek bir nedeni olabilir mi düşünelim. Bu amaçla hikayenin ikinci bölümünde alıntılarına yer verdiğimiz Bilim Araştırma Grubunun verdiği bilgileri incelemeye kaldığımız yerden devam edelim.

Eğer yer altı kentleri ve tünelleri konusunda, kapsamlı bir araştırma yapmayı göze alırsak, bu soruların cevapları da bulunabilir. Böyle bir araştırma, dünyanın her yanında, yer altı geçitleriyle odalarından, oluşan komple bir şebekenin mevcut olduğunu ortaya koyacaktır. Bir çok kadim ezoterik tradisyonun, özellikle de Doğuya ait olanların, ve günümüzün güvenilir okültistlerinin belirttiklerine göre bu yer altı tesislerinde, beşeri ırkın Ağabeyleri yaşamaktadır. Bütün bu yer altı koridorlarının Himalayalrın civarında yerleşik olan ve evrim yolundaki Ağabeylerimizin Merkezi Yönetici Hiyerarşisinin ikamet ettiği ve beşeri evrimin ilerletilmesi için bu fizik plan üzerinde faaliyet gösterdikleri bir ana tünel sistemiyle irtibatlı olduğu söylenmektedir. Bu Yeraltı Işık Devletine Agarta denilmektedir

“Agarta Himalayaların altında yer aldığı belirtilen ve Büyük İnisiyatörler ile Dünyanın Efendilerinin bu çağda içinde yaşadıkları gizemli bir Yer altı krallığıdır. Agartanın bir İnisiyasyon Merkezi olup Piramitlerinkine benzer bir prensip üzerine işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Himalayalar dışsal abideyi teşkil ederken yer altı mekânını da dünyasal ve kozmik kirlenmeden uzak tutulan Krallık oluşturur”

Bilgiyi burada kesip daha önce tanımını vermediğimiz İnisiye kelimesinin anlamına bakalım ;

Ezoterik İnisiyasyon (Erginlenme, Tekris);"dışarıdaki", "yabancı", "harici", "bigâne" kişinin "içeri" alınması, "mahrem" kılınması, ezoterik topluluğun "üyesi" durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşmasıdır.


Ezoterik İnisiyasyon; bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere "öldüğü" duygusunu aşılamaktır. Bu nedenle, kimi ezoterik örgütlerde inisiyasyona, İkinci Doğuş da denilmektedir.


İnisiyasyon yoluyla, kişi daha "yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evrene ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit "tanrılaştırma' dır. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir "tanrılaştırma" eylemi, evrenin özündeki "büyük varlığın" bireyde belirmesi olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.

Evren ile Tanrı'yı bir ve aynı şey sayan öğretilerin ve inanç sistemlerinin genel adı Panteizm'dir. Kamutanrıcılık da denilen Panteizm'in temel ilkesine göre, evrende bulunan her şey tek bir Varlık'tan oluşmuştur. Gerçekte varolan bu tek Varlık'tır ve tüm nesne ve canlılar onun çeşitli görünümleridir. Eski gizemci ve ezoterik toplulukların çoğunda Panteist ilkeler benimsenmiştir. Felsefe olarak Stoacılık ve Neoplatonizm'de panteist anlayışlar vardır. Kabalacılık tümüyle panteisttir. Vahdet-i vücut anlayışı ile Tasavvuf 'ta da panteist olgu benimsenmiştir.

Birey, inisiyasyon yoluyla, kendinde zaten varolan bir özü canlandırmaktadır. Bu bir "iç" gerçekleşmedir. Bu nedenle, ezoterik inisiyasyon uygulanan kişinin, belirli bir takım özellik ve eğilimlere baştan sahip olması gereklidir.

İnisiyasyon'nın Batı dillerindeki karşılığı olan "initiation" sözcüğü, Latincedeki "initium" sözcüğünden türemiştir. "Initié" ise aslında "yola koyulmuş, başlamış" demektir. Ezoterizm'de en önemli kavram "İnisiyasyon"dır.

İnisyasyon hakkındaki bu kısa bilgiden sonra alıntılarımızı incelemeye kaldığımız yerden devam edelim.

Agarta Ülkesi, Yüce İnisiyasyonlar ve Vazifeler Merkezi olmasının yanı sıra, aynı zamanda, milyonlarca ve milyonlarca kitabın korunduğu, binlerce kilometre uzunluğundaki bir kozmik Kütüphane ile eğitim tesislerini kapsayan bir Kozmik Üniversitedir de. Bu kitaplar, bu kitabın önsözünü yazanın gördüğü gibi, çok ileri seviyeden bir holografi, yani üç boyutlu fotoğrafçılık tekniği ile basılmışlardır.

“Tüm büyük ve varlıklı Lamaserilerde, Gonpa ve Ihak Hang’ın dağlarda yerleştikleri yerlerde kayalara oyulmuş yer altı odaları ve mağara kütüphaneleri vardır. Batı Tsaydamın ötesinde, Kuen-lerin ıssız geçitlerinde bu türden bir takım gizlenme mahalleri yer alır. Topraklarına şimdiye kadar hiçbir Avrupalının ayak basmadığı, Altındağ Dağ sırası üzerinde derin bir çukurun içinde kaybolmuş belirli bir köy vardır. Burası ufak bir veler küresi, bir manastırdan ziyade bir köy olup, içerisinden fakir görünüşlü bir mabet ve burayı gözetlemek için yakınında yaşayan ihtiyar bir lama bir keşiş bulunur.

Hacıların söylediklerine göre, bu mabedin altındaki yeraltı galerileriyle, hollerinde ihtiva olunan kitapların adedi, verilen rakamlara göre, British Museum’da dahi barınamayacak kadar çoktur.
Aynı tradisyona göre, kurak Tamin topraklarını, Türkistan ortasında adeta bir sahra olan artık terk edilmiş bölgeleri, eski günlerde, gelişen ve varlıklı kentlerle kaplıydı. Şimdi ise buranın ürkünç ıssızlığını giderecek birkaç yeşil vahadan başka bir şey yoktur. Böyle bir vahada, çölün kumlu toprağı altında gömülü olan büyük bir kentin mezarını halı gibi örmekte ve hiç kimseye ait olmayıp, sıksık Moğollar ve Budistler tarafından ziyaret edilmektedir.


Tradisyonlar ayrıca, kiremitler ve silindirlerle dolu olan geniş koridorların bulunduğu devasa yer altı ikametgâhlarından bahseder. Dünyanın iç kısımlarının derinliklerinde inşa edilmiş olan, yer altı depoları, emniyettedir ve bunların girişleri bu tür vahalarda gizlendiğinden herhangi birinin bunları keşfetmesinden korkulmaz… Söylediklerimizi özetleyelim. Gizli doktrin, kadim ve tarih öncesi dünyanın, dünyanın her yanına yayılmış olan diniydi. Bu dinin yayılışına ilişkin kanıtlar, tarihe ait gerçek kayıtlar, her ülkedeki özelliğini ve mevcudiyetini gösteren komple bir dokümanlar dizisi ve bunlarla birlikte bütün büyük velilerinin öğretisi, Okült kardeşliğe ait gizli yer altı kütüphanelerinde, günümüze kadar mevcut olagelmişlerdir.


Agartayı kuran ve Agarta hiyerarşisinin Yüksek Konseyini oluşturan Yüce Varlıkların yıldızlardan geldikleri söylenir: “ Tibet, azametli himalayalardaki bu mistik ülke, Dünyanın Psişik Merkezi olarak saygı görürdü. Üstatlar, gözden uzak manastırlarından diğer gezegenlerdeki Kozmik Efendiler ile telepatik görüşmeler yaparlar, Metafizik Âlemlerde İyilik ve Kötülük Güçleri. Beşeriyetin ruhu için çarpışırlardı. Hint-Tibet tradisyonları, yerin çok aşağılarında saklı olan ve bütün kıtalarda bulunan gizli girişlerden tünellerle yaklaşılan Agartadan söz ederler. Yıldızlardan gelen Uzaylı Varlıklar tarafından kurulan bu yer altı medeniyetinin tarihi anlaşıldığına göre, dünyamızın ilk günlerine kadar uzanmaktadır.


Burası, Uranüs’ün oğullarıyla Satürn arasında çıktığı sayılan Uzay Savaşından sonra Elohim ya da Sikloplar için bir yer altı sığınağı teşkil etmiş olabileceği gibi, muhtemelen bir zamanlar gezegenimizi tehdit ermiş olan, kozmik bir afetten kaçmak içinde kullanılmış olabilir.

Mu. ve Atlantisten uzaklaşan göçmenlerin yer altına kaçtıkları söylenir. Dünyanın her yanındaki Mistik Kardeşlikler, yerin kilometrelerce altında bulunan psişik bir uygarlık ile Tibet’teki üstatlar arasında bir bağlantı bulunduğunu ileri sürerler. İçi Boş Dünya Teorisinin taraftarları, uçan dairelerin aslında, yeryüzündeki ülkeleri gözlemek üzere Kutuplardaki deliklerden geçerek Dünyamızın içinden çıktılarını iddia ederler. Ezoterik öğretiler, Agartanın Hâkimini, dünyanın Kralı rütbesiyle anarlar. Yardımcıları durumundaki iki rahip- kral ile birlikte, insanlığın geleceğini planladığı söylenir. Sembolü, Hitler tarafından çarpıtılarak kullanılmış olan Gamalı Haçtır.”

Hitler ve uçan dairelerle ilgili bilgiler ilerleyen bölümlerde sizlerle paylaşılacaktır. Bir dünya savaşının arkasındaki resmi olmayan bu tarihi okuduğunuzda en az benim kadar şaşıracağınıza hiç şüphem yok.


Yukarıdaki ezoterik enformasyon ve Anday’ın aktardığı Kapadokya tradisyonu dünya çapındaki yer altı kentler şebekesinin ve bunları irtibatlandıran geçitlerin gerçek yaratıcıları hakkında bize bir fikir verebilir. Kapadokya’daki yer altı kentleri ile bunların arasında uzanan tünellerin keşfi bu tür bilginin ışığı altında oldukça anlam kazanmaktadır. Ve Kapadokya yer altı tesislerinin mevcudiyetini diğer bazı hususlarla birlikte değerlendirdiğimiz takdirde, Anadolu’yla Himalayaların altındaki Agarta İlahi Merkezi arasındaki gizemli bir ilişkiye işaret eden şaşırtıcı bir görüntü ortaya çıkabilir. Söz konusu hususlardan biri de Anadolu’nun, birçok mağaranı bulunduğu bir kara parçası olmasıdır. Anadolu’daki mağaraların toplam adedinin, 40 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ve Anadolu halkı arasında bu mağaralarla ilgili birçok ilginç tradisyon dolaşmaktadır. Bu tradisyonları, üç ana grupta toplayabiliriz:

- Bir grup tradisyon mağaralardan çıkan tuhaf kişilerden yaratıklardan bahseder;

- Bir diğeri, mağara girişlerinin herhangi bir davetsiz misafirin girişini kesinlikle engelleyen gizemli beklide manyetik mahiyetteki güçler tarafından korunduğunu anlatır;

- Üçüncü grup ise, Anadolu Evliyalarıyla, Ermişleriyle ilgilidir. Bu tradisyonlara göre Ermişler günün birinde bu dünyayı terk etmek istediklerinde Mağaralardan birinin içine girip sırrolurlar.

Ayrıca, bazı peygamberler ile mitolojik kişilerin hayatlarında önemli bir yer tutan Mağaralardan bahsedilir. Urfa.’nın güneyinde, Hz. Eyüb’e ait olduğu söylenen ve Hz. İbrahim’in doğduğu ve emzirildiği ileri sürülen iki ayrı mağara vardır. Mitolojide de, örneğin, ünlü Erythreia(ıldır) kahinesi, Ege Kıyılarındaki Kıranda ya da Klasik Çağdaki adıyla Koryekos Dağındaki bir mağarada doğmuştur. Bundan başka kutsal olarak kabul edilen çeşitli yerlerde de mağaralara rastlanır: Cudi Dağındaki 1000 kişiyi alabilecek genişlikteki mağara gibi. Kutsal yerlerdeki mağaraların, çoğunlukla halk arasında ziyaret yerleri olarak benimsendiği görülmektedir.

Benzerlerine dünyanın başka yerlerinde de rastlanan bu tür tradisyonların hepsi de, Agarta’nın yer altı koridorlar şebekesine Anadolu’dan girişler olduğunu güçlü bir şekilde ima etmektedir. Anadolu’nun bu durumunu teyit eden daha başka işaretlere, Klasik Yunan-Roma Mitolojisinin çeşitli yerlerinde de rastlamaktayız. Örneğin Homer’in İlyada adlı eserinin 13. bölümünün başlarında, Bozca Ada(Tenedos) ile Gökçe Ada(Imbros) arasında, denizin dibinde, Dünya Sarcısı sıfatıyla anılan Poseido’nun atlarını bıraktığı geniş bir mağaranın bulunduğunu okuyoruz. Bozca Ada ile Gökçe Ada, tarihi Troya kenti açıklarında yer alırlar ve İlyada’da geçen böyle bir ifadenin ne kadar anlamlı olabileceğini az sonra göreceğiz.

