30 Eylül 2011 Cuma

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 2


Dün söze başlarken , bu güzel oluşumun öncüsünün değerli mezunumuz Yavuz Oran olduğunu söylemiştik. İnsanları bir araya getirmek, hele ki bir oluşuma dahil edip, bir düşüncenin peşine takmak öyle kolay bir iş değildir. Ama aramızda elini değdiği her işi mucizevi bir şekilde ayağa kaldıran Yavuz Bey gibi kişiler olduğu sürece, bizler daha nice güzel oluşumların altına okulumuzun adını yazdırarak, imzamızı atacağız.

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan ormanımızın bugüne gelmesinde emeği geçen değerli mezunlarımıza sözü bırakıyorum. Evet Abdullah Gürgün sordu, Yavuz Oran cevapladı.

ACL ORMANI'NIN ÖYKÜSÜ / YANAN BİR ORMANIN DİRİLİŞİ


Abdullah Gürgün :
Bu işe ne zaman, NEDEN giriştin ve ormanı gerçekleştirmek için neler yaptın/yapıyorsun? Şirince yangını ne zaman oldu? Şimdi kaç fidan var? Hedef 20 bin fidan mı yoksa sonra yine devam mı?


Dışardan kolay gibi görünüyor ama biraz bürokratik zorluklar da var gibi. Şimdi senin ACL ormanı gerçekleştirme deneyiminden yola çıkarsak başka okullar da bizi örnek alıp orman yapmaya kalksalar nasıl ve nereden başlasınlar, önerilerin, tavsiyelerin neler olabilir?

Yavuz Oran :

Yaz hafta sonlarını İzmir civarında sahillerde,  tarihi ya da turistik yerlerde geçiririz genellikle.  2008 Yılı Temmuzunun ilk haftasında bir cuma akşamından yola koyulup Kuşadası’ndaki yazlığında, annemi ziyarete  gitmiştik.  Akşam sofrasında söz döndü dolaştı Şirince’ye geldi. Yıllardır İzmir’de yaşıyor olmama rağmen, 1980’lı yılların sonunda  ancak bir kez görebildiğim, çok daha gelişip güzelleştiğini duyduğum halde bir daha gidemediğim gerçekten de adı gibi şipşirin bir köydü Şirince.  Hemen ertesi gün Şirince’ye gitmek hepimize uygun geldi.  Sabah erkenden yola koyulduk.  Köye girdiğimiz andan itibaren de gördüklerimize inanamadık.  Sanki bütün köy, bir elden çıkmış gibi yeniden düzenlenmiş, yolları doğal parke taşlarla kaplanmış, köy meydanına çıkan eski evlerin bulunduğu yol yerel giysi ve yiyecekler ile hediyeliklerin satıldığı turistik işyerleri ile şarap evlerinden oluşan capcanlı bir çarşıya dönüşmüştü. Ayrıca, çok sayıda çay bahçesi ve lokanta da açılmıştı. Ortalık yerli ve yabancı turist kaynıyordu. Oraya girelim, buraya bakalım, şurayı da görelim şurada da nar suyu içelim diyerek iki ikibuçuk saat içinde gezmedik sokak, görmedik yer, tatmadık şarap bırakmamacasına, bütün köyün altını üstüne getirdik. Köy meydanının orta yerine gelip, muhtarlığın yanındaki köy kahvesine oturduğumuzda yorgun ama çok mutluyduk. Kahvelerimizi yudumlarken, tam karşımızdaki ormana takıldı gözlerimiz. Art arda dizilmiş gibi duran tepe silüetlerinin dalgalandırdığı yemyeşil örtü büyüleyici güzellikteydi. Sağımızdaki sırtlara vuran akşam güneşi ile oluşan benzersiz görüntünün, seyrine doyulmaz anlarına tanıklık ediyorduk sanki. Tanımsız güzellikte, harika duygular yaratan, insanın ruhunu temizleyen, muhteşem bir yerdi Şirince..

Aradan bir hafta geçmemişti ki, (11 Temmuz 2008 günü saat 16.30 sularında) bütün radyo ve televizyonlar normal yayınlarını kesip, yüreklerimizi de yakan şu haberi vermeye başladılar : “İzmir’in tarihi ve turistik Selçuk İlçesi’ne bağlı Belevi beldesi yakınlarındaki Pranga mevkiindeki makilik alanda sat 16.00 sularında yangın çıktı.

Rüzgarın da etkisiyle zeytinlik ve çam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alana ulaşan yangına, Selçuk Belediyesi İtfaiye ekipleri ile Selçuk Orman İşletme Müdürlüğüne ait arazözler ve çevre ilçe belediyelerinden gönderilen araçlarla müdahale edildi. Şiddetli rüzgarın etkisiyle kısa zamanda büyüyen alevlerin 40 - 50 hektarlık alanda etkili olduğu, ancak bu alanın ne kadarının orman, ne kadarının otluk ve tarım arazisi olduğunun henüz belirlenemediği bildirildi. Yangının, rüzgarın yön değiştirmesi sonucu turistik Şirince Köyü’ne yöneldiği, yoğun duman altında kalan köy sakinlerinin ve turistlerin panik ve korku yaşadıkları ifade edildi. Yangına 30 arazöz, 7 yer ekibi, 300 orman işçisi, 7 dozer, 7 helikopter müdahale ederken, söndürme çalışmaları için hazır bekleyen 5 uçak ise rüzgar nedeniyle devreye sokulamadı. Şirince köyünde, hoparlörlerle yapılan anonslarla vatandaşlar, kova ve küreklerini alarak, söndürme çalışmalarına destek vermeye çağrıldı ve bunun yasal zorunluluk olduğu hatırlatıldı.

Yangının, üç kişinin eskimiş şeftali kasalarını yakması sırasında, makilik alana sıçrayan kıvılcımlardan çıktığı belirlendi. Kimlikleri saptanan bu kişilerin arandığı da aktarıldı.  Giderek Şirince köyü yakınındaki “Matematik köyü” ne kadar ulaşan alevlerin güçlükle söndürüldüğü, köyün yangından etkilenmemesi yönünde yoğun çaba harcandığı bildirildi”.
Bir anda, hiç de yabancısı olmadığım, 40 -50  yıllık kızılçamlardan göğe yükselen alevlerin, kapkara toprakların orasında burasında adeta yerden tüten  mavi dumanların ve iskeleti kalmış ağaçlardan oluşan koskoca ağaç mezarlıklarının o berbat görüntüsü gözümün önünde beliriverdi. Ertesi gün, Şirince’de toplam 700 Dekar ormanlık ve makilik alanın kül olduğunu acı içinde öğrendik. O yemyeşil denizden eser kalmamıştı !..  İnanılmaz etkilenmiştim.     

Sonraki bir haftayı da yurdun çeşitli yerlerindeki orman yangını haberleri ile geçirdikten sonra, gene Kuşadası’ndaki yazlığa gittiğimizde ve Selçuk’tan geçerken, hep Şirince yangınından söz edip durduk. Yeni hafta da orman yangını haberleri ile başlayınca, birdenbire, “bir şeyler yapılıp yapılamayacağı” aklımdan hiç çıkmaz oldu. Geç ve güç de olsa, o manzara geri getirilmeliydi mutlaka.  Birilerinin açtığı bir kampanyaya katılabilir ve katkı sağlayabilir miydim örneğin ?

Aradan birkaç gün geçtikten sonra yaz tatile çıktık.  Antalya Serik’e doğru yaklaştığımızda, kilometrelerce uzaktan görünen ve yaklaştıkça siyahlı grili duman bulutlarının bütün gökyüzünü sardığı bir başka orman yangını ile karşılaştık.  Bulunduğumuz yerin karşısına gelen dağın etekleri ile yanındaki tepede, bu tepenin arkasında, sağında ve  solunda kalan tepelerdeki ağaçlardan alevler yükseliyordu. Birileri, gördüğümüz bütün tepeleri aynı anda sabote etmişti sanki. Kimbilir oralarda da ne Şirince’ler vardı ? 


Tatil  dönüşü ilk işim, Çevre ve Orman Bakanlığı ve Tema başta olmak üzere ağaçlandırma ya da orman tesisi ile ilgili kurum ve kuruluşları araştırıp soruşturmak oldu.  İlk bakışta, bir orman yaratmanın çok masraflı  ve uzun vadeli bir iş olduğunu, bu nedenle yangın söndürme uçağı ya da helikopteri sayısını artırarak eldeki hazır ormanları korumanın daha akılcı olacağı inancına kapıldım. Biraz daha araştırınca, daha önce yapılması gereken işin havai elektrik hatlarına çare bulmanın, bir mercek gibi iş görüp otları tutuşturan  kırık şişe diplerini toplamanın, gereksiz yere anız yakmanın, arabalardan atılan izmaritlerin, bilinçsizce kesilen fidan ve dalların, otlatılan hayvanların ya da çam tırtıllarının yarattığı katliamı engellemenin çok daha kısa vadeli ve ucuz bir yol kanısına vardım. Ama, ortaokullarda seçimlik olarak okutulan Orman dersinin dahi kaldırıldığını, bu yöndeki eğitimlerin Bakanlık düzeyinde bile eskimiş afiş ve broşürlerde kaldığını öğrenmem de uzun sürmedi. Vardığım son nokta ise şuydu : Aslında bakımı yapılan bütün ormanlarda rutin işlerdi bunlar ve aslında ağacı ya da ormanı sevmenin de korumanın da en etkin yolunun ağaç dikmek idi.  Ağaç diken kişi, çok az da olsa bir “orman bilinci” ediniyordu. Bu arada orman bağışçılarının dikili bir ağacım olsun, üstünde de bir isim etiketim bulunsun gibi bomboş fantezilere saplanacak kadar bilinçsiz olduklarını fark ettim. Aslında soruna böyle bir mantık ile yaklaşan ve bağışcı olduğu kanısı içinde kendi kendine bir onur ya da mutluluk payesi çıkartan o kişiler, ”etiketlerin üretilmesi, bir fidana asılması, korunması..” gibi  (kaynak, zaman ve para israfından öteye geçmeyen) ne denli gereksiz ve anlamsız bir gösteriş takıntıları içine sıkışıp kaldıklarının bilincinde  değillerdi. Her ağaca bir minik plaket iliştirilmesi bedelinin vardığı nokta, bir orman bedelinin 1/10’una kadar ulaşabiliyordu. (Bir plaket 35 kuruş, bir fidan 4 TL). Diğer bir anlatımla, her ağaca bir bağışçının ismini asmak için kaynak, zaman ve emek harcamak yerine, bu nedenle ayıracağımız toplam tutar ile dikeceğimiz ağaç sayısını 10 yerine 11’e çıkartabilirdik. Ayrıca, tek başımıza 3 - 5  ya da 100 ağaç dikmek yerine, birleşerek örneğin 1000 ağaç diktiğimizde daha bir elle tutulur ve gözle görülür bir eserin bir parçası olduğumuzu hissedebilir ve birlikte hareket ettiğimiz kişiler ile paylaştığımız aidiyet duygusu nedeniyle de daha fazla tatmin sağlayabilirdik. Bu, bilinçlenme sürecini de olumlu etkilerdi..   


