29 Haziran 2011 Çarşamba

BİR TUTAM SAÇ

Seçimler bitti. Herkes kendince görevini yaptı. Bizler öncelikle oy kullanmayanları ayıpladık, tatil programlarını değiştirmek  zahmetine katlanmayanalara kızdık söylendik  veryansın ettik. Sonra da AKP ye oy verenlerin dışındaki kişileri onurlu ve vatansever ilan ettik. Bu arada onur kelimesinin anlamını pek çok bakımdan unuttuğumuz için kavram kargaşasına da düşenlerimiz oldu. Kimileri işi küfürlere kadar vardırdı. Kendi düşünce kalitesine, donanımına ve siyasi bakış açısının doğruluğuna kendini kaptırmış olan çoğunluğun kesitleri ise değişmedi. Çok vakur ve kendilerinden emin bir şekilde yollarına aynı çizgide devam ettiler, etmekteler. Onların kendilerine yükledikleri misyon, öğretmeye ve yol göstermeye devam etmek.. Misyon harika, yükleniş amacı ve biçimi olağanüstü değerli ama ne yazık ki sıfır fayda getirecek bir yöntem uygulanmakta.. Çünkü bunlar bizim oturan bilgelerimiz.. Bu donanımlı grup en büyük umudumuz, en ağır toplarımız, en değerli kozlarımız en büyük yanılgımız, en büyük suçumuz ve suçlularımız.. Bu bilgelerin oranını ne yazık ki bilmiyorum, tahmin de edemiyorum ve öğrenmekten de korkuyorum.

Seçim öncesi devlete ve sisteme kızgındık seçim sonrası da her kesimden vatandaşa ve kendimize kızgın olduk. Ama o kadar işte.. Herkes hemen tatil telaşına düştü, hiçbir şey olmamış gibi  hayatına bıraktığı yerden devam etti. Bir çoğumuz kendisini denizin soğuk sularına bıraktı bile.. Bayram için yurtiçi ve yurtdışı turlar doldu, yazlıklar kiralandı, okey masaları hazırlandı. Rakı- balık sofralarında seçimler ve bol bol da siyaset konuşulacak. Mangallardan bir taraftan kebap kokuları yayılırken, diğer taraftan da biriken küller  her yere uçuşacak. Büyük büyük akıllı, büyük büyük görüşlü adamlar hem tatil yapacaklar hem de  büyük büyük laflarla, çok yararlı  kritiklerini  belirtecekler. Olacağı buydu diyecekler. Geleceği belliydi diyecekler. Ben biliyordum diyecekler  ve sadece onların bildiği (!) bu detayları  ve yapılan hataları bir bir anlatacaklar. Bu sohbete taraf olan komşu yazlıkçılar da  çatallarını  zeytinyağlı barbunyaya daldırırken, günde kaç gazete okuduklarından ve  kendileri tarafından üretilmemiş olan hangi fikirlerin altına imzalarını attıklarından bahsedecekler.. Şöyle şezlonglarında kaykılarak, marka şortlarından fırlayan göbeklerini kaşıyarak  kültür düzeylerinin ışıltısını sergileyen cümlelerini çocuklarının hayran bakışları arasında  yaz boyunca tekrar tekrar dile getirerecekler.  Seçimleri ve siyaset bilgilerini yaz akşamlarına meze yapacaklar.


Bizler nasıl olduysa, özdeki hatalarını irdelemeyi bilmeyen, üzüntüsünü satıhta yaşayan aydınlar olduk. Oysa   gerçek sızı derinde olan, derinden yaşanandır.  O öylesine bir ateştir ki; bir daha asla, hiç bir koşulda böyle  bir acıyı yaşamamak için ant içilir,  söz verilir, her şeyden el etek çekilir ve   adanılır.  Büyük amaçlara böyle ulaşılır, yenilgilerden de böyle silkinilir. İlkokul sıralarından itibaren ilk aşılanan öğreti,  başarı için hedefe   kilitlenmenin ve 'başaracağım' demenin önemidir. Bu konu neredeyse, her Türk öğrencinin kompozisyon sınavının mühürü olmuştur.  Biz, yenilgiyi içimize sindirmemeye , yetersizliğimiz telafi etmeye, eksiklerimizi gidermeye koşullandırıldık.  Daha güçlü olarak yollara düşmek bizim kanımızdadır. En iyi bildiğimiz de  kesilen saçın  eskisinden daha gür çıkacağı buna karşın kesilen kolun yerine  gelmeyeceğidir. Böylece öğrendik.