Rodoslu Apollonius’un Argonautica adlı eserinde, Anadolu’nun kuzeybatı kıyısında, Acherusias Burnunda ya da bugün ki adıyla Baba Burnunda, Zonguldak Ereğlisi yer altı dünyasına açılan bir mağaranın bulunduğundan bahsedilmektedir. Apaollonius, Argo’nun söz konusu kıyı boyunca ilerleyişini lirik bir üslupla anlatmaktadır: “üçüncü gün, günün ağarışıyla birlikte, serin bir batı rüzgârı çıktı ve ulu adayı terk ettiler. Kıyıyı izleyerek sırasıyla, Sangarius Nehrinin ağzını, Mariandyni’nin bereketli topraklarını, Lycus Nehrini ve Anthemoeisian kıyı gölünü gördüler. Hızla yol alırlarken, geminin halatları ve diğer bütün halat takımları, rüzgâr altında titreştiler; fakat geceleyin esinti azalır ve şükrederek, gün ağarırken Acherusias Burnu yakınında demir attılar. Bu ulu kara çıkıntısı, sarp kayalıklarıyla, Bithynian Denizine kadar bakar. Altında deniz seviyesinde, dalgaların çarpıp kükrediği, düz kayadan oluşmuş yekpare bir platform uzanırken, yukarıda, tam tepede, çevreye yayılan dallarıyla çınarlar yer alır. Kara tarafında oyuk bir vadiye bakan bir uçurumla biter. Ürpertici derinliklerinden buz gibi bir soluğun geldiği ve her sabah her şeyi, gündüz güneşi altında eriyen parlak kırağı ile örttüğü Hades Mağarası, üzerini kaplayan ağaç ve kayalarla birlikte burada yer alır. Kaşlarını çatan bu uruna sessizlik hiçbir zaman ulaşmaz; uğuldayan denizden gelen bir mırıltı, sürekli olarak, Hades’in Mağarasında gelen rüzgârların salladığı yaprakların hışırtısıyla karışır.”

(DEVAM EDECEK)


6 Şubat 2012 Pazartesi

YA TUTARSA (4) NEMRUT DAĞI VE EZOTERİZME GİRİŞ

Atlantisliler, uzaylılar daha önce bahsettiğimiz yer altı tünelleri ve mağaraları ısı matkabı örneğinde anlatılan bir yöntemle açmış olabilirler miydi sahiden? Hadi açtılar diyelim bahsedilen manyetik alan güçleriyle zamanda sıçrama yapmak mümkün müydü?

Kapadokya'dan başladığımız yolculuğumuzun şimdi Nemrut durağındayız.Bu bölümde anlatacağımız hikaye Evren ve İnsan isimli çalışmadan alıntılarla sürdüreceğiz. Yazar kod isim kullandığından yazar adı vermek ne yazık ki mümkün değil.

Ancak tünel ve mağaraların izini takip ettikçe her birinin inanılmaz bir doğaüstü hikaye ve dini motiflerle eşleştirildiğini görüyoruz. Hatta biraz daha araştırdığınızda anlatılanlar günlük hayatta çok sık duymadığımız ve bir çok insanca saçmalık olarak değerlendirilmesine rağmen sürekli karşımıza binlerce yıllık bir tarihle çıkan ezoterizm ile birleşmektedir. Hikayenin bundan sonraki bölümlerinde sık sık rastlayacağımız ezoterik bilgilerin kısa ne olduklarını bu aşamada açıklamak sanırım daha doğru olacaktır.

Peki nedir bu ezoterizm?

"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı…
İsim gürültüden başka birşey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…"

Goethe

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı Batinilik olup, Batın; içyüz-içteki anlamındadır. Bunun Türkçe karşılığı ise İçrek sözcüğüdür.

Ezoterik bilgiler denildiği zaman, herkese açıklanmayan ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış kişilere verilen bilgiler kastedilmektedir.

Ezoterik bilgilerin en önemli yönü yazılı olmaktan çok, bir yol gösterici (Mürşit) tarafından öğrenciye(Mürit) belli bir sistem dahilinde aktarılmasıdır. Bu yönteme inisiyasyon veya tekris denilmekte olup Türk-Şaman geleneklerinde de "El Vermek" deyimiyle yer almaktadır.

Ezoterizmin tersi olan sisteme ise Egzoterizm denilmek olup bunun Osmanlıca karşılığı "harici", Türkçe karşılığı "dışrak" dır. Egzoterik bilgiler herkesçe bilinebilen, sıradan başlangıç bilgileri olmaktadır. Ezoterik bilgilere ulaşabilmek için öğrenci eğitimine egzoterik bilgiler ile başlar.
Zaman içersinde gösterdiği çabalar ile yükselerek daha derin olan ezoterik bilgileri almaya hak kazanır. Ezoterik öğretinin verildiği hiçbir okul veya sistemde harici bilgileri eksik olan adaylara ezoterik bilgiler aktarılmaz. Bunun nedeni, insanın mükemmele ulaşabilmesi için iç ve dış aleminin tam bir bütünlük içinde olması gerekliliğidir.

Şimdi niçin ezoterizm sorusuna yanıt aramaya çalışalım. "Niçin" ve "nasıl" lar meraklı insan doğasının bir gereğidir. İnsanlar normal öğreti sistemi içinde aktarılan bilgiler ile bazı soruların yanıtlarını bulamadıkları zaman arayışa girmektedir. Bunun sonucu materyalist düşünce sisteminden sıyrılmakta, yanıtları kimi zaman "din" kimi zaman ise "panteist" düşünce sisteminde aramaktadır. Felsefi anlamda "Panteizm", islami kültür içinde "tasavvuf" adını alan ezoterik sistemin amacı; varoluşun, ancak sevgi ile algılanabilecek ve akılcılıkla ortaya konulacak sebeplerini savunmak ve tek hedefi insanın tekamül ederek "kamil insan" haline dönüşmesini sağlamaktır.

Ezoterik öğretinin kullandığı dil "semboller dili" olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel anlatımlarının imkanlarından yararlanılarak hemen her kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur.

Ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, ezoterizmde aktarılan bilgiler ve görgülerin ister bilimsel, isterse töresel-dinsel nitelikte olabilmesidir. Ezoterizm bir öğreti sistemidir ve bu sistemle aktarılan öğreti bilimsel ve çağdaş olabileceği gibi, töresel ya da dinsel de olabilir. Ne var ki, Ezoterizmin bu özelliği çoğunlukla göz ardı edilir ve hemen her zaman Ezoterizmi, Gizemcilik (Mistisizm) ya da Gizlicilik (Okültizm) ile karıştırma yanlışına düşülür.

Ezoterik öğreti sisteminin doğuşu, İnsanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. Ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunluğu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. Bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve İnsanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece Ezoterizm ortaya çıkmıştır. Ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; Aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.

Binlerce yıldır devam eden bu gizli öğreti güç peşinde olan insanoğlu için inanılmaz bir cazibe kazanmıştır. Hikayenin devamında değineceğimiz ezoterik sırlara erme çabaların dünya tarihini bile etkileyecek sonuçlar doğurduğuna hep birlikte şahit olacağız.

Altınçağ tanımı ezoterik öğretinin sonucudur. Yeryüzünde altınçağ tanımı binlerce yıl önce başlamış ve bu nedenle ancak eski medeniyetlerin takvimlerinde karşımıza çıkar durumdadır. Ancak insanların bu gün peşinde neden bu kadar koştukları ve neyin peşinde olduklarını anlamak için öncelikle arkeolojik bulguların tarihsel açıdan değerlendirilmesinin ötesinde ezoterik değerlendirilmesini de bilmemiz gerekir. Bu hikayede gerek yer altı tünelleri ve gerekse diğer arkeolojik bulguya dayalı anlatımların yer almasının nedeni budur.

Ezoterizm hakkındaki bu kısa bilgilendirmenin ardından şimdi yeniden Nemrut Dağına dönebiliriz.


Nemrut Dağı hep gizemli iddialara hedef oldu; hatta uzaylıların gizli üssü olduğu bile iddia edildi; kesin olan tek şey dağda bilinmeyen veya henüz keşfedilmemiş tünellerin olduğu ve efsanevi Commagene Kralı I. Antiochos´un kayıp mezarıdır. Dağın gizemi, çok değişik alanlara yöneliyor; Hıristiyanlığın burada başlamasından tutun da, İsa´nın doğumundaki simgesel anlama ve de Noel´in yanlış zamanda kutlanmasına kadar… “The Orion Mystery ve The Mayan Prophecies” kitaplarının yazarlarından araştırmacı Adrian Gilbert, bu sırrı kovaladı, Rusya´dan Fransa´ya ve Mısır´a, Filistin´den Güneydoğu Anadolu´ya uzanan yorucu bir çalışmadan sonra edindiği bilgileri, inanılmaz iddialarla bütünleştirerek, bir kitap yazdı ve gizem büyüdü;


Tarihin neresine bakarsanız bakın, muhakkak dünyanın bir yerinde, özgün bir inanç veya mistik ya da okült bir yaşam biçimi karşınıza çıkacaktır. Bu tür grupların ana ilkesi kardeşliktir, kardeşlik adayı belli bir eğitim, öğrenim ve sınav aşamasını yaşadıktan sonra ezoterik gizemlerle beraber yaşamaya başlar ama bunları dışarıya taşıması yasaktır çünkü bilgi özeldir ve yeterince eğitilmemiş, amacını bilmeyen ve meraktan öteye geçemeyen yani hak etmeyen kişilere verilemez. Yüzyılın sonuna doğru, çoğunluğu Rus olan bir grup okültist veya ezoterist gizemci peşpeşe ortaya çıktı; aralarında Madam H.P.Blavatsky, Alexandra David-Neale, P.D. Ouspensky ve G.I.Gurdjieff gibi çok önemli isimler bulunuyordu. Doğunun tanımıyla bunlar; “Bilgeliğin Ustaları” ydılar. Tümü, uzak geçmişin ezoterik ve gizemci mantığı doğrultusundaydı, kurdukları gizem örgütleri günümüzde milyonlarca insanı yönlendiriyor, yani “Kardeşlik” hala yaşıyor.

920´de G.I.Gurdjieff, batıya geldi ve Fransa´da kendi adına bir gizem veya ezoterizm okulu açtı, okulun izlediği yol çok eski bir ezoterik okulun yoluydu; bu çok uzak geçmişten gelen okulun adı “Sarmoung Kardeşliği” idi. İpucu izlendiğinde, (Gurdjieff hakkında yazılan otobiyografi de bu yöndedir.) adı geçen örgütün temelinde büyük bir olasılıkla, bir zamanlar Kuzey Mezopotamya´da gelişip, yayılan ama sonra yok edilen Hıristiyan Gnostik Okulu´ndan geriye kalanlar bulunuyordu. İzleri sürdürdüğümüzde bu kez günümüz Türkiye´sinin sınırlarının içine giriyor ve kayıp gizem okulunun Güneydoğu Anadolu´da bulunduğu anlaşılıyordu yani Gurdjieff´in kurduğu örgütün en uzak geçmişinde yer alan kayıp gizem okulu Anadolu´daydı; Ama nerede?

İşte burada ortaya çıkan bir adam yeri bulduğunu söyledi, adamın adı Adrian Gilbert´ti,1972 yılında, Adrian Gilbert hacı olmak amacıyla, Filistin´e, Hz. İsa´nın doğum yeri olan Bethlehem´e gitmişti, aslında bilgeliğin peşindeydi, bir gizem örgütü arıyor ve eğitilmek istiyordu. Bölgede bir gizli okulun olduğunu duymuştu, kulağına gelenlere göre Matta İncili´nde adı geçen Maji (büyü) Okulu buradaydı, sıkı bir arayışın ve gizem dedektifçiliğinin sonucunda, o da Gurdjieff´in izine rasladı, Filistin´de ortaya çıkan iz, Fransa´da gelen izle Anadolu´da birleşiyordu ve Adrian Gilbert artık sonuçtan emindi; Kayıp “Kardeşlik Okulu” nun liderini ve yerini bulmuştu; Gilbert´e göre örgütün kurucusu Commagene Kralı I. Antiochus, yeri ise Nemrut Dağı´ydı.