Bir süre sonra, hemen her gün özellikle internet ortamına girerek, ne aradığını bilmez bir şekilde, umutsuz, kararsız ve sanki içgüdüsel bir araştırma sürecinin içinde buldum kendimi.  Derken,  bilmem gereken ama hiç bilmediğim, aklıma gelmeyen ya da aklıma takılan çok sayıda sorunun yanıtına da ulaşmaya başladım ;  Fidanların hepsi dikiliyor muydu? Dikilen her fidan tutuyor muydu? Sulama ve çapalama yapılıyor muydu ? Sorular sonsuz, yanıtlar ise çok sınırlıydı. Ayrıca örneğin, her bağışçının, mutlaka kendi fidanının gelişimini görmek gibi bir önyargısı ya da takıntısı vardı. Ama bağışçının, kendi adlarına gerçekten fidan dikilip dikilmediğini,  dikilen her bir fidan için gerekli (sulama, çapalama gibi) bakımların yapılıp yapılmadığını bilme olanağıı yoktu.  Bir başka örnek ise TEMA Vakfı’nın ulusal bir kanalda açtığı meşelendirme kampanyasına asgari 5 TL’den başlayan KISA MESAJ bağışında bulunan ve hatta art arda 10 kısa mesaj gönderen iyiniyetli yurttaşın, ödediği her kuruşun önemli bir kısmının GSM operatörlerine gittiğini ve bunun ne anlama geldiğini bilmemesi idi.    


Giderek, her fidanı kendi ellerimle tek tek dikmediğim taktirde amacıma ulaşamayacakmışım gibi garip bir duyguya da kapılır olmuştum. Belki en doğrusu bir vakıf ya da dernek kurup kendi işimi kendim görmemdi.  Giderek, her geçen gün ilgimi yitirerek tam da olağan iş ve uğraşılarıma dönmüştüm ki,  2008 yılı Eylül ayının ilk haftası içinde hiç ummadığım bir sürpriz ile karşılaştım. Yoğun geçen bir öğleden sonranın ardından, randevu öngörmediğim bir saate büromun kapısı çalındı. Sekreterim, bir vakıftan geldiklerini söyleyen iki kişinin 2-3 dakikalık bir görüşme talep ettiklerini bildirdi.  20’li yaşlarında, şirin mi şirin, güleryüzlü 2 genç kız ! Ege Orman Vakfı’nda geliyorlardı. Bir solukta, yeterince aydınlatıcı ve inandırıcı tablet cümlelerle Vakfı, amaçlarını, gerçekleştirdikleri uygulamaları ve hedeflerini anlattılar. Bir fidan 4 TL  idi. Dilediğim kadar bağışta bulunabilirdim. Hatta istersem, 1000 fidanlık bir bağış yaparak kendi adımı taşıyacak bir koru ya da 4000 fidanlık Orman sahibi olabilirdim. Harita üzerindeki alanlardan dilediğimi seçebilirdim. Üstelik, ağaçlandırma alanları içinde Şirince  de vardı !  Diktiğim her fidanı yerinde görme olanağım olacaktı. Daha da iyisi, her fidanımın 5 yıl süre boyunca bakımı (ve tutmayan fidanların yerine yenilerinin dikilmesi de) bağış ücretinin içindeydi. Kaç liralık bağış yapmak isterdim ?  Düşünmek için süre istedim. Talep ettiğim zaman yeniden gelebileceklerdi. 


Bıraktıkları kitapçığı, internet sitelerini, referans listesinde adı geçen dostlarımı, yetinmeyip İzmir’deki gazeteci arkadaşlarımı, (İzmir Barosu’na da bir orman kurduklarını gördüğümden) Baro müdürünü de arayarak ayrıntılı bilgi aldım; Ege Orman Vakfı’nın ağaçlandırma başarısı % 100 gözüküyordu !  Bir anda tereddütlerimin tamamı ortadan kalkmıştı. İstediğim gibi mükemmel bir çözüme kavuşmuştum.



Koru da değil,  bir orman kurmalıydım ama ödemem gereken tutar az buz bir para değildi. Akşam oğlum ve eşime de konuyu açtığımda, harika tepkiler aldım : “Elbette koru değil orman olmalıydı da evet, az para değildi. Ayrıca aylardır kafama taktığım, çılgınca gönül verdiğim bu ağaçlandırma işi bir ormana dönüşecekse, o ormana mutlaka Yavuz ORAN adı verilmeliydi.  Oğluma kalırsa, o zaten 10 – 15 yıl içinde kendi adına bir orman kurabilirdi..”  Oysa, kafamdaki asıl sorun ormanın adı değil, fidanların parasının nasıl ödeneceği idi ! Peşin ödeme yapma olanağım olmadığı gibi, taahhütlere itibar edip levha asmıyorlardı. Taksitle ödeme yapamayacaktım..  “Orman bağışına ayırabileceğim birikimimin üstüne her ay bir şeyler koysam, sonraki aylarda karşılaşacağım acil bir durumda harcayıveririm” diye korkuyordum. 

(Devam edecek)

Abdullah Gürgün - Yavuz Oran

29 Eylül 2011 Perşembe

YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET ÇOCUKLARININ ORMANI BİR YAŞINDA - 1

Bazen bir durumu, duyguyu ya da düşünceyi anlayabilmek için onunla ilgili bir tecrübe edinmek ya da durumu içselleştirebilmek gerekir. Yani bir çeşit kendini olay kahramanının yerine koymayı gerektirir bu, olayın ya da durumun kahramanı bir insansa bu herbirimiz için zor bir uygulama değildir aslında. Peki ya kahramanımız bir insan değil de bir ağaç ise?

Üniversite yıllarında bir tiyatro grubuna katılmıştım. Hemen her gün yaptığımız çalışmalarda, tecrübesiz bizlerin bu sanatı icraa edebilmesi için, hem sahnede duruşumuzu düzeltmemiz, hem de canlandıracağımız kahramanları az önce bahsettiğim şekilde içselleştirebilmemiz gerekmekteydi. Bunu yapabilmenin en uygun yoluda “doğaçlama” dediğimiz çalışmaydı Yönetmenimiz herhangi bir canlının duygu durumunu bize kelimelerle ifade ediyor. Biz de herhangi bir metine bağlı olmadan, dilersek sesli, dilersek sessiz sahnede bunu tek başımıza canlandırmaya çalışıyorduk. Benim en keyif aldığım çalışma buydu açıkçası.

Yönetmenimiz bir gün bizden büyüyen bir ağacı canlandırmamızı istemişti. Dediğim gibi canlandırma bir insan için yapılacak olsaydı, kolaydı, ancak kendini bir ağacın, yerine koymak gerçekten zordu. Bir ağaç olmak zordu belkide, hiç birimiz o ana kadar bunun farkında bile değildik. Düşünmek zorunda kalmıştık ki ağaç bir canlıydı, aynı insanoğlu kadar zor büyüyordu. Aklımıza ağacın hayatımıza kattığı faydalardan başkası gelmiyordu zaten. Ağaç “iyidir”den öte biriktirdiğimiz bir duygu ya da düşünce olmamıştı o ana kadar. Bunun “Ben ağaç gördüm” cümlesi kadar içi boştu aslında. Bir ağaç başka bir canlıyı ya da doğayı yok etmiyordu, ama biz ediyorduk. Hepimiz sırayla sahnede kendimizce bir ağaç olduk. Keşke bizim sahnede kaldığımız süre kadar kısa bir sürede büyüyebilseydi ağaçlar. Tam çalışma sona erdi sanıyorduk ki, yönetmenimiz bu defa yanan bir ağaç olmamızı istediğini söyledi. Ağaç olmak zaten yeterince zordu, yanan bir ağaç olmak daha zor. Var olmak ve yok olmak. Ağaçlar belki doğada kendi düzenleri içinde bir şekilde var olmayı başarabiliyorlarsa da, kendi kendilerine yanmıyorlardı ki.. Bir yandan sahnede bunu nasıl canlandıracağımızı düşünüyor, bir yandan da yanarak yok olan bir ağacın ne demek olduğunu düşünüyorduk. Yanmak ne kötü bir duyguydu. Var olmak hikayesini canlandırdığımızda içimizde oluşan pozitif duygulardan eser kalmamıştı. Artık hepimizin canı yanıyordu. Yanıyorduk.