Bir tutam  saçımız kesildi….

Remide Arsan
Ankara Cumhuriyet Lisesi

23 Haziran 2011 Perşembe

TÜRKLERİN TARİHİ / Jean-Paul Roux


TÜRKLERİN TARİHİ

Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl

Jean-Paul Roux



Çevirenler

Prof. Dr. Aykut Kazancıgil

Lale Arslan Özcan



Kabalcı Yayınevi



            Kitabın yazarı Jean-Paul Roux günümüzün önemli Türkologlarından biri. Bizi Pasifik’ten Akdeniz’e kadar 2000 yıllık bir geziye götürüyor. Türkler bu geniş coğrafyada bazen küçük hanlıklar bazen büyük imparatorluklar kurarak çeşitli isimler altında hep var olmuşlar. Yazar 1984 yılında kitabı oğlu Alain’ın anısına ithaf etmiş. Arkasından şöyle devam etmiş: ‘Ayrıca onun bu kitabı tüm hayatım boyunca dostluklarını benden esirgemeyen bugün hâlâ hayatta olan veya hayatını yitiren tüm Türklere ithaf etmemi anlayışla karşılayacağına inanıyorum.’

            Yazarın Altay Türklerinde Ölüm adlı kitabının önsözünden de bir alıntı var. ‘Bu satırları bana yazdıran, bu kitabın oluşmasını sağlayan, bu sayfalarda iyi adına ne varsa borçlu olduğumuz olanların Orta Asya’dan uzak akrabaları, yine bunlar kadar uzak atalarıdır. Türkiye’de bu kitabı okumayı isteyecek olanlar beni isterlerse sertçe ve eminim ki hoşgörüyle eleştirsinler, ama kalplerinde bu insanlar için sevgi ve saygıyı eksik etmesinler.’



            Bu kitapta bizi bizden olmayan birisi belirli başlıklar altında toplayarak anlatıyor. Kitap 563 sayfa. Ayrıca sonunda bazı ekler var. Size de ilginç ve tanıdık gelebilecek bazı alıntılar iletmek istedim.

-          Hollandalıların Avrupa’ya Boğaziçi’nden taşıdıkları lale, tulip adını, bu çiçeğin taç yapraklarının bir türbanı andırmasından dolayı tülbent sözcüğünden almıştır.

-          Türkler dışardan evlenme eğiliminde oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denilebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama olanağı kalmamıştır.

-          Molier de Kibarlık Budalası adlı yapımında, haklı olarak, ‘Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil!’ der ve sözünü şöyle sürdürür, ‘az sözcükle çok şey söyler.’

-          Kimi zaman bazı halklar Türkler tarafından ezildiklerini söylemişlerdir. Ama genelde Türkler egemenlikleri altına aldıkları halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır.

-          Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır.

-          Türkler imparatorluk kurucuları olarak kavimlerini düzene koydukları gibi, dinleri düzene koymayı, onlara hak ettikleri yeri vermeyi, birinin diğerini ezmesine izin vermemeyi de kendileri için görev sayıyorlardı.

-          Dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır ama dinden yararlanmışlardır.

-          Kadının elde edilmesi, Türklerde bir savaş ve av başarısı değerindedir. Çoğu zaman düşmanlarının karısına ya da kızına sahip olmak Türkler için elde ettikleri başarıların yeterli bir kanıtıdır.

-          Kırgızlar 700’lü yıllarda Türkçe konuşuyorlardı. Bu dili en azından 1000 yıldan beri konuşmaktaydılar.

-          Kırgızlarda ölüm yaşı ortalama 45, evlilik yaşı ise 15-16.

-          Hıristiyanlığın başlamasından önce Çinliler Kırgızları mavi gözlü, sarışın adamlar olarak tanımlıyorlar. Arap yazar Gardizi açık renk tenleri ve kızıl saçları olduğunu anlatıyor.