Gilbert, Kral I. Antiochus´un yaşadığı çağda varolan Sarmoung Kardeşlik Örgütü ile yakın ilişkisi olduğu görüşünde, onun Kuzey Fırat bölgesine yayılan küçük krallığının ana simgesi aslandı veya Commagene Aslanı´ydı. Nemrut Dağı´nda bulunan dev mezar anıtta, astrolojik ve Hermetik simgeler kullanılarak, gizem vurgulanmıştı. Nemrut´da bulunan Aslan kabartmasının üzerindeki Astrolojik simgeler aslında bir horoskop yani yıldız haritasıdır ve Gilbert burada belirtilen işaret edilen iki zaman dönemiyle, Kral´ın doğum ve inisiye yani örgütte eğitildiği tarihleri işaret ettiği düşüncesindedir, bu tarih 6 Ocak´tır yani İsa´nın Yahya Peygamber tarafından vaftiz edildiği tarih yani özgün adıyla “epiphanes” günü.


Günümüzde, aynı tarihte Ortodokslar suya haç atarak kutlamalar yapıyorlar. Gilbert, Kral Antiochus´un krallığının henüz bulunmamış bir yerinde 35´ eğiminde, 155 m. uzunluğunda, nereye gittiği bilinmeyen bir tünel olduğunu iddia ediyor. Aslında bu iddia doğru, çünkü arkeologlar uzun zamandan beri bu bulmacanın peşindeler, Kahta´dan Nemrut Dağı´na uzanan tünellerin varlığı biliniyor ama nereye gittikleri henüz anlaşılamadı zira o boyutta kazılar yapılmış değil. Gilbert Commagene Kralı´nın doğum tarihini de hesaplıyor; bu tarih Güneş´in, Regulus yıldızıyla Aslan Burcu´nda buluşum yaptığı tarih yani 29 Haziran. Adrian Gilbert, Urfa´nın da (Eski adıyla Edessa) Orion Bilgeliği ile ilgili bir astrolojik merkez olduğu görüşünde ve bunun kanıtlarının da Eski Ahit´te yani Tevrat´da bulunduğunu belirtiyor.

Hıristiyanlığın ilk yıllarında Urfa, çok önemli bir eğitim merkeziydi ve kutsal kalıntılar hala orada görülür. Haçlılar´ın yıkımlarından sonra bölge, 1145´de İslam Komutanı Zengi tarafından ele geçirilmiş ve 1146´da da Zengi´nin oğlu Nureddin, Haçlıları tamamen uzaklaştırmıştı. Gilbert, araştırmalarında kayıp Kardeşlik Örgütü´nün izlerinin Urfa´da da bulunduğu belirtiyor ve Matta İncili´ndeki “Maji Öyküsü” nü hatırlatıyor. Mesih´in yani İsa´nın doğumu yani Christmas Günü sandığımız gibi 25 Aralık değildir, bu tarih aslında antik bir Pagan festivalini simgeler (Mitralar´ın Doğum Kutlamaları). Gerçek Christmas Milattan önceki 7. yılın 29 Temmuz´udur yani İsa milattan 7 yıl önce doğmuştur ve o gün gök konumu çok özeldir; Güneş her yıl aynı tarihte, “Kral´ın Doğumu” konumuna girer Aslan Burcu´ndaki “Küçük Aslan” veya “Aslan Yürek” de denen Regulus´la buluşur. Bu aynı zamanda da, göğün en parlak yıldızı olan Sirius´un yükseliş döneminin hemen sonrasıdır yani Sirius özgün periyodundaki görünmezlik dönemini bitirerek, yükselmeye başlar. Mısır Mitolojisi´nde Sirius yıldızı, Tanrıça Isis´in özel yıldızıdır, görülmediği dönemde Tanrıça hamiledir, yükseldiğinde yani parlamaya başladığında oğlu Horus doğar, bu da Güneş-Regulus buluşmasıyla simgelenir.

(Sirius yıldızı bir çok medeniyetin tarihinde ve hatta Kur'an'da da yer almaktadır. Yeri geldikçe bu yıldız hakkında daha detaylı bilgiler aktarılacaktır)


İlk Hıristiyanlar, bu mitolojik kavramı kullandılar, Sirius´un yükselmesi Meryem´in doğumuydu ama bu kez doğan Horus değildi çünkü Meryem´in oğlu İsa´ydı, aynı anda görülen diğer parlak yıldızlarda önemliydiler, örneğin Orion Isis´in eşi yani kocası olan Osiris´ti, Hıristiyan kültürü, Osiris´e Joseph yani Meryem eşi kişiliğini verdi. Procyon yıldızı da, Sirius gibi Orion´dan sonra yükselir ve Isis´in kızkardeşi Nephthys ile simgelenir ve o da orta eş kişiliğiyle bazı erken Hıristiyanlık söylencelerinde yer alır.


Zodyak yani Burçlar Kuşağı genelde hayvanlarla simgelenir, Öküz yani Boğa, Koyun yani Koç burçları İsa´nın doğduğu ahırda bulunan ve yemlenen yani beslenen iki hayvandır ve ahır Bethlehem kasabasındadır, kasabanın adının anlamı “Ekmeğin Yeri” dir, Bethlehem kasabası, Judah bölgesinde yani İsrail´in Aslan Kabilesi´nin yaşadığı yerdedir ve bu kabilenin simgesi Aslan Burcu´ndaki veya takımyıldızındaki Regulus´tur, sonuç olarak ezoterik anlamda Güneş-Regulus buluşumu, İsa´nın ahırdaki doğumunu simgeler.


Kabartmada görülen yürüyen aslan formundaki yıldız haritası yani horoskop, Yunan astrolojisi tarzındadır ve bir tarih belirlenmiştir. Bu yöntem atalarımız tarafından zaman zaman kullanılmıştır; Seleucidler, Makedonyalılar, Persler, Büyük İskender, Darius I tarafından kullanılmıştır. Antik Yunan´ın ve Persler´den gelen etkilerin ve Nemrut´ta yapılan geleneksel dinsel ritüeller genel anlamda Orta Doğu´dan Avrupa´ya yönlenen Mitra inançları ve dini ile ilgilidir. Commageneler´in Mitraik inancı, doğudan batıya doğru bir yelpaze gibi yayılırken, kesin olarak Hıristiyanlığın temelini oluşturmuştur yani Hıristiyanlığın kökeni Mitraizm dolayısı ile de Kral I. Antiochos´un katıldığı gizemli Kardeşlik Dini´dir. Kral´ın mimarları, tarihsel göndermeyi yapmak amacıyla, yıldız konumlarını bir aslan formuyla oluşturdular.


Bebek İsa´yı ziyarete geldiklerine inanılan üç çoban krala Bethlehem´e giden yolu yıldızlar gösterir, yıldızların geleneksel yeri ekliptiğin kuzeyindeki simgesel bir hattı oluşturur, bunlar Sirius´dan önce doğan Procyon, Castor ve Pollux´tur, çoban krallara yol gösterirler yani Sirius´un doğacağı yeri gösterirler.


Adrian Gilbert, İsa´nın doğumunda parlayan ve Bethlehem´den izlenen büyük yıldızın tek olmadığına hatta yıldız olmadığına inanıyor, ona göre parlaklığın nedeni iki dev gezegenin yani Satürn ile Jüpiter´in buluşumuydu, buluşum Balık Burcu´ndaydı ve bu nedenle de Hıristiyanlığın gerçek simgesi balıktı. İki dev gezegen, o konumda akşam göğünün (saat 21:30 civarı) en parlak gök cisimleridirler ve çok net olarak çıplak gözle görülebilirler.


Üç çoban kralın ezoterik anlamları da böyledir yani Melchior, Caspar ve Balthasar´ın; Satürn ve Jüpiter, iki kralla simgelenir; Melchior (Altın Kralı Jüpiter) ve Caspar (Mür yani koku kralı Satürn); Jüpiter astrolojik anlamda, sağlığı ve zenginliği simgelerken, Satürn ölüm ve mezarın yanısıra uzun yaşamı simgeler. Mür, Mısır mitlerinde Satürn simgeselliği doğrultusunda, mumyalamada kullanılan bir maddedir. Üçincü Çoban Kral yani üçüncü gezegen Güneş´e en yakın gezegen olan Merkür´dür, bu da Balthasar´dır (veya Belteshazzar), ismin anlamı “Yüce Efendi´nin Öncüsü” veya en yakın yardımcısı şeklindedir. Merkür, Güneş´ten biraz önce doğar yani sultanın veziri gibidir. Bebek İsa´ya altın ve mür´ün yanısıra Balthasar tarafından verilen üçüncü armağan günnük veya buhurdur, günnük simgesel olarak majikal fonksiyonları uyandırır ve Merkür ile astrolojik doğrultuda ilişkilidir.


Adrian Gilbert, tüm öykünün anlamının farklı olduğu görüşünde, bizlere bu şekilde İsa´nın doğum horoskobunun yani yıldız haritasının anlatılmak istendiğini düşünüyor, eğer okuma doğru yapılırsa kesin zaman belirlenecektir. İsa´da Horus gibi bir kral olarak doğmuştur, gezegenlere uygun armağanlar onun doğumunu simgelerler, Matta İncili´nde armağanların baştan çıkarıcı oldukları ve egosal amaçlarla kullanılabilecekleri vurgulanır. Yani üç gezegenin negatif yönleri vurgulanır, negatif yönler pratik Maji´nin reddedilmesi (Merkür), ölümsüzlük arzusu (Satürn) ve krallık yani iktidar hırsıdır (Jüpiter). Daha sonraki olaylarda benzer anlamlar içerirler, Yahya Peygamber Ürdün Irmağı´nda İsa´yı vaftiz ederken cennetten gelen bir güvercin simgeselliğinde İsa´ya en yüksek armağan verilir, bunun anlamı gezegendeki en yüksek krallığın onaylanmasıdır. Artık o, Logos´un yani Varoluş´un aracı olmuştur. Yani Vaftiz´in simgeselliği ve 6 Ocak kutlamalarının anlamı göksel buluşmanın gerçekleşmesi daha da ötede İsa´nın göksel doğumudur. Ama daha sonra bu tarih değişecek, 25 Aralık´a kayarak, antik Roma´nın Satürn şenlikleri Mitralar´ın doğumu ile karışacaktır.Bütün bunlardan anlaşılan şey, Kayıp Kardeşlik Örgütü´nün içeriğidir,


Horus´dan, İsa´ya oradan da Kral I. Antiochus´a uzanan gizemin ezoterik anlamı ve bunun astrolojik metodla, Hermetik Bilgelik düzeyinde simgeselleştirilmesidir fakat tüm anlatılar ve Gilbert´in iddiaları yine de asıl gizemi açıklayamıyor; yıldızların ve gezegenlerin etkinliği ya da önemi acaba kutsallık düzeyinde ezoterik simgesellik midir? Yoksa, dünya dışındaki bir yerler mi ima edilmektedir? Sır, Orion ve Sirius´da saklı gibidir; birgün bunu da öğreneceğiz; ne zaman mı? Kimbilir, belki de Nemrut Dağı´nın altında yatan sırrı çözdüğümüz zaman…

İlk bakışta anlaşılmaz ve karmakarışık görünen bu hikaye daha önce de dediğimiz gibi ezoterik öğretilerin bir sonucudur. İnsanların binlerce kilometre kat ederek bulmaya çalıştıkları şey ezoterik öğretinin eğitimi sonucunda insana katacağı güç ve aydınlanmadır.

Daha önce Nemrut'a hiç bu şekilde bakmışmıydınız bilmiyoruz ama ezoterik öğretilerin gücü peşinde olanlar yeryüzündeki pek çok şeyi bizim gördüğümüz gözle değerlendirmezler. Ezoterik öğreti konusu ve tarihi çok uzun bir öğreti olduğundan, hikaye içinde ancak kısa kısa bilgilendirmelerle yetinilecektir.

Ancak hikayenin bu bölümünde vurgulanmak istenilen şeyin bu öğreti peşinde olanların ya da öğreti sahiplerinin daima gizli bir örgütleşme içinde olmalarıdır. Bu örgütleşme ezoterizmin din ile birleştiği medeniyetlerde genellikle ruhban sınıfının elindedir. İşin ilginç yanı birbirinden binlerce kilometre uzakta ve birbirinden binlerce yıl farkla yaşamış medeniyetlerin mutlaka bir ezoterik öğretisi ve bu öğretilerin kendindne öncekilerle ve sonrakilerle birebir örtüşen sembollerinin olmasıdır. Medeniyet ve zaman değişse bile semboller daima aynı kaldığından, bu sırra sahip olduğunu düşünenler medeniyetlerin kalıntılarındaki bir takım sembolleri kendilerince açıklayarak bir anlamda tarihe ve kutsal inanışlara ışık tutma yolundadırlar.