O günden beri ne zaman bir orman yangını haberi duysam, aklıma o gün düşündüğüm ve hisettiğim şeyler gelir. Kim bilir belkide orman yangıları ile başedebilmek için, milletçek biraz doğaçlama yapmamız gerek diye düşünürüm. Elbette hayata geçmesi çok umutsuz gözüken bu düşüncem, belkide okullarda var olan drama derslerinde uygulanabilir. Geleceğimiz çocuklarımıza, geleceğimizin garantisi ormanlarımızı korumayı öğretmek için, bir ağaçla empati kurmayı öğretebiliriz belkide bu şekilde kimbilir? “Ağaç yaşken eğilir” diyen atalarımız yanılmış olamazlar.

Böyle bir uygulama ile ormanlarımızın ve çocuklarımızın geleceğini garanti altına almayı başarsak bile, bugüne değin yok olan ormanların boşluğunu telafi etmek yine de mümkün olmayacaktır elbette. O halde “eğitim şart” felsefesinin, yanında bir de kaybolan değerlerin yeniden var edilmesini de eklemek gerekir bu durumda. Korumak ve yeniden var etmek.

Sadece seksensekiz yaşını doldurmasına haftalar kalan Cumhuriyetimiz boyunca bile bu ülkede yok olan ormanları yeniden var etmek bile, bu ülkeye ve dünyaya yapılacak en büyük iyilik olacaktır herhalde. Cumhuriyetin çocukları olan bizler bu ülkeyi kuranların bıraktığı emanate ormanların da dahil olduğunu aklımızdan çıkarmadan, bir yandan yeni nesillerin ağaçlarla sadece bir canlı oldukları için bile empati kurmalarını sağlarken, öte yandan, ülkemize ve insanlığa karşı üzerimize düşen ödevleri de yerine getirmek zorundayız diye düşünüyorum.

Adını Cumhuriyetimizden alan bir okuldan mezun olmakla her zaman onur duymuşumdur bu yüzden, çünkü bu okul sadece adını Cumhuriyetten almakla kalmamış, yetiştirdiği öğrenci, öğretmen ve mezunları ile daima örmek Cumhuriyet çocukları olmuşlardır. Bundan tam bir yıl önce bu bilinçle oluşturulan ACL Ormanı bunun en önemli ve yaşayan kanıtıdır sanıyorum. Evet 2011 yılında ormanımız Cumhuriyet çocuklarının gönüllü katkıları ve çabaları ile tam bir yaşına basacaktır. Üstelik yanarak yok olan bir şirin, Şirince Ormanının olduğu bölgede..

İnsanlık adına örnek alınacak bu davranışın öncülerinden değerli mezunumuz Yavuz Oran, ormanımızın doğum gününe denk gelen bu günlerde misafirimiz olacak ve bize bu oluşumun hikayesini bir başka değerli mezunumuz Abdullah Gürgün’ün sorularını yanıtlayarak paylaşacaktır.

Karanlık ve soğuk toprağın ısınmasıyla uyanmışo sabah tohum,
Nem kokulu çamurun içinde üşüyerek uyuduğu uzun bir zamandan sonra,
Önce rüya sanarak kıpırdanmış olduğu yerde,
Kıpırdandıkça tenine temas eden sıcaklığın onu daha çok sardığını hissetmiş,
Karşı konulmaz bir heyecana kapılmış yüreği,
Bir an önce bu sıcaklığı yaratan kaynağa ulaşmak istemiş,
Soğuktan korunmak için sımsıkı kapadığıkabuklarını gevşetmeye başlamış
Yine de temkinli hareket ediyormuş,
Yalancı bir bahara kanıp da gökyüzünü görmeden yok olmak değilmiş niyeti
Köklerini uzatmış hafifçe önce, şeffaf ve taze teni değimiş toprağa
Toprak sevgiyle kucaklamış tohumun köklerini..
Bedenindeki bu güven dolu gevşemeden memnun, bu defa dallarını uzatmış toprağa
Uzandıkça hisettiği sıcaklık artmış,
Hisettiği bu mutluluk verici dokunuştan tüm bedeni ile faydalanmak istemiş tohum
Biraz daha yukarı doğru itmiş bedenini
Kökleri sımsıkı bağlı toprağa yükseltmişbaşını
Karşı konulmaz sıcaklığa doğru..
Derken gözleri daha önce hiç görmediği birışıltı hissetmiş
Toprağın giderek aydınlanan ve renklenen yüzünün arasından
Onu çağıran bir melodi gibi büyülenmiş bu aydınlıktan..
Yüreğinde hem korku hem heyecanla yükselen isteğe direnenemiş
Ve hızlıca yükseltmiş başını ışığın geldiği yöne doğru
Karanlığı görmeye alışık gözlerini açamamış ilkin
Güzelliğinden kör olduğunu sanmış bu ateşin
Sonra yavaş yavaş belirmiş gökyüzü
Ve güneşin onu kucaklayan sımsıcak yüzü..

Şimdi hepsi birer fide olan tohumların hikayesiydi bu okuduğunuz satırlar, her biri bir fideye güneş olan mezunlarımızın ormanında hiç bir tohum sahipsiz değil artık. Sizlerde büyük ailemizin ve ormanımızın ortağı olabilirsiniz. Nasıl mı? Gelin önce doğumgünümüzün davetlisi olun, mutluluğumuzu bizimle paylaşın. Bizler 1 Ekim 2011 tarihinde İzmir'de buluşacağız.

08.00...Alsancak İskelesi önünden yola çıkış
09.00...KEÇİKALESİ Tesislerinde KAHVALTI
10.30...ACL ORMANI Alanına GEÇİŞ
11.00...ACL ORMANI 1. Yaş Günü Kutlama Töreni
12.00...EFES ANTİK KENTİ Gezisi
13.30...SELÇUK Meydanı'nda serbest zaman
15.00...MERYEMANA Gezisi
16.30...İzmir'e hareket
17.30...Alsancak İskelesine varış

 ÖZEL OTOBÜS + KAHVALTI + MERYEMANA'ya giriş dahil 30,-TL
Efes antik Kenti için MÜZE KART edinmeyi UNUTMAYINIZ.


Bu hayat ormanında hepinizin, kökleri sımsıkı toprağa sarılmış ve dalları gökyüzüne uzanan sağlıklı ve mutlu bir ağaç, dahası bu topraklarda sizi temsil eden bir ağaç sahibi olarak daima Cumhuriyet güneşinin sımsıcak yüzüyle kalmanız umuduyla.

Doğum günümüze katılamıyosanız yine de üzülmeyin..Yarından itibaren blogumuzdan ormanımızın doğumgünü kutlamaları ve hikayesini takip edebilirsiniz..

Aylin Kosovaeri Şahin

26 Eylül 2011 Pazartesi

GELİŞMEMİŞ ERKEKLER İÇİN GELİŞMİŞ ÇÖZÜMLER

Bekir Coşkun, yazısında Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığından bu yana şehit sayısının 20 kat arttığını söyledi.

Bir başka tespit de son yılarda kadına şiddet olaylarının  tırmandığı, intihar ve tecavüz vakalarının çoğaldığı; azalacağına aksine coştuğudur.

Cümlenin  alternatif  yorumu ‘erkekliğinin gücünü  ancak kadına şiddet uygulayarak gösterebilen sorunlu erkek sayısında  artış  var’ gerçeğidir ki, çok vahimdir.

Kadının şiddete maruz kalması konusu Tayyip beyin hükümet olmasıyla başlamadı elbette.

Çok objektif bakmak ve bu bakışı toleransla yumuşatmak sorumluluğundayım. Böyle bir ayıbın ortadan kalkmasının -uzun vadede erkek eğitimi ve çok yönlü çabalar gerektirmesi nedeniyle-  sabırlı bir bekleme dönemi istediğinin  de bilincindeyim.

Ama…

Dinimizin de  kadına saygıyı ön planda tutan bir öğreti sunduğu düşünülecek olursa, dini inancı kendisine bayrak yaparak iktidar olan bir partinin sayesinde bu güne kadar bu sorunun önemli ölçüde azalmış olması gerekmez miydi?

İlahiyat okullarındaki bunca eğitimin, cuma vaazlarının, din sohbetlerinin ve yüzlerce yayın organının katkısı ile, inançlı erkek çoğunluğunun kadına şiddet konusunu tırmandırmak yerine düşürmesi beklenmez miydi?

Siyasi açıdan bakıldığında da verilmiş sözler, yapıldığı söylenen çalışmalar en azından bir ümit  ışığı yakmaz mıydı?


Demek ki siyasi yöntem de sosyal başarıyı getirmedi.


Şiddete başvurma oranlarında  mikronluk  bir düşüş bile sağlanabilmiş olsaydı, bu  benim başımı ellerimin arasına alıp düşünmeme neden olacak bir dürtü olacaktı.

 Oysa  bırakın çözüme yaklaşmayı, korunaksız kadınlara  tecavüz edenlerin  sayıları her yıl çoğalıyor. Kadınlar sapır sapır intihar ediyor, öldürülüyor, dövülüyor..Şaka değil.

Bir tutam saç için meydan savaşı veren,  şarap içilmiş bardakta su içmekten  korkan, lokmasına  haram etinin kokusunu bile yaklaştırmayan bunca saygılı Müslüman Türk erkeği, camide dua için açtığı eli, evde karısına kızına indirirken, nasıl oluyor da Allahın emrine karşı geliyor olmaktan zerrece korkmuyor? Peygamberinin öğretisini, kaale bile almayabiliyor ?  

O halde; iktidar kurumlarının söyledikleri, örnekledikleri ve icra ettikleri  bir şeylerde büyük bir yanlış var demektir. Bir şekilde yöntem geri tepmiştir.

Başka türlü nasıl izah edilir bilmiyorum.  Ancak varsayabilirim :

      Sanıldığı gibi halkın çoğunluğu Müslüman değildir, Müslüman taklidi yapmaktadır?