-          Attila’nın ölümünden sonra bu bölgedeki ana rolü, üç federe ana grup ya da boylardan oluşan belirsiz üç topluluk üstlenmiştir: Bulgarlar, Hazarlar ve Macarlar. Bunlardan ilk ikisi Türkçe dil grubundandırlar. Üçüncüsü olan Macarlar ise Fin-Uygur dili konuşan, fakat Türklerin egemenliği altında bulunan bir gruptandırlar.

-          Bulgarların kendileri de Attila’nın oğullarından biri olan İrnek’in soyundan geldiklerini söylerler.

-          Attila’nın oğlu İrnek’in yüzelli yaşına kadar, babası Avitokhol’un ise üçyüz yıl yaşadığı söylenir. Mitlere özgü bu uzun ömür, bu iki şahsiyeti zaman içinde ulu bir mevkiye yükseltme imkânını verir.

-          Türklerde çadırın kapısı güneşin doğduğu yere saygı nedeniyle doğuya açılırdı. Eski Türkler tarafından kesin şekilde uyulan bu uygulama büyük bir olasılıkla X yüzyıla doğru Çin etkisiyle değişecekti ve kapı bu kez de güneşin geçtiği en yüksekteki nokta göz önünde tutularak güney yönüne açılacak biçimde yapılmaya başlandı. Ana yönler, Çin tarzında bir renk adıyla ya da evrenin dört ana ögesinin adıyla anılırdı. Örneğin Osmanlılarda Karadeniz adı söz konusu denizin kuzeyde olması nedeniyle verilmiştir. Güneyde olan Akdeniz’in adı ise, yine bu nedenle ak olan denizdir.

-          İlteriş Kağan, Cengiz Han, Timur vb ne pahasına olursa olsun türlü ittifaklar peşinde koşmuş ve çok eski bazı bağlara başvurmuşlardır. Bu bağlar ya doğal ya da akrabalık ilişkileri, ailevi taahhütler, daha çocuklukta kesilmiş sözler ve nişanlar veya karşılıklı olarak birbirlerine anlamlı armağanlar verdikten ve bileklerinden akıttıkları kanı birbirlerininkiyle karıştırmak ya da birbirlerinin kanını içmek yoluyla gerçekleştirilen kan kardeşlikleri gibi birleşmelerdir.

-          Askerler on, yüz, bin ve onbiner kişilik gruplardan oluşurdu.

-          Cengiz Han ‘düşmanının karısını kızını kollarına almaktan daha büyük bir haz yoktur’ demiş.

-          Çin kaynakları Türükler için önceleri ölüleri yakıyorlardı, şimdiyse gömüyorlar demekte.

-          Mezara dirilince gerekecek olan nesneler (atlar, köleler, karılar) gömülürdü. Türük döneminden başlayarak ölünün karısının öldürülmesine gerek kalmıyor. Bunun yerine ölünün karısı, onu ölen için muhafaza etmekle görevli olan kayınbiraderi veya üvey oğlu ile evlendirilirdi. Gömüldükten 40 gün sonra ve yıl sonunda aynı tarzda bir tören daha yapılırdı.

-          Müslüman dünyada Türkler ölmüş düşmanlarının kemiklerini topraktan çıkararak yakmışlar. Bunu düşmanın yeryüzündeki varlığından kesin olarak kurtulmanın bir yolu olarak görmüşler.

-          Hükümdar ailesi üyelerini kan dökülmeden öldürmek de bir kural. Çünkü ruhun kanın içinde olduğu düşünülmüş.

-          Müslüman olsun ya da olmasın bütün Türk ülkelerinde kadınların konumu genelde islam toplumlarının sergilediği genel görünüşe hiçbir biçimde uymuyordu. Dede Korkut’ta övünmekle avrat olunmaz denilirdi. Ancak kadın iyi düşünür, iyi konuşur ve onu dinleyen kocasına iyi öğütler verirdi.

-          Türk kadını yüzünü saklamazdı ve hareme kapatılmazdı. Siyasal ve toplumsal yaşama tam bir özgürlükle katılırdı. Uyulması gereken yasa erkeklerin göbekleriyle dizleri arasını örtmekti. Avrupalılar Türk kadınlarının, ok attıklarını ve öküz arabalarını sürdüklerini görünce en az Müslümanlar kadar şaşırmıştır.