Yine Kur'an'dan bir örnek verecek olursak, ayetlerde bahsedilenlerden insanları en çok korkutan şey cehennem ateşinde yanmak olacağıdır. Oysa ölümden sonra fiziksel beden yok olduğundan ateşte yanmak gibi bir durumun söz konusu olması beklenemez. Yine bir çok inanç ve medeniyet öğretisinde insanın sadece fiziksel bedenden ibaret olmadığı düşünülmektedir. En genel adıyla bedenimiz ruhumuzun üzerinde ki bir elbiseden ibarettir. Eğer ömrün sonunda cennet veya cehennem gibi ödül sistemi mevcutsa , buraya bedenimizle değil ruhumuzla yani fiziksel olmayan bir bedenle gitmemiz gerekir. Fiziksel olmayan bir bedenin yine fiziksel olarak tariflenen bir ateşte yanması mümkün müdür? Ezoterizme göre Kur'an ve diğer kutsal kitaplarda anlatılanlarda tıpkı Mısır, Budizm ve benzeri medeniyet ve öğretilerin anlatılarında olduğu gibi semboliktir. Dünya tarihi boyunca ortaya çıkarılmış ezoterik öğretilerde ise ateş "ruhsal arınmanın" sembolü olarak kullanılır. Buradan yola çıkılarak Kur'an'da bahsedilen cehennem ateşi ruhun fiziksel bir ateşte yanması değil, yaşamı boyunca işlediği günahların ruhunda oluşturduğu negatif etkilerden arındırılması sürecidir. Gerçeklerle yüzleşmenin ve bazı şeyleri kabullenmenin vereceği acı da cehennem ateşi/cehennem azabı olarak sembolize edilmiştir. Arınan ruh huzura kavuşacak ve cennet o zaman kapılarını ona açacak ya da hisettiği bu arınmanın sonucu huzur ve hafiflik ona cennet hissi verecektir.

Bu Mısır ölüler kitabında anlatılan Maat'ın Adalet Salonu hikayesiyle birebir örtüşen bir anlatımdır. Kutsal kitapların kendinden önceki medeniyetlerin inanç sistemlerinden kopyalandığının iddia edilmesine neden olan bilgiler ezoterik öğretilerdir. Ancak ezoterik öğreti Tanrı'nın başından beri var olduğunu ve tek olduğunu savunur. Yani ezoterik öğretiye göre kutsal kitaplardaki bilgiler kendilerinden önce oluşan inanç sistemlerinin kopyası değil, bilginin yaratıcı tarafından tekrar edilerek insanlara ulaştırılma şeklidir. Bu nedenle başından beri aslında hep aynı ve tek bilgi vardır. Ancak bu bilgi öyle bir kerede elde edilen bir bilgi değil, insanın fiziksel yaşamı boyunca ruhunu arındırma çabası ile daha fazlasına erişilen bir bilgidir. Yani bilginin en yücesine ölümü bekleyip ondan sonraki ruhsal arınma döneminde değil, ölmeden önce fiziksel yaşamdayken arınmayı tamamlayıp erişme durumudur.

Reenkarnasyon düşüncesi insanın bir ömrü boyunca bu aşamaları tamamlayamadığı için yeniden doğması üzerine kuruludur. Yani ruhun ulaşması gereken bir üst seviye vardır ve insan bu arıma çabalarını bir ömürde tamamlamakla yükümlü kılınmamıştır. Bu nedenle son seviyeye gelene kadar yeniden doğar. Her yeni doğuşunda bir önceki hayatlarında geçtiği seviyeler tekrar edilmez kaldığı yerden devam etmesi sağlanır, ama bu yeni fiziksel yaşamlar boyunca da çoğunlukla önceki tecrübelerinin hatırlanmasına izin verilmez.

Arınma ve seviye atlamak için ruhun arındırılmasının anlamı aslında belirli erdemlerin kazanılmasıdır. Bu nedenle kutsal kitaplarda ve öğretilerde hep aynı öğütler tekrarlanır. Bu öğütler neticesinde kazanılan erdemlerle insanoğlu daha üst bir seviyeye ulaşacak ve sonunda altın çağa geçiş sağlanacaktır.

Örneğin Kur'an'da Allah'ın isimleri olarak verilen doksandokuz isim bu erdemlerin bir listesidir. Yani insanın tanrısallaşma yani arınma yolunda bu erdemleri bir bir kazanması gerekmektedir.

Peki ama arınma ya da kamil insan olma veya bunu sağlayabilmek için sırlara erişme isteği nedir. İnsanlık bir an önce kamil olma peşinde midir sahiden? Elbette değildir. Bu öğretiyi bir güç savaşı haline getiren yegane şey, arınma başladıkça bunun insan ruhuna kattığı gücün önemi vardır. Peki nedir bu güç? Bu gücün bütün olarak nelerden oluştuğu tam bilinmese de, eski medeniyetlerin gizli öğretilerinde bahsedilen maji (bir çeşit düşünce gücü ile yapılan büyü) en çok ilgi çeken güçlerden biridir.

Günümüzde parapsikolojik yetenekler, durugörü, öngörü veya zihinsel düşünce ile fiziksel cisimlere ya da insan zihnine, olayların akışına müdahale etmek gibi konular majinin konusudur. Adam Fawler'ın Empati kitabını okuduysanız ne demek istediğim size daha anlaşılır gelecektir. Geçtiğimiz yıllarda best seller listesine giren Secret adlı kitapda ticari bir yüzeysellikle bu sırra gönderme yapmaktadır. Oysaki bu yeni bir keşif değil binlerce yıldır uygulanan bir yöntemdir. Kutsal kitaplarda anlatılan peygamber mucizelerinin de bu güç sayesinde yapıldığı iddia edilir. Çünkü bu gücün kaynağı evren ve Tanrıdır. İnsan ruhu onun nefesinden üflenmiştir ve bu nedenle zaten özünde tanrısal özellikler barındırır.

Ancak bu bilgi insanoğlunun kolay kabul edebileceği bir bilgi tarihin hiç bir döneminde olmamıştır. Bu nedenle sırlar sadece belirli sınavlardan geçirilen kişlere aktarılır ve zamanı gelmeden öncede ne bu kişilere ne de halka asla açıklanmaz. Açıklanması durumda zaten doğan sonuçlar sırrın saklanması gerektiği inancını sağlamlaştırmıştır.

Aklıma gelen buna dair en iyi örnek Hallac Mansur'un hikayesidir. Kısaca özetleyeceğim bu hikaye ve Hallac Mansur'un kimliği hakkında bilgileri bir çok kaynaktan edinmek mümkündür.

Hallac Mansur bir sufiydi. Hemen bilmeyenler için açıklayalım sufizm en genel tanımı ile İslam inancında Allah'a ulaşmanın yollarından biridir. Bir başka tanıma göre, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatlere ve gayb alemine ait hakikatlere sezgiyle ulaşma yoludur. Yani İslam alemindeki ezoterik bir öğreti sistemidir. Hallac Mansur ruhunun arınması yolunda oldukça yol katetmiş ve Allah aşkıyla kendinden geçmişti. Bu zamanlardan birinde "En hak", "Ben Allah"ım deme gafletinde bulunduğu için korkunç bir şekilde öldürülmüştü. Oysa "Ben Allah"ım cümlesinin altında yatan gerçek Allah'ın nefesinden üflenmiş ruhun, yeniden arınarak Allah'a en yakın olduğu zamanın kastedilmesiydi. Ama hazır olmayanlara zamanından önce açıklanan bu sır yüzünden Hallac Mansur hayatını kaybetmişti. Sufi öğretilerinde zamanından önce sırların açıklanmaması gerektiği anlatılırken bu örneğe sık sık başvurulur.

Maji sadece bir güçtü ve sonuç olarak iyi veya kötü amaçlarla da kullanılması mümkündü bu yüzen sırrı onu koruyabileceklerce saklanması gerekiyordu. Öğretinin verileceği kişilerin sınavlardan geçirilerek seçilmesinin altında yatan temel sebep buydu. Maji'nin kötüye kullanılmasına Kara Maji/Kara Büyü deniliyordu.

Yine eski medeniyetlerin sakladığı sırlardan ezoterik sırlardan bir tanesi daha önceki bölümlerde anlattığımız zamanda sıçrama yapılabildiğine dair bilgilerdi. Yani bu öğretilerin kazandırdığı güçle zamanda ileri veya geriye gitmek mümkün olabiliyordu. Kur'an'da Kehf suresinde anlatılan Zulkarneyn'in hikayesinde de, Zulkarney'nin farklı zamanlara yaptığı yolculuklar anlatılıyordu. Zamanda yolculuk gerçekleştiği durumda dünya için çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir güçtü. Bu nedenle sırlar nesilden nesile seçilmiş kişilerce ve sadece sembollerle aktarıldı. Ancak bu sembolleri okumayı bilenler anlatılan, yazılan veya yapılan taş duvarlardaki sırrı çözebilir veya anlayabilirlerdi.

Altın Çağın başlayıp yaşayan tüm insanların bu sırra erme vakti gelmeden önce bu sırra erişme hırsı hikayenin devamında öğreneceğiniz gibi insanları çok farklı yollara sürükledi.

Gücün peşindeki insanların hikayelerine geçmeden önce tünellerle bu konuyu birbirine bağlayarak devam etmemiz çok daha uygun olacak..

Bundan sonraki bölümde yeryüzündeki mağara ve tüneller ile ezoterik öğretinin tarihinin nasıl kesiştiğine bir göz atacağız.

(devam edecek)

AKS

YA TUTARSA (3) YER ALTI TÜNELLERİ VE GİZEMLERİ

Tünellerin açılışları konusunda Daniken öyle binlerce yıl süren şartlar düşünmüyor. Ona göre bu tüneller bir uzay uygarlığı tarafından nükleer enerji ya da benzeri bir şey kullanılarak çok kısa zamanda açılmıştır. Bu iddiası için kanıt olarak da "Der Speigel" dergisinin 3 Nisan 1972 tarihli sayısındaki bir yazıyı göstermektedir. Bu yazıda ısı matkaplarından bahsedilmektedir. Yazıda anlatıldığına göre Los Almos'taki nükleer araştırma merkezindeki bilim adamları tarafından bir buçuk yıllık bir çalışma sonrasında yapılmıştır. Aracın ucu volfrom çeliğidir ve grafitle ısıtılmaktadır. Delme işlemi sırasında, delinen yerden dışarıya hiç bir şey çıkmamaktadır, delici taşları eritip delinen yerlerin iç yüzeylerine preslenmekte, preslenen yerlerde bir süre sonra öylece donmaktadırlar.

Derginin verdiği bilgilere göre ilk denemesinde dört metre kalınlığında bir taş blok hiç ses ve atık madde çıkartmadan delinmiştir. Los Alamos bilim adamlarının bir askeri tanka benzeyen, köstebek gibi çalışacak olan büyük bir delicinin planlarını hazırladığı ve bununla magma tabakasına inip, örnek almayı düşündüklerini de belirtiyor.

"... Matkap olağanüstü sertlikteki bazı jeolojik katmanlara gelip dayandığında bunlar, iyice nişan alınarak birkaç kez ateşlenen tabancayla parçalanabiliyorlardı. Sonra, zırhlı ısı matkabı, ortaya çıkan blokların üzerine yöneltiliyor ve yıkıntı yığını ısıtılarak sıvı hale dönüştürülüyordu. Sıvı halindeki hava soğur soğumaz elmas sertliğinde bir sır tabakası oluşturuyordu. Bu tünel sistemi su sızmasına karşı emniyetli olacak ve bölmeleri desteklemeye gerek kalmayacaktı." Von Daniken kitabın sonuna doğru, tünellerinn inşa edilmelerinin özel nedeni ile ilgili olarak, çok ilginç bir kuram ileri sürmektedir. Bu, Brinsley Le Poer Trench' in sözünü ettiği ve gerçek bir tehdit teşkil etmiş olan, sismik faaliyetlerin tehlikelerinden çok daha farklı bir nedendir.
Daniken, çok eski zamanlarda bizlere çok benzeyen insanlar arasında bir kozmik savaş olduğunu iddia etmektedir. Görünüşe göre, kaybedenler bir uzay gemisi ile kaçmışlardır. Brinsley Le Poer Trench ise, gemi adedinin birden fazla olması gerektiğini söylüyor.