      Din doğru anlatılmıyor, halk doğru eğitilmiyordur. En büyük bütçelerden birine sahip olan bakanlık 
      işlevsizdir, bunca din adamı kadrolarını hak etmiyordur.?

       Din, sanıldığı gibi/kadar kadının değerini yüceltmiyor, eşit saymıyordur. Onu küçültüp, egemenliğini erkeğin
       hükmüne veriyordur?.


AKP, seçim öncesi gücünden fevkalade yararlandığı kadınları, seçim sonrası değerlendirmeye almamış ve  hiçbir kilit  göreve getirmemiştir. Erkek kadroların, kadın sorunlarını anlaması, anlatabilmesi mümkün olamamıştır?

Sonuç olarak iktidar kurumları insanı insan yapan özelliklerin işlenmesini, insanın (kadının) yüceltilmesini ve dillerine doladıkları ahlaki değerlerin korunmasını becerememiştir.

Bu  koşullarda, toplumun hala anlamayan – anlayamayan  ve  gelişmemekte ısrarlı erkekleri için  çözüm ancak:

A.) Onları sürüler halinde psikolojik tedavi altına almak olabilir.  Hükümet toplu sünnetlerin yanısıra toplu terapileri de devreye sokabilir.

B.)  Şiddet uygulayan erkeklerin  tamamının  erkeklikleriyle ilgili  sorunları olduğundan, Haydar Dümen’in bilgi kitabı ücretsiz dağıtılabilir. 


C.)  Tecavüzcülerin tecavüz ettikleri kadınla evlendirilmek suretiyle başka kadınlara tecavüz etmeleri önlenebilir. Aile içindeki diğer kadınlara birer koruma verilir.


D.)  Aynı yöntemle, hırsız da ev sahibiyle evlendirilerek, uçan malların aile içinde kalması sağlanır. Adalet de yerine gelmiş olur.


Remide Arsan

BİRAZ DA BENDEN OLSUN

Tatilden döndüğümde posta kutumda çok sayıda posta vardı. Tatil boyunca postalarıma bakamamıştım. Hepsini bir çırpıda okumak mümkün olmadı. Bazılarını hâlâ daha okuyamadım. Yazıların bir kısmı okurken insanı gülümsetiyor. Bazıları hüzünlü, bazıları düşündürücü. Gerçek olan bir şey varsa o da herkes içinden geldiği gibi samimi bir şekilde duygularını döküyor.


Aylin’in sevgi üzerine yazdıklarını okuduktan sonra bir süre bekledim. Sonra bir kez daha okudum. Sevgiyi o kadar güzel anlatmıştı ki. Abdullah’ın buna yapmış olduğu yorum da müthişti. Düşündüm. Acaba Abdullah da böyle makaleler yazmaz mı? Yazarsa bunları okuyanlar da çok olur. Düşünün Abdullah’ın kaleminden çıkan hikâyeler. Eminim onda bunları kâğıda dökecek zengin bir alt yapı vardır.


Remide’nin Fenerbahçe Stadı ile ilgili yazdıkları da daha okurken insanı gülümseten cinstendi. Çok güzel kaleme alınmıştı. Yıllar önce Fransız bir Hocam vardı. Türkiye’de yaşadığı dönemde bizdeki aile yapısında dikkatini çeken bir konudan söz etmişti. Türk erkekleri başa çıkamayacakları konularda hanımları ön plâna çıkarıyorlar demişti. Bu olayda da bu sözler aklıma geldi.


Cem Polatoğlu’nun doğum günü ile ilgili yazdıkları da hüzün verici idi. Hepimiz zaman zaman aynı duyguları yaşarız. Belki de onun yazdıklarında biraz da kendimizi bulmuş  olduk.


Gelelim Gürcan Abisi’ne, o bu camdan yaşamımıza girdi. Günaydın diyerek güne iyi başlamamızı sağladı. Ruhumuzun gıdası ondandı. Kısa zamanda herkesin sevgisini kazandı. Harbi Gazete’nin sesi oldu. Gazetedeki en karizmatik resim de onunki oldu. ACL’nin Sezen Cumhur Önal’ı oldu. Reklam Müdürlüğüne gelince; bu işi çok iyi yapar. Bilgisayarımı açtığımda günlerce özlenen yazarımız geliyor yazısını okuduğumda kimden bahsettiğini ben de merak etmiştim. Remide burada, Aylin burada, Ahmet Sıtkı burada. Bu yazar kim diye düşünmüştüm.


Aylin hepimizi önüne kattı götürüyor. Edebiyat Hocalarımız yazdıklarımızı okusalar şaşırıp kalacaklar. Herkes yüreğinden geldiğince bir şeyler yazıyor. Okuyoruz ve okuduklarımızdan mutlu oluyoruz. Ahmet Sıtkı’nın söylediği gibi artık hepimiz aynı sınıfın öğrencileriyiz. Birlikte kocaman bir aile olduk. Cem’in kutup yıldızına bakması gerekmiyor. En fazla iki karış ötesinde bu camda kocaman bir ailesi var.


Bazen düşünüyorum. Arkadaşlar biz daha önceleri nerelerdeydik? Yoksa bu yaşlara geldiğimiz zaman mı yaşamın değerini anladık? Biliyorum ki burada yazılanları okuyan gençlerimiz de var. Onlara diyorum ki sizler bir araya gelmek için bizler kadar geç kalmayın. Gelin bizleri tanıyın bizlerde sizleri tanıyalım.

Sevgi ile kalın
Bilge Çakır' 67

23 Eylül 2011 Cuma

KUĞULU'DA GÜLER TEYZE


Yolumun üzerindeki Kuğulupark’ a sık sık uğrarım. Bugün uğradığımda Güler Teyze ile tanıştım. Bastonuna dayanarak geldiği Kuğulupark’ ta kuğuları besliyordu. 

- Kuğular sizi tanıyorlar, dedim.

- Evet, dedi. Haftada 3 kez buraya gelir kuğuları, ördekleri, kazları ve güvercinleri beslerim. Eskiden Esat’ta otururdum. Şimdi Batıkent’ ten buraya dostlarımı beslemeye geliyorum. Birazdan kazları besleyeceğim. Taze salatalık aldım. Doğrayıp onlara vereceğim. Uzaktan beni gördüklerinde tezahürat yaparlar, istersen sen de gel izle.
 
Güler teyze kuğuları besledikten sonra parkın dip tarafındaki kazlara yöneldi. Hakikaten kazlar uzaktan Güler teyze’ yi kalabalığın arasından tanıdılar ve hep birlikte yüksek sesle bağırarak sevinçlerini açığa vurdular. Güler teyze de taze salatalıkları bıçağı ile ince parçalara bölüp, eli ile kazlara tek tek yedirdi. Kazlar da birbirleri ile dalaşmadan sunulan salatalıkları Güler tezenin elinden yediler.
Çektiğim fotoğrafları yayınlamak için kendisinden izin aldım. Vedalaşarak parktan ayrıldım.


23.09.2011
Sevgilerimle,
Mehmet Hamurkâroğlu 


FENERBAHÇE STADI ÇİÇEK AÇTI


Gül’ler… Lale’ler… Yasemin’ler… Menekşe’ler… Nilüfer’ler oradaydı.


Kadın ve futbol çok önceden beri yan yana gelmiş iki kelime..
Kadınlar futbol maçlarını seviyor, futbol hakemi olup maç idare ediyor, maç kritikleri yapıyorlar. Yeni doğan bebeklerine takım forması giydiriyorlar.

Benim bir arkadaşım ilk Türk kız futbol takımının kaptanıydı, bir diğer arkadaşım da eski bir futbolcunun  eşidir... Cumartesi günleri, radyosu ve televizyonu  açıktır,  Bir taraftan mutfakta yemeğini yapar bir taraftan da  tüm maçları takip ederek  maç sonuçlarını alır.

 Ne var ki fanatiklik konusunda  erkeklerin garip ötesi tavırlarına yetişmeleri mümkün değil.
Bir keresinde doğum odasının kapısına dev boyutta siyah – beyaz bir kartal  resmi asıldığını görmüştüm. Altında KARTAL bebek doğdu yazıyordu. Kız olsaydı ne olacaktı diye düşünmeden edemedim. Bu isme İYE taksı da yok . Adam herhalde kızına  Kartaliye ismini koyacak kadar ileri gitmezdi !

Buraya kadar hepsi çok normal. Bunlar başka bir şey, İstanbul’un kadın ve çocuklarını tribünlere doldurup maç izletmek bambaşka bir şey tabii.

Tarihte ilk kez, erkek egemen bir toprağı tamamı kadınlardan oluşan bir ordu  istila etti.

Dünyada ve Türkiye’de bir ilk olan uygulama ile Fenerbahçe takımı cezasını, salt kadınlara ve çocuklara oynayarak çekti!

Ceza kavramının  bu şekilde ele alınmasında  bir gariplik  varsa da benim hemcinsler ironiyi hiç  takmadı. Yarası olan gocunsundu.  Girdi sahaya ve takımını aslanlar gibi yüreklendirdi.

Sarı-lacivertli takımın oyuncuları nasıl bir duygu içinde sahaya çıktılar bilemem. Tüm stad, o güne kadar hiç olmamış güzellikte bir çiçek ve sevgi bahçesine dönmüştür eminim.

Espri daha Fenerbahçe stadının isminin değiştirilmesiyle başladı: Şükriye Saraçkızı olarak.. Kadının olduğu yerde her zaman farklı renk, farklı bir nota ve ışık vardır bir kere…

Sonra, ‘Anne tarihe tanık oluyorum’ diye deniz aşırı bir ülkeden görüntülü olarak  beni aradı oğlum.. Ben Fener’in maçını izleyemiyorum ama onun izleyen yüzünü kameradan görebiliyorum.

Birden;  ‘aaaaa bu kadınlar gole  gidilirken  yüzlerini kapatıyorlar’ diye bağırmaya başladı.