-          Moğolların yarattığı tahribat dünyada atom bombasını elinde bulunduran ve onu kullanmaya karar veren gücün tahribatıyla karşılaştırılabilir.

-          Timur’a göre dünya üzerinde sadece tek bir hükümdar, Türkleri yönetecek tek bir Türk olabilirdi. Timur iki efendi paylaştığı sürece dünyanın bir değeri yoktur diyordu.

-          Oldukça dindar bir hükümdar olan Kanuni vaktinin çoğunu Kuran’ı Kerim’i istinsah ederek geçiriyordu. Onun elinden çıkma en az sekiz Kuran elyazması bulunmaktadır.

-          Safevi hanedanlığının kurucusu Şah İsmail uzun bir süre Türk olarak kabul edilmiştir. Annesi Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıdır, dolayısıyla Türk’tür. Babası Haydar İranlıdır, ancak Türkçe konuşan ortamlarda büyümüş ve yetişmiştir.

-          Babur Şah baba tarafından Timur’un Miran Şah kuşağından ve anne tarafından Cengiz Han’ın soyundan geliyordu. Onun kaderi Hindistan  İmparatorluğunu kurmaktı.

-          II.Memed ‘tahta çıkan her kimse dünyanın huzuru için kardeşlerini boğduracaktır’ yasasını çıkarmış. Süleyman bizzat üç oğlunu öldürmüş ve şunları demiştir. ‘Müslümanların oğullarımın arasında çıkan savaştan kurtulduğunu görecek kadar uzun yaşadığım için Allah’a şükrediyorum….. Eğer tersi olsaydı mutsuzluk içinde yaşıyor olacak ve o şekilde ölecektim.

-          XX. Yüzyılda Türklerden geriye hiçbir şey kalmamış mıydı? Balkan halklarına sadece danslarını, kumaşlarını, alkolü (rakı), konutlarını, bunun ötesinde tüm dünyaya ise şiş kebaplarını ve yoğurdu bırakmışlardır ancak bugün bunlar bile onlara atfedilmemektedir.

-          Mustafa Kemal 23 Nisan 1920 de kasvetli bir bozkır kasabası olan Ankara’da Büyük Millet Meclisini topladı ve yetkilerini ona devretti. O tarihten sonra Mustafa Kemal, Türkiye’nin cisimleşmiş örneği, bütün bir halkın iradesinin temsiliydi ve ‘Türklerin Atası’ değil ‘Ata Türk’ yani ‘Ataları gibi Türk’ anlamına gelen Atatürk adını aldı.

-          Kürtler ile Türkler arasında pek çok nedenden ötürü bir uçurum yoktur. Bu iki ulus binlerce yıldır bir arada yaşamaktadır. Kürtlerin gönderme yapabilecekleri bir tarihleri, devletleri ya da tamamen Kürt unsurlardan oluşan bir kültürleri yoktur. Kürt boylarından bazıları bir biçimde Kürtleşmiş eski Türkmen topluluklarıdır. Kürtler ve Türkler Kurtuluş Savaşında birlikte savaşmışlardır. Kürt lehçeleri çok farklılaşmıştır, en çok kullanılan dil zorunlu olarak Türkçedir. Kanun önünde tüm yurttaşlar eşittir, Kürtler Cumhuriyetin yönetim kadrolarında en üst görevlere kadar çıkmışlardır.



Beşyüz sayfanın üzerinde bir kitabı yukarıdaki alıntılarla özetlemeye çalıştım. Tabiiki kitapta ilginizi çekebilecek daha pek çok konu var. Sonucu yine yazarın kendi kaleminden bağlamak istiyorum. ‘İkibin yıl boyunca Türklerin dehalarına pek çok kez tanık olduk, Pasifik Okyanusundan Akdenize kadar varlıklarını sürdürdüler. Eğer geçmiş geleceğin garantisiyse Türklerden çok şey beklenebilir, ancak süvarilerinin mutlak üstünlüğüne borçlu oldukları egemenliklerine bir daha asla ulaşamayacakları bir gerçektir. Okurumun konunun yoğunluğunun bilincine ulaşmasını sağlamışsam kendimi başarılı kabul edeceğim, en azından Türk dünyasının üzerine çöken adaletsiz sessizliği dağıtabileceğimi umacağım.’