Sonra, kaybedenlerin, onlara değişik gelen atmosferimiz içinde taktıkları "gaz maskeleri" nden bahsederek dikkatimizi mağaralarda görülen çeşitli miğferler ile solunnun aygıtlarına çekmekedir, Daniken. Von Daniken iddiasını sürdürerek, zafer kazananlar - bunlar bu gezegende kalanlardır - "oyarak yerin derinliklerine doğru uzandılar ve her çeşit teknik gereçle donatılmış bulunan takipçilerinin korkusundan tünel sistemlerini geliştirdiler.", demektedir.
Sonra, düşmanlarının iyice şaşırtmak için, o zamanlar Mars ile Jüpiter arasında yer alan Güneş sistemimizin beşinci gezegeni üzerinde yayın istasyonları kurtular. Bu istasyonlar sürekli olarak şifreli mesajlar yayınlıyorlardı. Von Daniken' in dediğine göre, bu aldatmacaya kanan düşman, beşinci gezegeni dehşetli bir infilâk ile imha etti. İnfilâk eden gezegenin döküntüsü şimdi "Asteroid Kuşağı" dediğimiz alana yayıldı. Bu alan binlerce asteroidden ve ufak taş parçalarıdan oluşmaktadır. Von Daniken' in belirttiği gibi, "...Gezegenler kendilerince infilâk etmezler. Onları biri infilâk ettirir." Bu, çok çekici ve geçerli olabilecek bir fikirdir. Ayrıca, görülüyor ki çok eski zamanlarda kullanılan silahlar günümüzde ve bu çağda kullanılandan daha da öldürücüydüler. Bu açıdan bakılırsa, Zeus ve diğer tanrıların atıp durdukları "yıldırımlar" ın gerçekte ne oldukları konusu da önem kazanır.

"Timeles Earth" ("Zamansız Dünya") adlı kitabında, Lima'yı Cuzco'ya bağlayan ve oradan da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel sisteminden söz eden Peter Kolosimo şöyle yazıyor :

"Kazanç peşinde koşanlara çekici gelebilecek tüneller, büyüleyici bir arkeoloji sorunu olarak da gözükürler. Araştırmacılar, tünellerin, bunları kullanan fakat kökeni hakkında bilgileri olmayan İnkalar tarafından yapılmadığı üzerinde hemfikirdirler. Aslında, bu tüneller insanı öylesine etki altında bırakırlar ki, bazı bilim adamlarının yaptığı gibi, bunların bilinmeyen bir devler ırkının elinden çıkmış olduklarını düşünmek pek de tuhaf kaçmaz."

Harold T. Wilkins de "Mysteries of Ancient South America" ("Kadim Güney Amerika' nın Gizmeleri" adlı kitabında, muhtemelen aynı tünel sistemini anlatırken şunları yazıyordu :


"Büyük tünellere yaklaşım yollarından biri de eski Cuzco' nun yakınlarında bulunuyordu ve halâ daha bulunmaktadır. Ancak, keşfedilmeyecek bir şekilde kamufle edilmiştir. Bu saklı yaklaşım yolu, doğudan, 380 millik bir mesafe boyunca Cuzco' dan Lima' ya uzanan muazzam bir ' yeraltı dünyası' na ulaşır! Bu büyük tünel sonra güneye döner ve 9000 millik bir mesafeyi aşarak 1868 yılına kadar Bolivya olagelen toprakların içlerine doğru uzanır! ..."

Wilkins, ayrıca, Batı Hind Adaları' ndaki bazı tünellerden de söz eder :

"Martinik'i ziyaret ettiği zaman Kristof Kolomb'un dikkatini, inanılmayacak kadar eski bir tarihten kalmış olan ve kökeni bilinmeyen, Batı Hind Adaları' ndaki garip tünellere çekilmişlerdi. Şüphesiz, Atlantis' li beyaz ırk, şimdi Batı Hind Adaları olan, fakat çok eski tarihlerde, adının 'Antiller' kelimesiyle hatırlantığı batık bir orta Amerika kıtasının bir parçasını teşkil etmiş olabilecek yerde, muhteşem şehirler inşa etmişti. Asya' nın kadim dünyasının ilginç bir geleneği de, batık ülke ile bir yandan Afrika, diğer yandan da kadim Brezilya arasındn geçişin mevcut olduğu günlerde eski Atlantis' in her yönde uzanan bir tüneller, ve geçitler labirenti şebekesine sahip olmasıydı. Atlantis' te tüneller, ölülerle ilgili kültler ve kara maji klütleri için kullanılırlardı..."

Kolosimo, tünel sistemlerinin dünyanın her yerinde bulunduklarını ileri sürüyordu. Listesine, Güney Amerika' nın ışında Kaliforniya, Virginia, Hawai, Okyanusya ve Asya' yı da katmışştır. Avrupa' da, isveç ile Çekoslavakya' da ve Akdeniz bölgesinde ise Balear Adaları ile Malta' da tüneller mevcuttur .

"İspanya ile Fas arasında, otuz millik bir bölümü incelenmiş olan, muazzam bir tünel uzanmaktadır. Birçok kişi, Avrupa' da bu bölge dışında bulunmayan 'Berberistan Maymunları' nın, Cebelitarık' a bu yoldan geçmiş olabileceklerine inanmaktadır." Kolosimo şöyle devam ediyor:

"Bu devasa (Cyclopean) galerilerin, gezegenimizin en uzak bölgelerrini birbirine bağlayan bir şebeke oluşturduğu düşüncesi bile ileri sürülmüştür."

Denizin altında uzanan bu tünelleri kimler ve hangi nedenden dolayı inşa etmişlerdir? Kadim tünel sistemleri üzerinde Wilkins' in, bize söyleyeceği bazı şeyler daha var : "İç Moğolistan' ın Moğol kabileleri arasında, bugün dahi, tüneller ve yeraltı dünyaları hakkında, kulağa modern romanlardaki kadar fantastik gelen gelenekler mevcuttur. Efsanelerden - eğer böyle denebilirse! - birinin dediğine göre bu tüneller, Afganistan içlerinde bir yerde, ya da Hindu Kuş bölgesinde bulunan ve tufan öncesi nesilden gelen bir yeraltı dünyasına uzanırlar...

Burasının bir ismi de vardır - Agharti. Efsanenin devamı, Agharti' yi benzeri diğer bütün yeraltı dünyaları ile bağlayan bir bağlantılar silsilesi içinde bir tüneller ve yeraltı geçitleri labirentinin uzandığını anlatır - ... Söylendiğine göre yeraltı dünyası, tahıların büyümesini sağlayan ve hayatın uzunluğu ile sağlığa yararlı olan acayip bir yeşil parlaklıkta aydınlatılmaktadır."

Kolosimo, dünyanın bir diğer yerinde de bu yeşil floresanın görüldüğüne dikkati çektiğinden dolayı bu son konu özel bir anlam taşımaktadır. Kolosimo "Timeless Earth" de, Azerbaycan' daki acayip bir " dipsiz kuyu" dan bahseder. Görünüşe göre, kuyunun duvarlarından mavimsi bir ışık çıkmakta ve tuhaf sesler işitilmektedir. Yapılan incelemeler ve keşiflerden sonra bilim adamları en nihayet, tüm Kafkasya ve gürcistan' daki diğer tünellerle birleşen tam bir tüneller sistemi buldular. Belirli bir düzene göre biçimlenmiş olan bu tünelleri tanımladıktan sonra ve bunların Orta Amerika' daki benzerleri ile hemen hemen aynı olduklarını belirledikten sonra Kolosimo, bu tünellerin İran' la ve dahası Çin, Tibet ve Moğolistan tünelleriyle bile birleşen devasa bir sistemin bölümü olduklarından söz eder.
Şimdi, acaip bir yeşil parlaklıkla aydınlatıldığı söylenen Agharti adındaki bir yeraltı dünyası üzerine Walkins' in anlattıklarına dönersek, bu konuda Kolosimo' nun da söyecekleri vardır :

"Tibetliler, tünellerin kentler olduğuna inanırlar. Bunların sonuncusu, muazzam bir afetten sağ kalanlara halâ daha sığınak vazifesi görmektedir. Bu bilinmeyen kişilerin Güneş' in yerini alarak bitkilerin üremesi ile insan hayatının uzamasına neden olan bir yeraltı enerji kaynağını kullandıkları söylenir. Bu kaynağın yeşil bir floresans yaydığı sanılmaktadır. Bu düşünceye Amerika efsanelerinde de rastlamamız oldukça ilginçtir..."

Bu konudan olmak üzere, Wolfpittes' in Yeşil Çocukları' nın tuhaf hikâyesinin de anlatılanlarla özel bir ilişkisi olabilir.

Görülüyor ki Atlantisliler, çeşitli amaçlar için dünyanın her yanında tünel sistemleri inşa etmişlerdir. Bu amaçları, öncelikle, sismik faaliyet ile seller biçimince oluşan ve o zamanlar için çok olağan sayılan doğal afetlerden ya da uzaydan gelebilecek saldırılardan korunabilmekti.

Bu fantastik tünellerin çoğu bizim bugünkü imkânlarımızın ötesindeki yöntemlerle inşa edilmişlerdir. Senelerdir İngiltere ile Fransa, bir Manş tüneli yapma fikri üzerinde tatrışmaktadır. Ancak, galiba, atalarımızın devirlerine ait bu şaşıtrıcı tünelleri doğal bir rahatlıkla ve gerekli nedenlerden dolayı da oldukça büyük ölçüde inşa etmişlerdir.
Bir anda Kapadokya'dan Atlantis'e bizi getiren yer altı şehirleri ve mağara hikayelerinin tek değinildiği yer macera peşinde koşan araştırmacıların yazdıklarıyla kalmaz.

Kur'an'da anlamı mağara olan Kehf suresi yer almaktadır. Bu sure de anlatılanlar bakın biraz önce okuduklarınızla nasıl ilişkilendirilmektedir.

Hıristiyanlığın Roma Devleti içine iyice yayılmaya başladığı sıralarda yedi Romalı askerin başından geçen ve “Yedi Uyurlar-Seven Sleepers” olarak bilinen bir anlatı hem Hıristiyanlık ve hem de Müslümanlık inanışlarında ölümden sonra dirilişe örnek olarak anlatılmaktadır. İslam dininde “Eshab-ı Kehf – Mağara İnsanları” olarak bilinen bu efsaneden Kehf süresi söz etmektedir.


Aşağıdaki bilgiler Ali Haydar Aksakal (araştırmacı/yazar/dağcı) isminde bir araştırmacının Atlantis Manisa'da başlıklı çalışmasından alıntılardır.

Hristiyanlığın ilk dönemlerinde, Allah’ın varlığına inanmış insanlar, yönetimden ve baskılardan kaçarak Enjülos Dağı’nda bir mağaraya saklandı. Yanlarında çobanın köpeği Katmir de vardı. Bu yedi kişi, mağarada uykuya daldı. 309 yıl devam eden bir uykudan sonra uyandılar. Hiç birisi, bu durumun farkında değildi.

Karınları acıktı. İçlerinden Maksimilyanus’u ekmek almak için çarşıya, Philadelphia Kenti’ne gönderdiler. Fırıncı parayı tanımadığı ve çok eski olduğu için almadı.
Söylencelere göre, bu efsane kişilere, Eshab-ı Kehf veya Ashab- Kehf, Yedi Uyurlar denir.

Kur’anı Kerimin XVIII. Suresinde anlatılan bu kişiler hakkında Müslüman ve Hıristiyan yazarlar çeşitli bilgiler vermiştir. Sayılarının yedi olduğu rivayet edilmektedir.

Kehf Suresi, 9. Ayet: “Sen, hikâyeleri kitabelere gecen mağara ehlinin başından geçenleri en meraka değer, en gizemli ayetlerimizden bir olarak görüyorsun, öyle mi ?”

Yedi Uyurların uyudukları mağaranın, bir rivayete göre Efes’te, başka bir rivayete göre de Antalya ve Urfa yöresinde olduğu söylenmektedir.

Günümüzde ise gözler Philadelphia’ya (Alaşehir İlçesi) çevrilmiştir.

Eshab-ı Kehf hakkında çevrilen bir filmde Philedelphia, Ürdün Devleti’nin Başkenti Amman’nın eski adı olarak sunulmuştur. Çevrilen bir filme dayanarak hüküm vermenin doğru olduğu kanısında değilim (A Video’nun sunduğu Eshab-ı Kehf filmi).

Alaşehir’de ki, S.Jean kilisesinin büyüklüğü ve o dönem ki ihtişamı yüzünden ‘Yedi Uyurlar’ olayının araştırmağa değer olduğu kanısındayım.

Ammonluların başkenti, Rabbath Ammon’dur. Helenistik dönem Philedelphiası’nın yerini almıştır (İÖ. III. y. yıl). Yöremizdeki Philedelphia ise Manisa İli sınırları içindedir.

Ashap veya ashab; sahipler, bir özelliğe sahip olan, tanınmış ünlü kişiler demektir. Eshab, çoğul şeklidir.

Hazreti İsa’nın doğumundan 137 yıl sonra, Roma İmparatorluğu’nun 890’ncı yılında Anadolu’nun kuzeyinden, Suriye’nin güneyine kadar uzanan bölge Romalıların kontrolü altındaydı.

Roma’dan gelen özel ulaklar, kentin komutanı Diyekletianus’a Roma İmparatoru Adrianus’un Doğu Roma’yı ziyaret edeceğini, Phidelphia’ya da uğrayacağını haber verdi. Bu karşılamanın görkemli olması istendi. Kral, “İmparator dillere destan bir şekilde Phidelphia’da karşılanmalı” der. Mimar Dinasyus’dan imparatora yakışır bir tiyatro yapmasını istedi. Maksimilyanus ise kralın baş danışmanıydı.