Allah Allah.. Biz bu pozisyonlarda gözümüzü dört açarız, bunlar kapatıyor.

Heyecanlanınca biz havaya zıplarız, onlar oturuyor.

Top kaçırınca  küfür ederiz, dövecek adam ararız,  bunlar  saçlarını yolup kendi kendilerini dövüyorlar.

O an tüm hayal gücümle stadyuma ışınlandım.. Kadınlar matinesi olan bir etkinlik gözümün önüne geldi: İddiaya varım, bizim hemcinsler ne yapıp edip içeriye kurabiye, kek ve  zeytinyağlı dolma sokmuşlardır

Al kızım bir tabak da şu yandaki tribündeki kıza götürüver
Anne orası rakip taraf!
Oluversin canım. Kız hamile, canı çekmiştir

Ahh evladıııım. Bu futbolcu çocuk da pek bir terledi. Saçlarından şıpır şıpır damlıyor. Stad  çok rüzgarlı. Üzerlerine bir yelek falan  vermiyorlar mı?

 …..Şimdi şu formaların yakalarını V yerine Y yapsalar bizimkiler  daha yakışıklı görünmez mi?


Ama onların taraftar şapkaları daha büyük. Hem o şeylerden bizde niye yok?
Nelerden annane?
Canım hani döne döne  acaip bir ses çıkarıyor ya.
Sen varsın ya annane, ona gerek yok!
Sus terbiyesiz kız. Bu çok bilmişliği  babandan aldın tabii  

GOOOOOOL!

Gol mü oldu? Kahretsin yine kaçırdım.
Abla, ben sana demiştim sigara böreğini derine koyma bulamayız diye..
Başlıyacağım ama  sigara böreğine, bak gol oldu göremedik.
Olsun, üzülme bir daha atarlar. Ne var bunda kızacak ?

Yaa. Gelinmez bunlarla maça falan. Maç benim neyime.. Ben gidiyorum.
İyi..Giderken  şu çocuğu da bir çişe tutuver.
Off yaaa.

Remide Arsan




YAĞMUR


Yağmurla birlikte çöküyor hüzün...Tek kişilik yalnızlığımda hayatın bana uygun gördüğü kendi başrolümün oyuncusuyum.Issızlığımda öylece oturuyorum ve yağmur bana eşlik ediyor.Çocukluğumu hatırlıyorum.Yıllardır hiç uğramadığım mahalleme,evime, anılarım yağmur olmuş yüreğime dönüyorum. Küçük bir kız çocuğu el sallıyor yağmur damlaları vururken cama uzaklardan...Bekleyişlerin en çok yağmurlu akşamlarda içimi sızlattığını hatırlıyorum.Babamı bekliyorum,annemi bekliyorum ve ben yalın haykırışlarla yalnızlığımı dindirmeyi ümit ediyorum tıpkı yağmurun dindirdiği,dirilttiği doğa gibi....

Olan,biten,bana dair ne varsa içimi dökmek istiyorum yağmura...Artık küçük bir kız çocuğu değilim...Yağmursuzluk en çok o kız çocuğunu özlediğim zamanlarda düşüyor aklıma.Ve ben o kız çocuğunu ne zaman kaybettiğimi anımsamaya çalışıyorum.Yağmur damlaları gibi düşmek istiyorum şehre,ve o küçük kızı özgür bırakmak istiyorum yüreğinin gittiği yere......

22 Eylül 2011 Perşembe

NİYETÇİ


Önünde duran bol köpüklü ve orta şekerli kahveden keyifle bir yudum daha alırken, karşıda seyreden balıkçı teknelerine, sahilde erkenden balık tutmaya gelmiş baba-oğula, çok sevdiği cafede sabahı mutlulukla karşılayan ve birbirleriyle sohbete dalan esnafa bakarak gülümsedi.İç sesini dinleyerek gelmişti bu sene bu sahil kasabasına.Aslında yıllardır hep geldiği ve çocukluğunun geçtiği yerdi bu kasaba.Ne izler bırakmıştı yüreğinde...Hesabı ödedi,ve kalktı.Canı kasabanın en eski ve en bilinen kalesine doğru yürümek istedi.Kale içinin yazları coşkuyla dolan kalabalığını,insan kahkahalarını,öpüşüp koklaşan genç çiftleri,ömürlerinin son baharında, elele, kale içinin deniz tarafında çay içmeye gelen yaşlı çiftleri hatırladı.O zamanlar herkes ve herşey güzeldi diye düşündü.Sonra genç bir kızın gözleriyle geçmişi andığını farkederek içindeki burukluğa rağmen oraya doğru yürümesi gerektiğini idrak etti. İçi acıyordu neden olduğunu bilmeden.Aslında farketmediği,geçmişiyle henüz yüzleşmediğiydi...Oraya gitmeli,hatırlamalı,belki de ağlamalı ve isyanlarını o kalede bırakıp dönmeliydi. Kale kasabanın tam ortasında tüm ihtişamıyla duruyordu.Bulunduğu mesafeden çok uzak değildi.Çantasından i-pod unu çıkardı ve en sevdiği parçayı dinlemeye koyuldu.Una Notte a Napoli diyordu şarkıcı...Napolinin o bohem ve eski havası,balkonlardan sarkan renkli çamaşırlar geldi aklına...Ne çok yer gezmişti ve hala da gezmek istediği yerler vardı.Hiçbir yere ait hissetmiyordu kendini ve bundan zevk alıyordu.Aidiyet duygusunu geliştirmiş olan mecburiyetleri olmasa, o bir gezgindi mesleği gereği aslında.Bedeni ve ruhu hep bir yerlerde seyahatteydi.Şarkı onu Napoliye götürmüş,kaleye nasıl yaklaştığını farkına varamamıştı...

Kalenin geçmişi Bizanslılara kadar uzanıyordu.Osmanlılar döneminde karşı adalardan gelebilecek isyanlara karşı kullanılmıştı.Osmanlı döneminde korsanlara karşı da bir karakol vazifesi yapmış olduğu için,adı Korsan Kalesi olarak da geçmekteydi.Yıllar sonra çevre düzenlemesi yapılmış ve geçmişten bugüne içindeki cafe ve restoranlarıyla yerli yabancı pek çok insana konukluk etmişti.
Kale kapısından içeri girdiğinde adımlarının hızlandığını farketti. Köşede Fethi babanın restoranını gördü, ve oğullarıyla kısa bir sohbete daldı.Fethi baba yıllar önce vefat etmişti.Kasabanın en güzel midye dolmalarını Fethi baba sunardı kendi elleriyle müşterilerine.Deniz mahsüllerinin lezzetini bir gelen bir daha unutmazdı.Öğleden sonra kendisine burada rakı-balık ziyafeti çekmeye karar verdi.Ama önce anılarıyla yüzleşecekti.

Kalenin merdivenlerinde kısa bir süre duraksadı.Nefes nefese kalmıştı.Orta yaşım mı böyle soluklanmama sebep olan,yoksa heyecan mı beni böyle duraksatan diye düşündü.Belki de buruk anılarıyla yüzleşmek üzere olmasıydı o kısa mesafeyi durduran... Ve... nihayet kalenin en yüksek noktasına ulaşmıştı.Surlardan küçük kasabanın muhteşem manzarası,komşu ada Samos tüm güzelliğiyle karşısındaydı.Birkaç adım geriledi.Sol tarafına,orada ağaçların arasına gizlenmiş çay bahçesine bakamıyordu....

Mert,Şan, ve Damlayla koşar adımlarla çıkmışlardı merdivenleri.Çay bahçesine biran evvel ulaşmak ve annelerinin çantalarından aşırdıkları kırmızı Marlboroları tüttürürüp buz gibi biralarını yudumlamak ve sohbet etmek istiyorlardı. -Heyyy Damla! ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden demiş şair,bu acelen ne kızım diye söylenmişti arkadaşına. -Hadi be! demişti arkadaşı...-Nutuk atmayı bırak,zamanımız kısıtlı zaten! İçtiği ilk sigaranın genzini yakan acı tadını buz gibi birasıyla nasıl giderdiğini hatırladı.Nasıl da büyüdüklerini ve rüştlerini ispatladıklarını sanıyorlardı o yaşlarda...Öyle ya, büyük adamlar gibi sigara tüttürüyorlar,onlar gibi kafa çekiyorlardı kendilerince.Henüz 17 yaşındalardı.Hayat hakkında hiçbir fikirleri yoktu ama heyecanları çoktu. Çay bahçesinden içeri girerken gözüne çarpmıştı o . NİYETÇİ......

Güvercinleri,saka kuşları ve tavşanlarıyla bir köşede duruyordu. Aslında gözü tezgahtaki hayvanlardan çok o tertemiz yüze takılmıştı.Uzun boylu,ela gözlü,temiz yüzlü delikanlı yaptığı işle hiçte bağdaşmıyordu.Birbirlerine utangaç bakışlar fırlatmışlardı.Çay bahçesinde arkadaşlarıyla otururken tüm cesaretini toplayarak yanına gitiğini hatırladı.

-Neden bu işi yapıyorsun sen?
-Neden böyle bir soru sorduğunuzu da ben anlamadım.Para kazanmanın helal olanı makbuldur.Yaptığım işte bir tuhaflık görmüyorum.Hem okul paramı çıkartıyorum, hem de insanlara umut dağıtıyorum.
-Bilmem..tatillerini tur rehberliği yaparak, daha eğitici işlerde çalışarak da geçirebilirdin.Çok manasız birşey bu yaptığın...
-Siz beni küçümsüyorsunuz küçük hanım.İstanbul Üniversitesinde Avrupa dillerinde okuyorum, emin olun kendimi yeterince geliştirmişliğim var ve hala da geliştirmeye çalışıyorum.Benimle senli-benli konuşma cesaretini nereden aldığınızı da anlayabilmiş değilim ayrıca.