Bilge Çakır

Ankara Cumhuriyet Lisesi

8 Haziran 2011 Çarşamba

“DERELERİN” İNSANLARI ANKARA’YA SOKULMADI BİLE..

İlk duyduğumda çok kederlenmiştim. Hidroelektrik santral yapmak uğruna nerdeyse ülkemin tüm coğrafyasındaki  akarsuları-derlerini kurutma kararına tereddütsüz imza atan egemenlerin  önünde kim durabilirdi ki ?

Sonra onlar  derelerle yıllarca bir arada yaşayan insanlar, harekete geçtiler. bir platform  oluşturdular, Türkiye’nin çok farklı illerinden gençler “doğa için çal” videoları yapıp gözlerimizi yaşla, yüreklerimizi heyecanla, umutla  doldurdular. Nisan başında tüm “dere dostu” duyarlı insanları davet edip, dört bir yandan Ankara’ya yola çıktılar. Amaçları birlikte yaşadıkları derelerinden ayrılmak istemediklerini “yetkililer” e anlatıp, bu doğa katliamını engellemekti. Ben, bu gelecek kuşakların sorumluluğunu kuşanmış karşı duruştan çok etkilendim , fiziksel koşullarım onlarla birlikteliğe  uygun olmasa da   heyecanla bir kısa öykü kaleme aldım ve duygularımı sizlerle paylaştım. Öykünün sonu olmasını dilediğim gibiydi, ama “gerçekte” ne oldu?

 Yanlarında develeriyle günlerce yürüyüp belirledikleri tarihte  Ankara’ya  ulaştılar . Gölbaşı’nda  durduruldular, on yedi gün boyunca  orada kalıp konuşma izni almayı beklediler.
Kırk gün ve gece boyunca hemen her yaş grubundan insanın büyük bir özveriyle kat ettikleri yolun amacı olan dertlerini anlatma çabaları ne yazık ki karşılık bulamadı. Sesleri seçim propogandası yapanların  bağrışları arasında duyulmadı bile.

Sonunda 7 Haziran’da büyük bir umutsuzluğun katladığı yorgunlukla  çadırlarını toplayıp evlerine, yerlerine geri döndüler.

Beni en fazla üzen ve umutsuzluğa sürükleyen, - hadi “yatırımdan, ekonomik değer yaratmaktan”  sadece yapılaşmayı anlayanları bir kenara bırakalım- , sözde bu kadar “farklı siyasi” görüş aktarıp, ülke yönetimine talip olanların içinde “ gelecek kuşakların doğal yaşam haklarının ipoteklendiğini” dile  getirenlere sahip çıkan  tek bir yüksek ses duyamamış olmamız. Bir çok “ farklı değere” yapılan muamele onlara da yapıldı: görmezden gelindiler,yok sayıldılar.  Çünkü onlar oy hesabına göre fazla bir  matematiksel anlam   ifade etmiyorlardı ve oldukları gibiydiler değerlendirmelere” göre “standart dışıydılar”,  kafa karıştırıcı, ezber bozucuydular. 

Neyse ki arada  Hopa’da “dereler” le ilgili de pankart açan vatandaşların uğradıkları hışım tüm ülkenin –medya- alakasına  mahzar olabildi.: bir  emekli  vatandaş ölmüş, bir  devlet görevlisi de ağır yaralanmıştı. 

İşte “demokratik toplumumuz” da  “yaşam hakkı” çığlıklarıyla yola düşen insanlara reva görülen son. Ben bu “demokratik iklim”den hiç memnun değilim. Bedel ödeyenler  hep “kar-zarar hesabı yapmayan “ taraf olunca, “kapitalizm”in,  yarattığı despotların  sonu nasıl gelecek?

Işık DEMİRTAŞ
8 Haziran 2011
Ankara Cumhuriyet Lisesi

KARAKOLDA "AYNA" VAR!

Günlerden bir gün, karakollardan bir kol -ki hikayenin ilerleyen bolumlerinde kararacak kendisi-  ve kitaplardan bir muzır “Ölüm Pornosu”..