O dönem, askerler İsevileri yakalayıp tutukluyor ve elebaşılarını çarmıha geriyorlardı.
İmparator Phidelphia’ya geldi. Görkemli bir şekilde karşılandı. Kral Diyekletianus, sarayda imparatora: “Benim ve Romalıların tanrısı Adrianus’a selam, büyük ve üstün Jüpiter’e selam” diye övgüler düzdü.

Baş Danışman Maksimilyanus ise: “Bu evrende yerin ve göğün yaratıcısından başka bir tanrı yoktur. İbrahim, Nuh, Musa, Davut, Süleyman, İsa ve adı övülmüş olan, cihanın beklediği son peygamberin tanrısı, insanları hidayete erdirmek için insanların içinden seçtiği peygamberleri çıkarmıştır. Allah bütün zalimlerin cehennemde yanacağına söz vermiştir. Biz, Jüpiter, Apollon, Mars, Herkül, Adrianus ve başka başka adlardaki tanrıları tanımıyoruz.


Biz ezeli ve ebedi olan gücü her şeye yeten evrenin mutlak hâkiminden başkasına boyun eğmeyiz” deyince İmparator güldü. Kral, ‘Maksimilyanus sen neler söylüyorsun’ diye çıkıştı. Maksimilyanus’un yanına, arkadaşları da geldi, altı kişi oldular. “Bizde onun yanındayız onun söylediği her şeyi onaylıyoruz. İmparatorda hepimiz gibi bir insandır. Daha ne zamana kadar sizin gibi bir insan olan İmparatora yâda taştan, gümüşten veya altından yaptığınız heykellere tapacaksınız. Bizim tanrımızın ne bir ortağı, ne de bir oğlu var. Bu evrenin Allah’tan başka düzenleyiciye ihtiyacı yoktur.”

Maksimilyanus, “Sizler yaratıcınızı tanıyacak yerde, ellerinizle yaptığınız putlara tapıyorsunuz. İmparator, siz insanların tanrısı olduğunu iddia ediyorsunuz. Peki, kendinizi yemeden içmeden alıkoyabilir misiniz? Veya ölümünüzü önleyebilir misiniz?”
İmparator, ‘bu kadar yeter’ diyerek ayağa kalktı ve onların hemen tutuklanmasını emretti. Salondakilerin hepsi “ Öldürün onları, öldürün” diye tempo tuttu.

Altı kişi işkenceye tabi tutuldu. Kralın kız kardeşi Helen, Maksimilyanus’un eşiydi. Helen’in onları ikna etmesi istendi. Onlar, Helen’e “Bakalım Allah’ın iradesi nasıl tecelli edecek, Allah bizimle bir. Şimdi git ve Diyekletianus’a inandığımız Allah’ı canımıza tercih ettiğimizi söyle.”


Gardiyon Fidyas, “Asla bu yiğit insanların ölmesine izin vermemelisiniz” diye Helen’e seslendi. Daha sonra Fidyas, altı arkadaşın zindandan kaçmalarını sağladı. Kentin kapıları tutuldu, askerler onları aramaya başladı. Kaçaklar iki üç gün önce tanıştıkları, Çoban Antonyus’un evinde saklandı. Maksimilyanus’un içindeki ses, onların köyün yakınlarındaki Enjülos Dağı’ndaki mağaraya sığınmalarını söyledi. Çoban da onlarla gitmek istedi, kabul etmediler. Tek tek evi terk ettiler... Mağaranın kapısında Çoban Antonyus ve köpeği Katmir’i görünce şaşırdılar.


İmparator, Kral Diyekletianus’a “Ben bugün Uşelime doğru yola çıkıyorum. Onların yakalandıklarına dair haber, ben Uşelime varmadan bana ulaşırsa kurtulursun, aksi takdirde 5’nci Kolordu Komutanı’nın vay haline”.


Mağaranın içinde, derinden bir ses duyulur. Hafif bir sis içeriye yayılır. Hepsi, çok yorgun olduklarını, uykuları geldiğini söyledi. Çoban Mağaranın kapısına çıktı, etrafı kontrol etti. İçerdekiler “hiç bu kadar uykuya hasret kalmamıştık” diye söylendiler. Nöbetçi bırakılan çoban da dayanamadı, O’ da kendinden geçti.


Köylülerden birisi, kaçakları gördüğünü 5. Kolordu Komutanı’na anlattı. Askerler mağarayı kuşattı, içeriye giren askerler şaşkınlık ve korkuyla dışarıya kaçtı. En cesur askerler ve komutan uyuyan arkadaşlara yaklaşamadı. “Ölüp ölmedikleri, insan mı tanrımı oldukları belli değil” dediler. Komutan Mağara ağzının taşla kapatılmasını, üzerine bir levha konulmasını emretti. Yedi Uyuyanlar, içerde uyumakta ve dışarıda olanlardan hiç haberleri yoktu.

Aradan 309 yıl geçti, hepsi uyandı. Üzerlerinde büyük bir ağırlık ve yılların tozu vardı. “Ne kadar uyuduk ki bu hale geldik” diye söylendiler.

Yedi Uyurların ne kadar süre ile mağarada uyur vaziyette kaldıkları bilinmemekle birlikte Kur’an’ın Kehf süresinin 25 nci ayetinde 309 sene olduğu söylenmektedir. Hıristiyan tradisyonları ise 200 sene uyuduklarını iddia etmektedir.

Bu süre içinde İmparator ölmüş, Hıristiyanlar üzerindeki baskı kalkmış, herkes yeni dini geliştirmenin yollarını armaya başlamıştır. Gençler bir sonbahar günü (27 Temmuz, 3 Ağustos veya 22 Ekim) uyanılar. Kur’an’da mağara içinde geçen süre söyle anlatılmaktadır:

“Bakarsan onları uyanık sanırsın. Halbuki onlar uyumaktadırlar. Biz onları sağ ve sol tarafa çevirir ve döndürürüz. Köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış vaziyettedir”

Ancak bu görünüş pek doğal olmamalıydı ki, Kur’an mağara içinde korkunç bir manzaranın yaşandığını şu şekilde anlatmaktadır:

“Eğer onların bu halini görseydin mutlaka onlara sırtını döner, kaçar; onların bu hallerinden dolayı için korku ile dolardı.”

Karınları acıktı. Yemek işini halletmek için Çoban Antonyus, köpeği Katmir’le yakın bir köye gitti. Gördüklerine inanamadı. Rakim Köyü harabe halindedir, içinde kimse kalmamıştır. Mağaraya şaşkınlık içinde döndü, gördüklerini anlattı. Mağaradan çıktılar ve uzaktan köyün terk edilmiş halini gördüler.

Maksimilyanus kente gitmeğe karar verdi. Üzerlerinde bir sikke vardı. Kentteki değişikliğin ne olduğunu anlayamadı. Kentin ismini sordu: “Burası Phidelphia, Phidelphia” dediler.
Maksimilyanus gördükleri karşısında şaşırdı. Ekmek almak için fırına gitti. Fırıncıya üzerindeki parayı (sikke) verdi. Fırıncı bu hazineyi nereden bulduğunu sordu, onu askerlere şikâyet etti ve olaylar başladı.


Yargıç Stevens ve tarihçi Barnabas’ın huzuruna götürüldü. Barnabas sikkenin 300 yıllık ve Adrianus dönemine ait olduğunu söyledi. Maksimilyanus’un konuşması Tarihçi Barnabas’ı şaşırttı. Maksimilyanus da büyük şaşkınlık içindeydi.

Anlattıklarına inanmadılar ve zindana attılar. Yargıç ve Barnabas, Maksimilyanus’un bazı objeleri ve binaları hatırlaması için Phidelphia’da gezdirdi. Kendi evinin içinde dolaştı.
Kendi tablosunu gördü, “Bu benim resmim” diye söylendi. Ev sahibi yaşlı Aryus, “O Enjulos Dağı’nda şehit edilen yedi kişiden biriydi” diye cevap verdi. Aryus’un yeğeni Mari’yi de karısı Helen zannetti.

Maksimilyanus, “Ben nerede olduğumu, kim olduğumu bilmiyorum. Eğer siz Helen değilseniz, benim Helen’im nerede? Bunlar, sizleri birkaç yüzyıl önce yitirdiğimi söylüyorlar. Yokluğunuzdan duyduğum acı hala ciğerlerimi yakıyor. Sadece bir geceliğine sizi terk etmiştim. Bu bir gece niçin bu kadar uzun sürdü. Söyleyin bana niçin? Niçin? Yokluğunuza ağlayayım mı yoksa dindaşlarımızın zaferine sevineyim mi? Hakkın batıla üstün geldiğini görmek üzere yeniden dirildik.”


Maksimilyanus salondaki kütüphaneyi iter, bir dehliz açılır. Oradan içeriye girerler. Ev sahibi Aryus’a “Bu dehlizde bir oda olduğunu biliyor muydunuz” diye söylenir. İçerden Helen’in resmini çıkarır. “Bu sevgili eşim Helen’in resmi” der. Evin içindekiler şaşkınlık içinde, konuşmaları dinlemektedir.


-Aryus, “Gerçekten siz Maksimilyanus musunuz? Sizin torunlarınızdan biri olduğuma inanayım mı?”

-“Uykudan ilk uyandığımda olağandışı şeylerin tecelli ettiğini anlamıştım.”

İhtiyar Aryus, Maksimilyanus’un elini öpmek ister ve “sen benim Büyük Atamsın” diye söylenir.

-“Sende, Ak Saçlı İhtiyar benim torunumsun.”

Birbirine sarılır, ağlamaya başlarlar. Maksimilyanus, oğlu Erekmik’in 250 yıl önce, eşi Helen’in ise, ayrılıktan 20 yıl 7 ay sonra öldüğünü öğrenir.

Bu sırada mağarada bulunan arkadaşları sabırsızlıkla Maximilyanus’u beklemektedir. Onlar aç ve yorgundur, neler olduğunu bilmezler. Aryus ve ailesi, dostlarıyla Ekselansı ziyaret eder. Kral, koltuğuna Maksimilyanus’u oturtur ve ona büyük saygı gösterir.

Maksimilyanus, mağaradaki dostlarının ismini Ekselansa tek tek sayar; “Yuanis, Sudinanus, Dinatyus, Timliha, Martinus ve Çoban Antonyus.” Phidelphia halkına haber verilir. Ertesi gün Ekselansla beraber, binlerce insan, Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini görmek için Enjülos Dağı’ndaki mağaraya doğru yola çıkar.


-Maksimilyanus, “Ölmediğim doğru. Ancak benim zamanımda yaşayanların hepsi ölmüş. Şimdi de ait olmadığım bir zamana gelmiş bulunuyorum. Vefakâr ve hakikatli eşim Helen artık yok. Minik yavrum Erikmik 250 yıl önce ölmüş. Bütün dostlarım ve düşmanlarım gitmiş. 300 yıl süren bir gece oldu.”
İhtiyar Aryus, Mari ve Maksmilyanus mağaraya doğru çıkar. Mağaradakiler, gelenleri ve aşağıda gözüken askerleri görünce endişeye kapılır. Maksimilyanus, korkmamalarını ve onların dost olduğunu söyler.

-Aryus, “Selam size Allah’ın Erleri”
-Mari, “Sizlersiniz Allah’ın Erleri, bunu sizler dahi bilmiyorsunuz.”


Yedi Uyurlar şaşırır. Mağaranın içine girerler, arkadaşı onlara Phidelphia’da yaşadıklarını anlatır:

“Biliyorum inanmak kolay değil. Sadece bir örtü hakikatin yüzünü görmemizi önlüyordu. Bu örtü zamandı. Yoksullara Allah’ın verdiği zafer sözünün gerçekleşmesini görmemiz için Allah, örtüyü gözlerimizin önünden kaldırdı.”


Mağaranın önüne çıkmış olan Yedi Uyurlar, gelenleri şaşkınlık içinde izledi. On binlerce insan akın akın Enjülos Dağı’na doğru gelmekteydi.

Ekselans, “Ben bu kutlu insanların, bu Allah Erleri’nin, bu Azizlerin kentimize gelerek bizi şereflendirmelerini rica ediyorum. Hiç kuşkusuz bunların Phidelphia’da bulunması kentimize zenginlik getirecektir. Kutlu Phidelphialılar kente doğru yola koyulmanızı istiyorum. Gidin Phidelphia’yı süsleyin.”


Maksimilyanus Ekselansa: “Kendimizi bulmak ve mevcut şartları algılamak için benim ve dostlarımın biraz yalnız kalmaya ihtiyaçları var.”