Utanmıştı.Ve kendine kızmıştı.Hem saçma sapan bir iş yapıyordu bu delikanlı ona göre,hem de ukalalık taslıyordu kendisine.Başını öne eğmiş bunları düşünürken, niyetçinin kendisine yaklaştırdığı beyaz tavşan düşüncelerinden uzaklaştırdı onu.

-Hadi bakalım çektir birtane şu torbadan! Olmasını istediğin bir hayalin,bir dileğin varsa içinden dile.Belki Kuki biliyordur ne dilediğini.
-Kuki kim? Kafa mı buluyorsun sen benle! Zırva şeyler bunlar.Hadi sana kolay gelsin!

Arkadaşlarının yanına gittiğinde, kendi küstahlığından sadist bir zevk aldığını farketti.Böyle ukala insanlara hadleri bildirilmeliydi. Niyetçiymiş!! Aptalın biriydi işte. Damla ve diğerleri kendisiyle dalga geçerken, niyetçinin ona kaçamak bakışlar fırlattığını gördü.Kalbi neden hızla atıyordu ki? Neden yüzünü al basmıştı? Anlam veremiyordu ve içi daralmıştı.Kalkmak istediğini söyledi diğerlerine ve eve gitti.

Sonraki günler,niyetçi Serdarla büyük aşklarının başlangıcı olacaktı.Hiç kimseye bundan söz etmemeye karar verdi.Küçümsenmek istemiyordu.Prestij ve kalite o yaşlarda çok önemliydi. Kale artık eviydi.Kaledeki çay bahçeleri ise gizli mekanları. Serdarın kendisine tatil ilan ettiği günlerde gün batımını surlardan izlerler gelecekten bahsederlerdi. İlginç ve bir o kadar da duyarlı bir çocuktu Serdar.Ne kadar çok şey öğretmişti ona...Sonbaharda üniversite sınavlarına hazırlanacaktı. Serdar'dan cesaret alıyor, İstanbula gitme hayalleri kuruyordu. Tercüman olmak istiyordu.İstanbulun en iyi üniversitesinde konuyla ilgili eğitim almak ve sonra dünyaya açılmak istiyordu.O yaşlarda kafasına koymuştu gezgin olmayı,olabildiğince dış dünyalara açılabilmeyi,ve keşif duygusunu yaşamayı...

Zaman ne kadar da çabuk geçiyordu.Tatilin son günleri ikisine de garip bir hüzün çökmüştü. Son akşam doğum günüydü.18 yaşına basıyordu.Artık o rüştünü ispatlamış bir genç kız olacaktı.Ama bu bile onu mutlu kılamıyordu çünkü Serdarla aralarına mesafeler girecekti. Niyetçi tezgahına vardığında, hüznün çevrelediği ela gözler yüreğini deldi geçti.Sımsıkı kucakladı onu Serdar.

-Gözlerini kapat lütfen!
-Offf yapma bana bunu! Neden ki? Ne yapacaksın?
-Ya kızım rahat dur bir! Dediğimi yap işte.
-Peki...
-Tamam,şimdi açabilirsin.

Gözlerini açtığında Kukinin ağzından sallanan kalp kolyeyi gördü. Gözleri dolmuştu.Çerçevenin içinde Serdarın gülen gözleri ona bakıyordu. Parmaklarının bu hüzünlü hatıranın kendisine bıraktığı mirasta gezindiğini fark etti birden.Serdarın resmini okşadı.Gözlerinden gelen yaşlara hakim olamıyordu artık.

Tüm sene boyunca mektuplaşmışlardı.Mümkün olduğunca çok telefon açıyordu Serdar ona.Sınavla ilgili cesaret veriyor, kendisini iyi hissetmesine sebep oluyordu. Hatıra kutusunda Serdar'ın ona sınavlardan sonra açması için söz verdirttiği minik niyet kağıdına öylece bakıyor,Serdarı çok özlediği zamanlarda gidip onu açmamak için kendisini zor tutuyordu.Ama söz vermişti sevdiğine...sınavlardan sonra kağıdı okuyacaktı...

Nisan ayının ortalarında Serdardan haber kesildi.Artık ne mektup geliyor ne de telefon açıyordu.Sırra kadem basmıştı delikanlı.Öfkeleniyordu...Unuttu işte beni...diye düşünüyordu.Başka birini buldu ve unuttu.Zaten gözden uzak olan gönülden de ıraktır... Yine de gururu öfkesini yenmiş,bir kaç mektup göndermişti. Hiçbirine cevap alamamıştı. Üniversite sınavlarına buruk girdi.Herşeye rağmen Serdarın sözlerini hatırlayarak... -İstanbul'da birarada olacağız birtanem.Kazanacaksın biliyorum! Kazanmalıydı.Gidip Serdarı aramalıydı koca kentte...Serdar bir amaç olmuştu artık genç yüreğinde.Sınavı kazanamazsa,onu bulamayacağını hissediyordu.

Nihayet sınav sonuçları açıklanmıştı.Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümünü oldukça yüksek bir puanla tutturmuştu.Mutluydu,kendisiyle gurur duyuyordu.Eğer kendisini hala unutmamışsa,eğer bir sevgilisi yoksa tekrar görüştüklerinde Serdar da onunla gurur duyacaktı.Hatıra kutusuna hala bakmamıştı.Kasabada yeniden Serdarı göreceğini umut ediyor,kalede,gizli yerlerinde o niyet kağıdını onunla açmayı istiyordu.

O uğursuz ve kara cumartesiyi hatırladı.Yazlıktalardı.Vardıklarının hemen ertesi günü aceleyle fırlamıştı evden.Üniversitelerde kapanmıştı.Serdar da yaz harçlığını çıkarmak üzere tekrar kasabaya gelmiş olmalıydı, bu kadar kolay unutulmazdı aşkları...Belki de başka birşey olmuştu istemeden,irtibatları kesilmişti...Ama aşkları bitmezdi.Bitemezdi...

Avucunda sımsıkı tuttuğu niyet kağıdıyla kalenin en yüksek tepesine çıkmış,çay bahçesine ulaşmıştı.Serdar'ı gözleri aradı.Yoktu...Yüzü ağlamaklı çay bahçesini işleten Ufuk beyin ofisine yöneldi.

-Ufuk ağabey merhaba,nasılsınız?
-Aaa merhaba iyiyim canım,sen nasılsın? ne yaptın sınavı?
-Kazandım.İstediğim bölümü hem de.Sağolun. Ağabey...birşey soracaktım...
-Serdar'ı soracağını biliyorum Yeşim.Sana nasıl anlatacağımı,ne diyeceğimi bilemiyorum...
-Ne oldu? Beni unuttu o.Birisini buldu herhalde,hiç affetmeyeceğim onu!
-Yeşim....Serdar 2 ay önce bir trafik kazasında hayatını kaybetti.Pırıl pırıl bir delikanlıydı.Gelecek vaad ediyordu.Hepimiz çok üzgünüz,lütfen sen de metin ol.Onu hep iyi hatırla.Ne kadar şanslısın ki Serdarla harika bir aşk yaşadın.Lütfen bu tesellin olsun.

Dünya başına yıkılmıştı.Ufuk ağabeyin cümlelerini duymuyordu artık.Parmakları gevşemiş,avuçlarında sımsıkı tuttuğu niyet kağıdı yere düşmüştü.Eğildi, kağıdı yerden aldı ve açtı.

'' Tutamadığım ellerin, yağmurun olsun. Sarıpta doyamadığım tenin,baharın olsun. Öpemediğim gül tenin,kara toprakta bile suyum,ilacım olsun.... Seni hep seveceğim liselim....''

Aradan geçen 20 yıla rağmen hatıralar hala taptazeydi. Kale naif anıların şahidiydi ve tüm heybetiyle yerindeydi.Serdarın niyet kutusu,Kuki ve diğer hayvanlar belleğinde hala taptaze yerlerini muhafaza ediyorlardı. Son bir bakış fırlattı çay bahçesine,Serdar'ı ilk tanıdığı yere, ve Fethi baba'nın restoranına yöneldi.

-Uğur,bir 20 lik açsana bana!
-Olur abla, Yeni mi olsun?
-Evet,evet.Bir de beyaz peynir,kavun ve babanın o leziz midye dolmalarından isteyeceğim.
-Derhal abla, dur sana bir de sanat musikisi koyayım,efkarın katmerlensin!
-Efkar dağıtmaya geldik çocuk,katmerlemeye değil, hay seni deli..

Hayat herşeye rağmen devam ediyor,martılar, gökyüzünün serseri çocukları herşeye rağmen kanatlarını özgürce çırpıyorlardı.Hala sakladığı niyet kağıdı ve rakı kadehi elinde, ünlü bir şairin şiirinden bir dörtlüğü mırıldandı:

Şu akşamlar yordu beni
Yıldız,yıldız vurdu beni
Hatıralar sardı beni
BEN SENİ,HİÇ...UNUTMADIM....

Nilay Giray'88

İNCELİKLER YÜZÜNDEN


Neden başlığa bu ismi verdim bilmiyorum; bir yandan da Sertabın incelikler yüzünden adlı şarkısını dinlerken...Tesadüfen karşılaştım içimde kendimle yeniden/Bir minicik kız çocuğu bak/Duruyor orada hala/Anlatamam gördüklerimi/O neşeli çocuğa...

Gün geçmiyor ki hayatın yeni bir zorluğu daha şaşırtmasın bizi,gün geçmiyor ki Türkiye gündemi,özel hayatlarımız,çocuklarımız,işimiz ve çevremizdeki insanlar bozmasın sinirimizi...Tüm bunlar,evet bizi problemlere gark eden herşey incelikler yüzünden....Oysa bir parça kendini düşünebilmeyi başarabilse insan...bir parça bencil değil de,ben-cil davranabilse...