Edebi anlamda, adından yola çıkılarak, içeriği hakkıında derinlemesine bir yorum yapılamasa da, adındaki “porno” kelimesi, hemen zihnimizde bir şeyler canlandırıyor.. TDK’nın yayınladığı büyük Türkçe sözlüğe göre pornonun kelime anlamı “Amacı cinsel dürtülere yönelik olan, ahlaki değerlere aykırı düşen yayın, resim vb.”. Yani kitap toplumsal anlamda, adından kaybediyor zaten bir kez...  Kitabın orjinal adı, “Snuff”,  yazarı Dövüş Kulübü filminden hatırlayacağınız Chuck Palahniuk ve hikayemizin baş kahramanı kitabı Türkçe’ye “çevirme hatası”na düşen Funda Uncu.. 

“Çevirme hatası”, bir “çeviri hatası”na dönüşerek  kitabın adında porno kelimesi eklemek suretiyle vukuu bulmaktadır, çünkü kitabın orjinal adının İngilizce-Türkçe sözlüklerde ki Türkçe karşılığı  “burun çekmek, koklamak” vb ifadelere denk düşmektedir. Misal, kitabın adını buradan yola çıkarak “Sümüklü Bakkal” tarzı bir sıfat tamlaması ile karşılamış olsaydı çevirmenimiz, aşağıda anlatılacakların belkide hiç birisi başına gelmeyecekti.
İstanbul Basın Savcılığı, Ayrıntı Yayınları’ndan piyasaya çıkan kitap hakkında müstehcen olduğu gerekçesi ile bir “muzır” soruşturması başlattı, bu soruşturma kapsamında çevirmeninde ifadesinin alınması gerekiyordu elbette, buraya kadar yasal ya da toplumsal anlamda ters bir durum yoktu zaten..

Günlerden bir gün, kitabın çevirmeni  Funda Uncu’nun Bodrum’daki evinin telefonu acı acı çaldı. Telefondaki sesin seçtiği kelimeler Funda Hanım’ın ifadesine göre aynen şöyleydi;
“Acil karakola gelmeniz lazım. İki defa geldik, kapıyı açmadın. Seni zorla götürürüz”

Şimdi televizyonunu yeni açanlar için kısaca bir açıklama yapmak istiyorum, ülkemizde ve dünyada da, postacılar kapıyı maksimum iki kez çalarlarken, Türk polisi kapıya maksimum iki kere uğrar.. İki kere de açılmayan kapılar postacı ve polise karşı direniş sayılacağından, zorlama söz konusu olacaktır.  “Siz” ile başlayıp saniyeler içinde samimiyete döküken “sen” li cümleler zaten karakolda yaşanacaklar hakkında bir ipucu verse de, Funda Hanım karakolun yolunu tutar elbette. İki kez kapıya gelen polisi artık ikiletmeden, telefondaki sesin de dediği gibi “acilen”  ikilemek gerektiği ortadadır.
Bu olayın ardından, “Kara”kolda dört saat geçiren Funda Hanım, savcılığa şikayet etmesi ile son bulan hikayesinin kısa özetini aşağıdaki gibi aktarmıştır, gazetelere...

"Bir polis beni karşısına aldı. Dosyayı fırlattı. ‘Bunlar bize fazla gelir’ dedi. Sonra birden bana, ‘Sen manken misin?’ diye sordu. Ardından da, ‘Bu karakola düştün mü hiç?’ diye devam etti. Sen böyle bir kitabı nasıl yazdın’ dedi. Yazmadığımı, çevirdiğimi söyleyince de ısrarla, ‘Sen bu kitabı okudun mu? Ne yaptığının farkında mısın?’ diye üzerime geldi. Gördüğüm adi suçlu ve fahişe muamelesi öyle ağır geldi ki ağlayarak dışarı çıktım. Hayatımda ilk kez böyle bir şey başıma geldi."
Kısa ve öz konuşmayı sevdiği belli polis abimizin sözleri üzerinde biraz kafa yorarak, Funda hanımın gördüğü muamele hakkındaki düşüncesini kendi içimizde değerlendirebiliriz belki..