Maksimilyanus arkadaşlarını mağaraya davet eder, içeriye girer ve Allah’tan başka dostlarının kalmadığını söyler.

Timliha der ki: “Allah’ım seninle aramızdaki yegâne mesafe ölümdür. Ölüm bu mesafeyi ortadan kaldıracaksa ant olsun ki arzum ölümdür.

Senin aşk göğünde uçmuş kartallar yeryüzünü nasıl kendilerine mekân tutar. Sana varmak için biz, düzmece tanrılara karşı durduk. Eğer dünyaya özlem duymuş olsaydık bu yola baş koymazdık. Yüce Rabbim bizi yanınıza alın. Size yalvarıyoruz.”


Mağaranın dışında bekleyen Mari, Aryus ve arkadaşları Katmir isimli köpeğin öldüğünü görür, inanmakta zorlanırlar. İçeriye seslenir, Katmirin öldüğünü bildirirler.


“Ey Allah’ın Erleri size sesleniyoruz” diyerek mağaranın içine girerler, Azizlerin secdeye eğilmiş vaziyette hareketsiz vücutları ile karşılaşırlar.

Mağaranın kapısından bir adam bağırır. “Mağara yarenleri, Allah’ın Azizleri öldü”

Ekselans ve yanındakiler tekrar mağaraya döner, şaşkınlık ve üzüntü içindedirler, Allah’ın Azizlerine ne oldu diye sorarlar.

İhtiyar Aryus der ki: “ Allah’ın Erleri Allah’a döndü.”
Bize bu efsaneyi Kur'an'daki Kehf Suresine gönderme yaparak anlatan Ali Haydar Aksakal'ın tariflediği hikayenin benzerinin Kehf Suresinde de anlatıldığı doğrudur ve ilk benzetmeyi yapan da Ali Haydar Aksakal değildir. Çeşitli kaynaklardan araştırdığınızda benzer anlatımlara rastlamanız mümkündür.

Aynı kişi İngiliz Arkeolog Peter James ile Manisa'daki diğer tarihi alanları incelemişler ve Peter James bunun üzerine "Krallığın Çöküşü ve Atlantisin Sırları Çözüldü" isminde bir kitap yayınlayarak daha sonra yeniden incelemeler yapmak üzere Manisa'ya gelmiştir. Bu konu hakkında herçekten detaylı bilgiler bulunduğundan buraya hepsini taşımak söz konusu değildir. Konuyla ilgil detaylar atlantismanisa.com sitesinden de takip edilebilir.

Yedi Uyurlar efsanesinin bilindiği ve anlatıldığı her yerde mutlaka bir “Yedi Uyurlar Mağarası” bulunmakta ve buranın gerçek mağara olduğu iddia edilmektedir. İran’da Kiev’de, Fransa’da, İtalya’da, Hindistan’da ve daha bir çok değişik din gruplarının bulunduğu ülkelerde bulunduğu iddia edilen mağaraların en ünlüsü mutlak suretle hikayede adı geçen Efes’deki Panayır Dağı’nın güneyindeki mağaradır. Türkiye’de Afşin, Kahramanmaraş, Tarsus, Antalya ve Urfa’da gene bu efsane ile ilişkilendirilen mağaralar, bölge halklarınca gerçek “Eshab-ı Kehf Mağaraları” olarak kabul edilmektedirler. Yedi Uyurlara ilişkin inanış o kadar etkilidir ki, Çin’de Buddha Tapınağı olarak bilinen bazı mağaralar, burada bulunan Müslüman halk tarafından “Yedi Uyurlar Mağarası olarak sık sık ziyaret edilmektedir.

Kehf Suresinde anlatılanlar sadece Yedi Uyurlar değildir. Ayrıca Zulkarneyn ayetler olarak anılan bir başka hikaye daha anlatılmaktadır. İlerleyen bölümlerde sık sık karşımıza çıkacak olan Zulkarneyn konusuna şimdi girmeyeceğiz.

Eshab-ı Kehf inanışına benzer daha bir çok inanış vardır. Bunlardan birine göre Havarilerden biri olayın geçeceği kente girmek istediği bir sırada, kapı nöbetçilere tarafından kendisine kapıda bulunan putlardan birine tapması söylenir. Bu teklif üzerin Havari kente girmekten vazgeçer ve civarda bulunan hamamlardan birinde çalışmaya başlar. Etrafına bir çok Hıristiyan toplanır. Bir gün İmparatorun oğlu yanında bir kadınla hamama girmek isteyince, Havari onun bu onursuz davranışını kınayarak kovar. Ama İmparatorun oğlu bir yolunu bularak hamama girecek ve yanındaki kadınla birlikte burada ölecektir. İmparator ölümü bu genç havariden bilir ve peşine öldürmek için adamlarını takar. Havari taraftarlarının bulunduğu bir çiftlik evine kaçar. Burada çiftçi de kendisine katılır. Çiftçi ve havari yanlarında bir köpek ile bir mağaraya saklanırlar. Burada uykuya dalan gençlerin üzerine Tanrı görünmez bir örtü çeker. Askerle mağarayı bulur ancak bir türlü içeri giymeyi başaramazlar. İçerdekileri öldürmek için mağaranın ağzını taşlarla örerler ve çekip giderler. Uzun seneler sonra kaybettiği kuzusunu arayan bir çoban mağarayı bulur girişteki taşları temizler ve içeri girdiğinde gençler uyanırlar. Acıktıkları için içlerinden birini ekmek almak için kente gönderirler. Gerisi bilinen hikaye…


Bir başka rivayete göre ise Eshab-ı Kehf Hıristiyanlığı kabul eden bir grup Romalıdır. Bir mağarada ibadet ederken uyuya kalmış ve yıllarca uyumuşlardır. Hıristiyanlar arasında ruh ve bedenin nasıl dirileceği konusunda şiddetli tartışmalar yaşandığı bir sırada, hükümdarları işin kötüye gideceğini anlayarak Tanrıya bu tartışmaları kesmek için bir örnek göstermesi konusunda yalvarır. Bunun üzerine Tanrı, Eshab-ı Kehf’i diriltecektir.


Bunun gibi daha bir çok anlatıyı derlemek mümkündür. Kur’an’ın Bakara Suresinin 256 ncı ayetinde yüz sene eşeği ile çöken bir yapının altında kalan ve daha sonra dirilen bir adamdan bahsedilir. Eshab-ı Kehf’in nasıl olur da hiç bozulmadan üç yüz yıl mağarada kaldığı, olayın gerçek olup olmadığı tartışılmıştır.


Zaman içinde yolculuk yapmak artık bilim çevrelerinde de çok tartışılan konulardandır. Gençler mağara içinde manyetik bir çekimin etkisi ile uykuya dalmışlar ve zaman içinde bir sıçrama yapmış olmalıdırlar. Eskinin bir çok efsanesinde mağaraların bu çeşit yolculuklar için çok müsait yerler olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.


Heredot , İskit rahibi olan Zalmoxis’in yer altında üç yıl boyunca yaşadığını; müritlerinin ondan ümidi iyice kesip yas tutmaya başladıkları dördüncü sene ortaya çıktığını anlatmaktadır ( Tarih IV:95 ). Gılgameş destanında da güneşin hareketine bağlı olarak bir perde ile kapatılmış ağzı olan Meşu Dağından bahsedilir. Eski Hindu, Türk ve Moğol destanlarında mağara ve yer altlarında zamanın bir su gibi hızla aktığı kabul edilmektedir.


1382 yılında İsviçre’de bir kış mevsimi evinde uyuyan Olaf Bjornson ilkbaharda, tabiat uyanırken uyanmıştır. Kendisinin yıllar önce kaybolduğuna inanan insanlarla karşılaştığında Olaf önceleri olanlara bir alam verememiştir. Çevresindeki insanlardan evi ile birlikte sekiz yıl kadar önce gözden kaybolduğunu öğrenmiştir. Gene bir kış günü Olaf evi ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Sekiz yıl son hiç ihtiyarlamadan yeniden uyanan Olaf çevresindeki insanların ilgi kaynağı olacaktır. Ev hiç bozulmamış, Olaf genç kalmıştır. Ancak bir gün sonra Olaf ölür ve olay da unutulur.


Almaya’da uykuya dalan bir başka çift Hans Schmidt ve 1723 yılında İngiltere’de Thomas Durst isimli kişiler uyandıklarında üç yıl gibi uzun bir zamanın geçmiş olduğunu görmüşlerdir.
Evliyaların da uzun süreler mağaralarda ibadete daldıkları, yıllarca yanlarına hiç yiyecek almadan dağlarda yaşadıkları anlatılır.


Acaba tüm bu anlattıklarımız Eskilerin bizim bilmediğimiz bilimleri sayesinde zaman içinde ileriye doğru yol alabildiklerinin bir sonucu mudur?

(devam edecek)

aks

5 Şubat 2012 Pazar

YA TUTARSA (2) KAPADOKYA VE DİĞER YER ALTI ŞEHİRLERİ



1960 yılında, Nevşehir’in 30 km.kadar güneyinde yer alan Derinkuyu da, sahibinden kaçan bir tavuğun yerdeki bir deliğe girerek kaybolduğu görülmüştü. Görünüşte hiçte önemli olmayan bu olay, bir dizi gelişmeye yol açtı ve en sonunda, orada muazzam bir yer altı kentinin açığa çıkarılmasıyla noktalandı. Ankara’dan gelen arkeologlar kısa bir süre sonra, Derinkuyu’nun 10 km.ye kadar kuzeyindeki Kaymaklının altında birincisine benzeyen bir diğer yer altı yerleşim merkezi keşfettiler.



Derinkuyu yer altı kentinin bugüne kadar erişilebilen kısmında, 7 ana kat ve 6 ara kat olmak üzere, toplam 13 kattan oluşmaktadır. Derinkuyu yer altı odalarının farklı seviyeleri birbirleriyle dik basamaklar ve dar dehlizler vasıtasıyla bağlanmışlardır. Girişlerde değirmen taşı büyüklüğünde, masif değirmi taşlar bulunmuştur: Sürme kapılar şeklinde çalışan bu yuvarlak taşlar, içerden kolaylıkla yerlerine sürülebilecek ve sürgülenebilecek, fakat dışarıdan gelebilecek herhangi bir sızma hareketine de geçi vermeyecek şekilde yapılmışlardır.



Burada sağlanan barınma imkânları arasında, iki ya da üç odalı olan ve sıra evler gibi yan yana duran aile yaşam üniteleri, sütunlu toplantı holleri, ambarlar, büyük mutfaklar, dinlenme alanları, pazar yerleri ve bir şarap mahzeni de bulunur. Ayrıca, alt katlarda, mezarlar ve kaçış dehlizleri de vardır. Bu ileri seviyeden yerleşim mahalli, yaklaşık 30 bin kişiyi rahatlıkla barındırabilecek kapasitededir.



Yerin altında uzana bu kentin yaratıcılarının maharetini gözler önüne süren iki tertibatta havalandırma ve su sağlama sistemleridir. Elliden fazla havalandırma bacası vasıtasıyla, tüm kentte temiz hava dolaşımı sağlanmaktadır. Bunlardan bazıları, 100 metreden uzundur. Tatlı suya gelince, yedinci kattan 50 metrelik bir derinliğe kadar inen bir kuyu vardır; su, bu kuyudan, bir çıkrık sistemi ile yukarı katlara basılır.



Kaymaklıdaki yeraltı barınak yeri, Derinkuyu’dakine benzer. Kazılar bu güne kadar, Kaymaklı yer altı kentinin 20 bin kişiye hizmet ettiğini ve 60 metre derinliğe kadar inen 10 kattan oluştuğunu ortaya koymuştur. Kaymaklının altındaki site tünellerden oluşmuş bir labirent ile çok uzun kaçış dehlizlerine de sahiptir. Bu ana dehlizlerden çıkan kollar ya dik yamaçlara ya da vadilere açılırlar. Buraları, başka türlü ulaşılmasına imkân olmayan yerlerdir. Yer altı kentinin kendisi, Kapadokya’nın altında 30 km. kadar uzanan iki ayrı ana tünelin kavşak noktasında yer alır. Bu tünellerden biri, Kaymaklıyı Derinkuyu’ya ve öteki de kuzeye doğru ilerleyerek Kapadokya’nın merkezinde yer alan Göremeye bağlar.

Derinkuyu ve Kaymaklı sitelerinin keşiflerinin ardından, Türk arkeologları, Kapadokya’da 10 yer altı kentini daha ortaya çıkarmışlardır. Aslında yetkililerin bu yer altı yerleşim merkezlerinin toplam adedi hakkında şimdilik öne sürdükleri tahmini rakam, otuzaltıyı bulmaktadır.



Nevşehir’in 30 km. kadar kuzey doğusunda yer alan Özkonak da, altında, 9 kilometre karelik bir alanı kaplayan bir kenti barındırmaktadır. Bu devasa yer altı sitesinden 60 bin kişinin yaşamış olduğu sanılmaktadır. Henüz belirli bir kısmından öteye girilebilmiş değildir.