Bir tek imla işareti anlam bütünlüğünü böyle bozabiliyor işte...Bencillik sadece kendini düşünme ve ben-cillik bir parça kendine değer verme bana kalırsa.Bu ikisi arasındaki farkı ayrımsadığımızda hayat hepimiz için daha kolay olacak.Çevremizde bizi üzen herşeye kayıtsız kalabilmek imkansız elbette,ama daha esnek bakabilmeyi başarabilirsek kendi objektifimizden, biraz daha dönebilirsek kendi perspektifimize, ve empati yapabilirsek orta yaşlarımızı huzur ve keyifle geçirebileceğiz.


Dün henüz 13 yaşına yemi giren oğlumdan çok güzel bir hayat dersi aldım.Yaptığım bir telefon konuşmasına kulak veren oğlum,anne sen neden ''hayır'' demeyi bilmiyorsun dedi bana.Ona göre reddetmem gereken durumları insanları kırmamak adına onlara detay vererek,açıklama yaparak ve konuyu uzatarak kendim için daha da zorlaştırıyormusum,ve üstelik bu karşı tarafa daha antipatik görünüyormuş.Ona kimseyi incitmekten hoşlanmadığımı,kalp kırmayı sevmediğimi söylediğimde, bana: -tercih yapmak zorundasın anne dedi...Kulaklarıma inanamadım.Bu çocuk ne zaman büyümüş, ve ne zaman bu kadar bilinçlenmişti....İncelikler yüzünden...ah hep o incelikler yüzünden diye mırıldandım kendi kendime....Demek hayatın öğretileri yaş farkı tanımıyor, insanları zamansız olgunlaştırabiliyordu...Ve benim küçük oğlum artık büyüyordu...


Hayatta hiç kimseyi değiştiremeyeceğimi, kendi doğrumun başkalarının yanlışı olabileceğini, verilen değerde doz aşımına kaçıldığında zarar görebileceğimi işte bu incelikler yüzünden ben çok geç yaşta öğrendim...Ah hep bu incelikler yüzünden...Merhametten maraz doğabileceğini, iyilik yapıp denize attıktan sonra insanların yapılan iyiliği suistimal edebileceğini de incelikler yüzünden ah işte hep bu incelikler yüzünden yeni idrak ettim....

 
Arka fonda Sertap çalmaya devam ediyor...Diyor ki: Artık beni asla yaralayamaz hayat/ Eğer istemezsem..../Yıllar beni kolay yakalayamaz/Ben durup beklemezsem....Siz yine de incelikli davranın/Benim kadar değilse de..../Ben bu yüzden...../incelikler yüzünden..../BELKİ DAHA ÇOK ÜZÜLDÜM.....

Nilay Giray'88



OKUL DIŞI NOSTALJİ

Kıymetli ACL mensubu arkadaşlarım.

Bu sefer yazmak istediğim konular, biraz okul dışından olmakla beraber; Bunların bazıları, hepimizin kolayca hatırlayabileceği, kısa notlar, anılar, anekdotlar, mekanlar, hepimizin bildiği eğlence yerleri, mekan isimleridir. Sizlerin, o günleri tatlı bir tebessümle hatırlamanıza yardımcı olabilecek, mutlu edecek, masumane ve küçük zevklerimize de yer vermeye çalışacağım...Aslında bu yazının değişik bir versiyonunu; daha önceden, 27 Şubat 2011 de, hazırlayıp; Sadece sevgili Caner’in Blog sayfasında ‘’Bizim dönemimizde Ankara’’ Başlığı ile yazmıştım. Birçok konuyu, aynı dönemleri paylaştığımız üstelik çok güzel yazan kıymetli arkadaşlarım kaleme aldıkları için, tekrarlama olmasın diye, yazılarımdan çıkardım. Öncelikle haddimi aşmadığımı umarak Aydın Ankay hocamın da affına sığınarak, biraz felsefe de yapmaya çalışacağım...

Bizler yaşlarımız ilerledikçe, sık sık eski hatıralarımızı anımsayıp, o günleri adeta tekrar yaşayarak, bir nevi ‘’doping alarak’’ ikinci gençliğimizi yaşıyoruz. ‘’En hakiki’’ 1968 KUŞAĞI TEMSİLCİSİ belli sayıda kalan, dönem arkadaşlarımızla birlikte, yeni nesilde kolay kolay rastlanmayan bazı ortak özelliklerimiz olduğunun farkındayız. Onun içindir ki yıllar sonra bir araya geldiğimizde, sarılıp kucaklaştığımızda daha dün ayrılmış gibi hatıralar hemen canlanmaya başlıyor ve o günlerde gerçekleşmeyen, konuşmaya vakit bulamadığımız birçok konuya hemen dalıveriyoruz. Günümüzde gençlerin böylesine İLGİSİZ ve DUYARSIZ yetişmesinde, büyükleri olan bizlerin, çok fazla suçumuz olduğumuzu sanmıyorum. Kendiliğinden gelişen ve bazı olumlu değer yargılarının, süratle yitimine sebep olan, bir suçlu elbette ki mevcut. Gençlerimiz, zamanla örf ve adetlerimizden uzaklaştırılıyor, çevrelerinde gizlice gelişen, benliklerini etkisi altına alan ve bazı ülkeler tarafından gizlice ve belli bir plan dahilinde hazırlanan, senaryolar ile, Tv proğramları ile desteklenen, MODA’ lar ile kamufle edilmiş görsel medya tarafından amansızca desteklenen, özendiren, olumsuz davranışlar sayesinde, onları, eğitimleri dahil birçok konuda başarısızlıklara doğru itiliyorlar. Ayrıca iyi bir gelecek gerçekleştirebilmeleri için; Biz büyükleri tarafından, öğrenim hayatlarının ilk yıllarından başlayıp, hayata atılana kadar devamlı bir yarış ve mücadeleye zorlanmaları, daha sonraki yaşamlarında, ister istemez sevgiden, saygıdan, duygusallıktan, merhametten, manevi değerlerden, aile değerlerinden, özveriden en önemlisi gerçek arkadaşlıktan yoksun kalmalarına sebep oluyor. Günümüzde toplumumuzun genel karakterinde saygısızlık, menfaatçilik, bencillik, çıkarcılık, duygusuzluk ve daha birçok olumsuzluk ön plana çıktı. İşte bu sebeplerden dolayı, yeni neslin gençleri, yıllar sonra bir araya gelseler bile asla bizlerin şu anda yaşadığı, sevgi ve muhabbet duygularını hissedebileceklerini sanmıyorum, inanmıyorum. Sevgili hocalarımız dahil; Yaptığımız toplantılarda, buluşmalarımızda, beraberlik sevgi, saygı, bağlılık ve muhabbet öylesine bir form’a girdi ki; Zaten bizlerin özünde var olan, ismini koyamadığım duygularla, önceki dönemlerden arkadaşlarımızla da tanışıp kısa zamanda, sanki aynı sınıfın öğrencileri gibi ayrılmaz büyük bir aile olduk. Bizlerden sonraki dönemlerde yetişen değerli arkadaşlarımızın da bu büyük aileye katılmalarını çok arzu ediyoruz.

Sevgili ACL mezunu arkadaşlarım; ‘‘Bizim dönemimizde Ankara’’ formatlı yazılara tamamlayıcı olduğuna inanarak ve Sevgili Remide arkadaşımızın da; OKUYORUMsayfasında yeni başladığı SİNEMA içerikli yeni yazısına, o filimler konusunda yazarken ben de MEKANLARI konusunda destek olur düşüncesi ile, haddim olmayarak, yakın konularda, birkaç satır eklemek istedim. Hatalarım ve yanlış hatırlamalarım olursa düzeltmenizi rica ederim.

Bazen tek başıma, bazen de guruplar halinde; Semtimiz olan Emek ve Bahçelievler’de en çok takıldığımız sinemalar; Yanmadan önce Renkli, daha sonra Arı ve Dedeman sinemaları ile 71 sokakta şimdi Ziraat bankasının olduğu binada Yıldız ile 8. caddenin sonundaki yazlık, Kırlangıç Sineması vazgeçemediğimiz yerlerdi. Bu sinemaya yaz geceleri genellikle, çevrenin gençleri gelirdi, Gazoz, Frigo-buz ve çekirdek satıcıları değişmez aksesuardı. Gırgır şamata olsun diye, daha doğrusu sinemada olduğunu bildiği kız arkadaşına kendisinin de İÇERİDE olduğu mesajını verebilmek için, filime ara verilince makinist’e adını kapıdan bekleniyormuş gibi anons ettirmek, adet haline gelmişti. Böylece ailesi ile birlikte oturan kız erkek arkadaşının da o anda sinemada olduğunu anlardı. Oynatılan filimlere ilginin azaldığını hisseden sinemacı, müşteri çekebilmek için genellikle ikinci bir film daha oynatmak zorunda kalırdı.Yeni bir film geldiğinde tanıtımı için, bazen bedava seyretme karşılığında iki çocuğun düz bir tahta plakaya yapıştırılarak, sokak sokak gezdirdiği AFİŞİ, Tenekeden yapılmış ilkel bir megafonla filimin adını ,artistlerini, içeriğini, bağıra bağıra anlatmalarını hiç unutamam. Bazı sinemalarda okullara özel indirimli matineler yapılırdı. Hatta Ulus Sinemasında Tren-tren adlı savaş filimi bu uygulama ile aylarca gösterimde kalmış Cumhuriyet liseliler olarak kafilelerle bu filimi izlemiştik.Normal ve üniversite öğrencileri için ŞEBEKE indirimli fiyatlar olsa bile; Kaliteli filimler geldiği zaman,sinemacıları destek verdiği, yan sektörü olan KARABORSA BİLETÇİ’ler hemen yerlerini alırdı..Genellikle ön sıralar tercih edilmez, özellikle kız arkadaşı ile gelen delikanlılar,kendilerini DAHA RAHAT hissettikleri arka sıralardan bilet alırlardı. Büyük ölçekli sinemalarda Genellikle alt bölümün yarısı kadar balkon kısmı bulunur, biraz daha orta seviyeli AİLE modundaki seyirciler tarafından tercih edilirdi. En arkada, kapısı direkt salona açılan LOCA denilen, Müstakil bölümler vardı. Paraya kıyabilen,DAHA RAHAT OLMAK isteyen çiftler tarafından kapatılırdı… Sinema salonuna girdiğinizde, filimin başlamasına daha çok vakit olduğu halde, ışıklar sinema idaresi tarafından kasten loş duruma getirilir, koltuk numaraları zor fark edildiğinden, günümüzde bile hala varlıklarını sürdüren, elinde elektrik fenerleri ile hazır bekleyen, yer gösterici TEŞRİFATÇILARA da birkaç lira vermek mecburiyetinde kalırdınız.