“Bunlar bize fazla gelir”

1.Kitaptan porno okumayız biz pornoyu ekrandan izleriz
2.Kitap okumayız biz, bizim aklımız bize yeter
3.Porno bizi aşar, “bel”imizden geldiğince yaşar gideriz
4.Bu ülkede öyle ulu orta porno muhabbeti yapılmaz, kitapçılarda hiç satılmaz.

“Sen manken misin?”

1.Bu kitabı yazdığına göre biliyosundur sen bu porno işini, manken misin? 
2.Bu ülkede mankenler çoğunlukla porno yıldızıdır.

 “Bu karakola düştün mü hiç?”

1.Bu ilk suçun mu?
2.Pornocu bir manken olduğuna göre sen iş üstünde bir kaç kez yakalanmışsıdır zaten, bizim karakola ilk düşüşün mü?
3.Bu karakola bi düşen pişman, bi de düşmeyen.

Bu güzel sohbetin ardından kitabın yazarı değil çevirmeni olduğunu söyleyen Funda Hanıma sorulan  ilk soru :

“Sen bu kitabı okudun mu?”

1.Çevirmen ne ki?
2.Kitabı elinde evirip çevireceğine okuyaydın, şimdi neden burada olduğunu daha iyi anlardın.

“Ne yaptığının farkında mısın?”

1.Savcılık peşinde,  toplumun ahlakını bozmaya çalışmak neymiş göreceksin. Kaç öksüzün yetimin hakkını bulacağız üzerinde haberin var mı?


Ben şimdi bu kitabı size mi öneriyorum? E reklamın iyisi kötüsü olmaz özünde, ama amacım bu değil..

Karikatür dergilerini muzır neşriyattan sayan zihniyeti merak edenler için amme hizmeti yapayım dedim.

E ne de olsa karakolda AYNA var!

AKS'88
Ankara Cumhuriyet Lisesi



 




 


2 Haziran 2011 Perşembe

BİZE BİŞEY OLMAZ!

SEÇİME DOĞRU..
Sevgili Abdullah Gürgün’ün kitabını okumaya başladığımda çok da büyük bir şaşkınlığa uğramadım. Avustralya ve yeni Zelanda’da  bir yerleşkede yaşayan insanların Türk kökenli  olduğuna dair yazılar okuduğumu hatırlıyorum. Aynı şekilde Güney Amerika’da da.. Doğru olduğundan da  en ufak bir kuşkum yok.

Ne var ki  yeryüzünde  kökü Türk de olsa,  gövdesi, dalları,  yaprakları, çiçeği,  böceği bize micron kadar benzerlik gösteren bir başka tür olduğuna inanmam mümkün değil. Biz sadece bize benzeriz. Kendimiz bile bazan neye benzediğimizi şaşırır,  bizden umulmayan davranışlar gösterir,  neye ne zaman nasıl tepki göstereceğimizi kendimiz bile bilemez, oturur hep beraber bekleriz.

Her zaman kuvvetli bir bütünüzdür. Özellikle de feklaketlerde, acılarda, zorluklarda ülke boyutunda tunçtan dev bir yumruk haline geliriz.

Biz   birbirimizin gözünü oysak bile  birlik içinde hep beraber eğlenmeyi, sevinmeyi,  paylaşmayı biliriz.

Başımızı kapatırız, camilerde erkeklerden ayrı oturur ama diğer tarafta kadın- erkek omuz omuza horon teperiz. Düğünlerde ocak başında toplanır,  dost- düşman ebirliği ile yemek yapar tüm köyü doyururuz.

Kurban bayramımız, memleket'ce et yiyebilmek içindir. Hindinin başında üç- beş tok oturup şükür etmek yerine,  aylarca para biriktirerek edindiğimiz eti yedi mahalleye dağıtır, onlarca aç doyururuz. Bu adetimizin  özü benzersiz;  ne yazık ki   yöntemi  de benzersizdir!! İnsanların  bizim insanlığımızı görmesi için çabalamayız.

Bayramlarda fakirimiz de hediye verir, zenginimiz de..Noeldeki gibi değlidir yani...Sofraların çoğu  yemeksiz,  odaları ışıksız,  köyü  elektriksiz olabilir ama her çocuğun elinde, üstünde başında iyi – kötü  bayramlığı bulunur. Hiç bir şey olmasa yandaki haneden bir mendil konur yamalı cebe..Hepimiz çocuk sevindirme yarışına gireriz.