Hepsi de Nevşehir ile Derinkuyu- Kaymaklı bölgesi arasında yer alan Karacaören, Çardak ve Acıgöl’deki yerleşim merkezlerinde hâlihazırda kazılar yürütülmektedir. Gülşehir’in yaklaşık 7 km. Güneybatısında bulunan bir diğer yer altı kentine de, tünellerinden çıkan zehirli gazlarından ötürü girilememektedir.



Yakın zamanlarda, Nevşehir’in batısındaki Tatlarin kasabasının Kale ve Karakaya yörelerinde iki yer altı kenti daha bulunmuştur. Kale yer altı sitesinde geniş bir hole açılan 20 metre uzunluğunda bir dehliz vardır. Bu merkezi holden itibaren, kent, dört bir yana doğru açılmaktadır. Bu kentin ilginç bir özelliği de, Derinkuyu ve Kaymaklıda bulunmayan tuvaletlere burada rastlanmış olmasıdır. Karakaya’daki yer altı sitesine ise girmek mümkün olmamaktadır. Giriş tünellerinin tıkanmış olmasından ötürü,100 metreden ötesine nüfuz edilememektedir.


Üç yer altı kentinin daha yerleri tespit edilmiş olmasına rağmen, henüz buralarda kazı yapılmamıştır. Bu kentler, Mazı, Sığırlı ve Karaköy ün altında uzanmaktadır.



Arkeologlar, Kapadokya’daki tüm yer altı kentlerinin, kilometrelerce uzanan dehlizlerle ve tünellerle irtibatlandırılmış olan devasa bir yer altı şebekesinin düğüm noktalarından ibaret olduğunu belirtmektedir. Acaba bu kentleri, yerin altında kimler oymuşlardır? Bazı arkeologlara göre, bu yer altı sitelerini Hititler, diğerlerine göre de ilk Hıristiyanlar açmışlardı.



Derinkuyu’da Kaymaklıda ve bu tür diğer yerlerde bulunan komple sistemlerin yaratılması için son derece yüksek seviyede bir teknolojinin gerektiği göz önüne alınınca bu görüşlerin her ikisi de çürütülmüş olmaktadır. Bu günün teknolojisiyle dahi altından zor kalkılabilecek olan bu işi, ne Hititlerin ne de ilk Hıristiyanların başarmış olması imkânsızdı. Kapadokya’ya yerleşen Hıristiyanlar bu yer altı kentlerini kullanmış olabilirlerdi. Fakat bu, Kapadokya yer altı tesislerinin orijinal mimar ve mühendislerinin onlar olduğu anlamına gelmez. Yer altı odaları, bunları şu ya da bu şekilde keşfetmiş olan Hıristiyan topluluklarının mezalimden kaçmak için saklandıkları yerler olarak işe yaramış olabilirler. Ancak, Daniken , ‘Kanıtlara Göre’ adlı kitabından bu yer altı sitelerinin, yapılışındaki orijinal amaç olarak ele alındığında bu ‘saklanma yeri’ teorisini nasıl çürüdüğünü, oldukça ikna edici bir şekilde ortaya koymaktadır:

“…uzun bir zaman boyunca meskûn ola bu yeraltı tesislerinin vaktiyle 200 bin kişiyi barındırmakta olduğu sanılmaktadır. Bu kadar kalabalık bir toplum, beslenme ihtiyacını acaba nasıl karşılayabilmişti? Arkeologlar, bu yer altı kentlerinin, zulüm görmekten çekinen Hıristiyanlar tarafından, İ.S. ilk yüzyıllar sırasında oyulduğunu düşünmektedirler. Fakat bu açıklama, bana pek inandırıcı görünmüyor. Zorunlu olarak toprak üstünde tarım ve hayvancılık yapmaları gereken, bu yer altı sakinlerinin beslenmeleri için işlenen tarlalar, yerin altında olamazdı. Çünkü bitkilerin büyümesini sağlayacak olan ışık, yeraltında mevcut değildir. Tarla ve otlakların toprak üstünden olduğunu düşünürsek, bu durumda da, ekilmiş tarlaları ve sürüleri kendilerini ele verecek; düşman, yer altı barınaklarının mevcudiyetini sezecekti. Neticede, bu yer altı kentlerine saklanma söz konusu olduğunda, açlık, yeraltı sakinlerini eninde sonunda dışarı çıkartacağından, düşman için, kentlerin, çıkış yerlerine kamp kurarak onların dışarıya çıkmaklarını ya da açlıktan ölmelerini beklemek yetecek, dövüşmeye bile gerek görülmeyecekti.

Öte yandan, böylesine geniş yer altı kentlerinin oyulması, toprak üstünde çıkarılan taş, topraktan oluşan dağ gibi yığınların ortaya çıkmasına yol açacaktı ki, bu yığınlarda gene düşmanın dikkatini çekecekti. Bu yer altı sitelerinde yaşayanlar herkim olursa olsun, şurası muhakkak ki, bu kentler ani bir mecburiyet karşısından alelacele kazılmış olamazlardı. Çünkü bunların yapım projelerinin etüdü ve gerçekleştirilmesi, onlarca, beklide yüzlerce yıl sürecek bir çalışmayı gerektiriyordu.”

Daniken, eğer Kaymaklı kasabası halkıyla, konuşabilme imkânını bulmuş olsaydı, onların, Kaymaklı yer altı kentinin kurucularına ilişkin olarak anlatacakları inanç, herhalde kendinse çok ilginç gelecekti. 1978 yılında Cumhuriyet gazetesinde Melih Cevdet Anday’ın Kapadokya bölgesiyle ilgili olan ve bir hafta süreyle yayınlanan bir yazı dizisi çıkmıştı ’Kapadokya Yolculuğu’ başlıklı bu dizinin dördüncü yazısında, Anday Derinkuyu ve Kaymaklıdaki yer altı kentlerini tanımlıyor ve en sonunda da Kaymaklı halkı arasında yaygın olan söz konusu inanca değiniyordu: “Konu gerçekten çok düşündürücüdür. Bu yüzden olacak kasabada yer altı kentinin yıldızlardan gelen bir takım, yaratıkların yaptıkları söylentisi yaygın duruma gelmiştir. Acaba arada bir gene gökyüzünden inip bize görünmeden Kaymaklı yer altı kentine giriyor mu bu yaratıklar? Fakat neden orayı seçtiler?”



Yukarıda paylaştığım bilgiler kendilerine Bilim Araştırma Grubu diyen bir grubun anlatılarından alınmıştır. Hikaye ilerledikçe bu grubun anlatılarına yeniden geri döneceğiz. Bilim Araştırma Grubunun, 1977 ile 1984 yılları arasında İstanbul’da etkinlik göstermiş ruhçu grup olduğu bilinmektedir.



Şimdi yine benzer başka bir grubun anlatılarından alınan bilgilerle devam edelim.



Dünyanın pek çok yerinde bu şekilde yer altı tünelleri ve şehirler bulunmaktadır. Güney Amerika'da, Ekvador, Peru, Bolivya civarında eski İnka uygarlığından kalma pek çok tünel olduğu söylenir.



İspanyol yağmacılarından en önemlisi olan Pizarro'nun ordusundaki bir asker-rahip olan Cieza de Leon son İnka imparatoru olan Atahiualpa'nın, Pizarro tarafından öldürülmesinden dört beş yıl sonra yazdığı notlarda, İnkaların, İspanyol soygununda korkarak hazinelerini bugün dahi bulunamamış olan gizli yerlere taşıdıklarını yazar. Bu gizli yerler dağların altına oyulmuş olan tünel sistemleriydi. Bu fikri İngiliz arkeologu Harold Wilkins'inde bulunduğu pek çok bilim adamı desteklemektedir.



Güney Amerika'daki tünel sistemleri çok fazladır ve sadece İnka ülkesinde değillerdir. En fazla bilineni, Lima'yı, Peru'nun eski başkenti olan Cuzco'ya bağlayan ve daha sonra da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel şebekesidir. Eski belgelere göre bu tünellerde çok zengin kral mezarı vardır.



İnkalar bu tünelleri biliyor ve kullanıyor olsalarda ilk inşaatçılarının kimler olduğunu onlar da bilmiyorlardı. Güney Amerika'dan sonra Kuzey Amerika California ve Virginia'da tünel sistemleri vardır.



En ilginç sistemlerden bir tanesi Hawai'de olduğu söylenendir. Buradaki tünel sistemlerinin bazı adaları birbirine bağladığı iddia edilir. İpek Yolu belgeselinin bir bölümünde Asya'nın altı sonradan sulama kanalı haline getirilmiş tünel sistemleri ile örümcek ağı gibi oyulmuştur.



Tünellere Akdeniz bölgesinde de rastlanır. Malta'da 50 metrelik bir bölümüne girilmiş olan Malta Tüneli, Cebelitarık boğazının altından geçip, İberik yarım adası ve Fas'ı birleştirdiği söylenir. Avrupa'da sadece bu tünelin girişinin olduğu bölgede maymunlar yaşar ve bu maymunların tünel yardımı ile Afrika'dan Avrupa'ya geçtikleri söylenir.



Ayrıca İsveç ve Çekoslavakya'da bilinen tünel sistemleri vardır. Tibet Lamaları Tibetten, Güney Amerikaya'ya giden tüneller olduğunu iddia ederler.



1944'de bir Amerikan dergisinin Ekvador muhabiri olan John Sheppard, Kolombiya sınırında elinde dua değirmeni ile meditasyon yapan tipik bir Tibet rahibi gördüğünü yazar. İddiaya göre bu adam 13. Dalay Lama'dır. 1933'te öldüğü iddia edilen bu kişinin mezarı boştur ve Tibet rahipleri onun ölmeyip, Budizmi benimsemeden önceki yaşamı olan Güney Amerika'ya döndüğünü ve bu iş için tünelleri kullandığını söylerler.



Güney Amerika'daki tünel sistemleri bildiğimiz kadarıyla en son inceleyen kimse Erich Von Daniken'dir. Daniken "Ausstat und Kosmos!" isimli kitabının hemen hemen tamamında Güney Amerika mağaralarından bahseder.



Ekvador Cumhuriyetindeki mağaralar Arjantin uyruklu ve Macaristan doğumlu Juan Mariez tarafından keşfedilmiş ve kendi adına tapusu alınmıştır.



Daniken bu mağaraları 1972'de gezer. Mağaralara dağdaki bir oyuktan girilir. İlk önce 80 metre kadar iple yapılmış bir asansörden diklemesine inildikten sonra sonsuz bir tünel sistemine girilir. Bazıları dar, bazıları geniş olan tünellerden Daniken'in gördüğü hepsi köşelidir. Duvarları dümdüz ve her yanı cam gibi bir maddeyle kaplıdır. İçeride manyetik etki çok güçlüdür ve pusulalar çalışmaz. Daniken girdiği dev bir salondan bahseder. Bu salonda masa, sandalye benzeri olan ve hangi maddeden yapıldığı belli olmayan eşyalar vardır.






Salonun taban ölçüsü 110 x 130 metreye ve bu ölçü Teotihuacan'daki piramidin taban ölçüsü ile aynıdır.



Teotihuacan (ya da okunuşuyla Teotihuakan) günümüzde Kolomb-öncesi K.Amerika’nın en ünlü kenti olarak kabul edilmektedir. Kimler tarafından kurulduğu ve niçin aniden terkedildiği halen açıklığa kavuşmamış bu kadim metropolun kuruluş tarihi hakkında da farklı görüşler ileri sürülmektedir. Kentten söz eden -hiyeroglifik olmayan- hiçbir metin ve belge bulunmamaktadır.



Bu salonda bulunan buluntular M.Ö. 9000 ile 4000 yıllarında bile mevcut olduğunu göstermektedir. Bazı duvarlarda da inşaatçılardan binlerce yıl sonra gelen ilkel insanlarca yapılmış olan dinazor benzeri hayvan çizimleri vardır. Tünellerden bir çok altın ve eşyada çıkarılmıştır. Bu altın levhalarda deşifre edilmemeiş bir alfabe ile yazılmış olan yazılar da vardır.



Daniken burada gördüğü bir altın küre üzerinde çok fazla durmakta ve kürenin uzaylılarla ilgili olduğunu iddia etmektedir ve işin en ilginç yanı da aynı kürenin gerek boyut gerekse üzerindeki yazı ve resimlerle tıpatıp benzeri olan bir taş küreyi de İstanbul Arkeoloji müzesinde gördüğünü ve bu kürenin tasnif edilmemiş eşyalar arasında olduğunu yazmıştır.



Peki ama bu tünellerin ilk inşaatçıları gerçekte kimdir ve bu tüneller neye hizmet etmektedir?



(devam edecek)
AKS