Çok daha eskilere dayanan ilkokul çağlarında, bizi topluca götürdükleri kahramanlık filimlerinde bazı sahnelerde zor durumda kalanlar için film kahramanı’nın, Polisin, Jandarmanın, Askerlerin aniden kurtarmaya gelmesini, BİZİMKİLER GELİYOR ! heyecanı ile, kimse tembih etmeden, tamamen içgüdüsel olarak, büyük bir coşku ile çığlıklar atarak, hep birlikte, avuçlarımız kızarana kadar alkışladığımız sahneleri hiç unutamam.

Okul çağlarında eğlence konusunda yaşadığı bu kadar detayı,kolayca hatırlayabilen benim; Tahsil hayatımda neden bu kadar yıl kaybettiğimi şimdi daha iyi anladığınızı sanıyorum..

Sinemalardan açılmışken, semtlerine göre hatırlatmak isterim. Gerçi bir çok sinema binası şu anda pasaj ve iş merkezi haline geldi ama sadece hatırlayabildiklerimi yazıyorum. Tandoğanda Ordu pazarı yanında Orduevi Sineması, Maltepe’ye doğru sağ kolda aynı binada altlı üstlü Başkent ve Burç sinemaları, Koç Yurdundan sonra ilerde nokta durağı dediğimiz yerde Bulvar, Maltepe Alemdar, Mini sinemaları, Demirtepe ye doğru giderken solda Gölbaşı, As, Kerem, Sıhhıye’de Ankara, Sinama 70, Kızılay’da Büyük, Ulus, Cep(7 filim birden ve arada ''bilenler bilir'' PARÇA oynatan en ünlü sinemaydı) Menekşe, Nergiz Tunalı Hilmi Caddesinde Talip, Kavaklıdere, Esatta Karınca, Dilek, Kuğulu parka doğru Akün, Akay‘da Dedeman, Tarım bakanlığı bitişiğinde Batı, Güvenevlerde sonradan Airport disko olan Çankaya Sineması, Dışkapı Yıldırım Beyazıt’ta Nur, Aydınlıkevler'de Süreyya, Etlikte Göktürk, Hamamönü'nde Saray, Dörtyol’da Melek. Eski Konservatuar karşısında Cebeci, Denizciler caddesi köşesinde Yeni ve Sus, Yenimahalle‘de Alemdar, Seyran, Yazlık Yılmaz, Atlas sinemalarını hatırlayabiliyorum. Unutamadığım ayrıntılardan biri de Gerilim sahnelerinde seyircilerin korku ve heyecanlı olduğu anlarda, içlerinden sulu ve muzip bir seyirci ağzı ile yüksek perdeden ‘’gaz çikartma’’ sesi çıkartır, seyirciler arasında büyük bir gülüşmeye ve sinir boşalmasına sebep olurdu. Antrakt’larda genellikle ZİRAAT BANKASININ Reklam filimleri oynatılırdı. Bunlardan birinde sitelerdeki bir mobilya mağazası reklam filiminde ben de rol almıştım

Özel tiyatrolardan Kızılay’da Ankara Sanat, Maltepe’de Orhan Elçin’i sayabilirim, Pastahane ve Pup türü yerler genellikle Kızılay ‘dan Bakanlıklara doğru bulvar üzerinde yer alırdı. Çoğu pastanelerin masaları kaldırımlara yerleştirilmişti. Buralara ve Kızılaya çıkan birçok kişi birbirini tanır ve karşılaşınca selamlaşırdı. Bahçelievlerde Arılar, Seda, Akalın pastanesi ve Düğün Salonu, Necatibey caddesinde Meram pastanesi, Hacıbaba tatlıcısı, Meşrutiyet caddesi ile Atatürk bulvarının kesiştiği köşede Parizyen, daha yukarılara doğru, Milka, Penguen, Çevre Sokakta Köşk, Cinnah’ta Cafe Pastaheneleri çok ünlü idi. Kızılay Engürü pasajı Altında Çok uygun fiyatları olan Üsküdar Pup vardı. Okulumuz öğrencilerinden Kerem İlter sanki burada proğram yapıyordu gibi hatırlıyorum.Nilüferi daha meşhur olmadan ilk defa burada dinlemiştim. Çankaya da Kazan, Panaroma, Elegant, Bizon, gibi pup‘lara da gittiğimiz olurdu. Tunus caddesi köşesinde Şerif Yüzbaşıoğlu ve Şenay’ın proğram yaptığı adı galiba YENİ SÜREYYA olan bir gece külübü vardı. Hatta Neco ve Atilla Özdemiroğlu aynı yerde müzisyenlik ve vokalistlik yapıyordu. Kızılay da Varan yazıhanesinin bulunduğu Turtes pasajı Ankaranın Müzik Aletleri ve Plak satışlarının yapıldığı tek mekandı. Üst katında galiba Taraça isimli bilardo salonu vardı. Ayrıca yerini tam olarak hatırlayamadığım Platin isimli bilardo salonunun yerini hatırlayanlar lütfen yazsınlar .


Döner için Denizciler Caddesinde Uludağ Kebap, Cebeci Dörtyol da Kukla Kebap , ev yemekleri için Ulusta Çiçek lokantası, Ekabirlerin devam ettiği Karpiç restoran,Lezzetli balık yemek için Kızılayda Liman lokantası, Gölbaşında Aysa restoran tek adresti. AOÇ de Merkez Lokantası. Tunalıdan Çankayaya çıkarken şimdiki Seymenler parkının karşısında,Kent apt çaprazında sağlı sollu;Rv, Hd restoranlar meşhurdu, Pide Maltepede Dedem kebap, Bahçelide Türeyenler’de Lahmacun Necatibey de Aspava ve Yeşil Nalın’da yenirdi. Gençlik parkında semaverli Çay bahçeleri vardı, G.osmanpaşada Papazın Bağını unutmamak lazım. Şehrin muhtelif yerlerinde Et ve Balık Kurumu ile AOÇ satış mağazaları bulunurdu. Et Şarküteri ve süt tipi ihtiyaçlarımızı buralardan karşılar bazı mamulleri için saatlerce sırada beklediğimiz olurdu. Süt ve yoğurt ihtiyaçlarımız için Bahçelievlerde Şimdiki Başkent Ünv.Dişçilik fak.bulunduğu yerdeki, Abidinpaşa çiftliği yakın olduğu için bizim ve komşularımızın tercihi idi. Ankaraya geldiğimizde ilk oturduğumuz ev 8.caddede Emek mahallesi pazarı girişindeki bina idi.. Salı günleri tezgahtarların yüksek sesle bağırarak satış yapmaları ev içindeki konuşmalarımızı bile bastırırdı.


Kulüp takımında oynarken Tunalı da Tunalı Sauna, Cinnahta Çankaya sauna, Halen Faal olan Bahçelievler hamamı, Menekşe sokakta Yenişehir hamamı, Denizciler caddesinde acıçeşme sokakta Şengün, Talatpaşa bulvarında Karacabey hamamlarına defalarca gittik. Bunların hepsi konularında haklı bir isim yapmış yerlerdi. Gelmiş geçmiş bütün meşhur sanatçıların konserler verdiği Maltepe de Köşk, Şato Yazar, Beyaz Saray, Demirtepe’de Güneypark, Cinnah Caddesinde Altın Nal, Ankara Garının sağında THY bilet satış yeri bitişiğinde Gar gazinosu vardı. (Maksim gazinosunun yerini hatırlayamadım) yaz günlerinde gidilen Gençlik parkındaki Lunapark, Japon Bahçesi, Göl Gazinosu gibi büyük gazinolar vardı. Eğlence yerlerinde normal proğram dışında Her Çarşamba ve Pazar günleri Hanımlar matinesi yapılırdı. Ön sıralardan yer tutmak için saatler önceden bir kişi gazinoya gönderilir, buradan kiralanan minderler ile yerler kapatılır, gelecek kişiler sıkıntılı bir şekilde saatlerce beklenirdi. Hanımlar matinesine evde hazırlanan yemekleri getirmek serbest bırakılmıştı. Hanımlar konserler esnasında bütün amatör ŞARKICILIK,GÖBEK DANSI gibi hünerlerini çok rahatlıkla sergilerdi. Kaliteli gece kulüplerinden Parizyen, Monamur, (Çakması sonradan Mor Anamur adını alarak bir müddet daha devam etti) Menekşe sokakta Meşhur dansöz SULAİKA'nın çalıştığı Yakut, Yıba çarşısındaki Kübana önde gelen gece klüpleri idi. Sporcu olarak Genelde Demirtepede Gol-Pota isimli mekana giderdik. Bu günlük de bu kadar. Kısa bir süre sonra, daha el değmemiş konularda yazmaya çalışacağım..

Hepinize sevgiler.

Ahmet Sıtkı Özsancak..