Gençlerimizi onların istediklerine  değil, kendi beğendiklerimize veririz. Ağlaya ağlaya göndeririz.  Sonra da yüzlerce  gelini ve  damadı yanyana getirir topluca hayır düğünleri yapar,  tüm yörede eğlenir, hep birlikte göbek atarız.

Mahallece meraklıyızdır. Zararsız sözcüklerle de olsa  ileri geri konuşmadan duramayız.  Komşunun yedi sülalesini öğrenmeden rahat etmez, temizliğine titizliğine not vererek  kafa dengi olup olmadığımıza karar veririz!!  Aynı komşunun  hasta olanına anında çorba kaynatmak görevimiz, kaybı olanına da evlerinden taşana kadar, kusturana kadar yemek taşımak adetimizidr. Mutfağına girer, evine ve çocuklarına sahip çıkar, hatta kapısında köle oluruz. 'İnsanlık örneği budur' dedirten güzelliklerin hepsi bize hastır.  Dünyadaki tüm  Sözlüklerde  komşu kelimesinin karşısında: 'Türk' yazar.

Biz organizasyon nedir hiç bilmeyiz,  beceremeyiz. Hep başkalarına yaptırırız. Nedir, nasıldır bilinmez,  doğal afetlerde, bir gecede organize oluruz biz.. Birlik olur, tüm ülkeyi ayağa kaldırır,  yalınayak yardıma koşarız. Depoların almayacağı kadar eşya ve yiyecek akıtırız. Bir taraftan da evde atılacak öteberiyi araya kakalayarak depremzedelere bikini mayo ve pullu gece bluzu göndermekte hiç bir sakınca görmeyiz.Açıklaması zordur ama budur..

Gittiği yerde rahat etmesi için, ölenin arkasından  hep birlikte ettğimiz dualar yürektendir.   Mevlit’lerde peygamberin doğum müjdesini okuyarak ağlaştığımzdan, kimin neyi ne amaçla  yaptığını anlamak pek mümkün olmaz. Grup sinerjisi yaratıldığını bilerek, katkı sağladığımızı düşünürüz. Yaşlı bir teyzeyi gözümüze  kestirip onun yaptığı hareketleri  yaparak toplu ayini bozmamaya çalışsak  da;  arada teyzenin orasını burasını kaşıması gibi talihsiz durumlarda  gideni bile bulunduğu yerde güldüren an'lar yaratırız.  

Biz Türkler’in,  bizi güldüren şakasever insanları tanımlarken ‘ölüyü bile güldürür' dememiz elbette boş değildir. Derin  anlamları bulunmaktadır.

Kısacası biz bile bizi bilmeyiz.  O nedenle dıştaki büyük ve planlı  'güç' lerin  işi zordur.

Ülkemizin her bakımdan parçalanıp yok olması adına  düğmeye basılmış olabilir.  İşin içinde yüzyıllardır defterimizi dürmeye çalışanlar ve bu uğurda uzun araştırmalar  yapanlar  olduğu malum. Direkt olarak verilecek  bir ültümatomda nasıl yekvücut olabildiğimizi gördüler.                               

Biz Alevi, Kürt mü bilirdik sümüklerimiz aka aka sokakta oynarken? Sağcısı, solcusu, Ermenisi Türk'ü ile nasıl kardeşçe elele bir  duvar oluşturduğumuzu, yurdumuza yan bakan için nasıl muhteşem bir kale haline gelebildiğimizi öğrendiler. Her türlü sosyolojik ve psikolojik analizlerimizi yaptılar, kan örneklerinden hücrelerimizi bile deşifre ettiler.  Sonunda bizi bölüm bölüm, ve bölerek  keşfetmeye kalktılar. Ama bilmezler ki  biz formül tutmayız!

Sürprizleri sevmeyiz ama biz kendimiz başlıbaşına sürpriz’in ta kendisi bir ırk'ız.

Ve ne zaman şaka yapacağımız da bilinmez..Çözemezler!

Remide Arsan /1 haziran 2011